Bir cuma sabahı telefon gününde saat 9.00’da ailemin sesini duyacağım mutluluğu ile telefonların olduğu koridora aldı bizi gardiyanlar. O saatte eşimin özel derste olduğunu biliyordum. O da aramamı bekliyordu. Ama bazen ilk çalışta açmıyordu. O gün ilk çalışta açıldı telefon. Ama ahizenin diğer ucunda 10 yaşındaki oğlum vardı. Annen nerede oğlum, diye sorunca ağlamaklı bir şekilde, annemi polisler götürdü, dedi. Bayılacak gibi oldum.
KHK ile ihraç edilen mühendis ve üst düzey Enerji Bakanlığı bürokratı Mehmet Köksal yaklaşık dört yıldır dört duvar arasında. Önce kendi evini güvenli görmediği için arkadaşların evine sığındı. Sonrasında ise yakalanarak cezaevine konuldu. Ülke dışına çıkarak Yunanistan’da ve Almanya’da mülteci kamplarında yaşadı. Dört kişilik ailesiyle şimdi de koronavirüs salgını nedeniyle yine eve hapis. Köksal, dört duvar arasında yaşama tecrübelerini paylaştı…
Herkesin ‘evde kal’ çağrılarına uymakta zorlandığı bugünlerde kanun hükmünde kararname (KHK) ile ihraç edilen ve yaklaşık dört yıl boyunca hep ‘dört duvar’ arasında kalan Mehmet Köksal tecrübelerini paylaştı. Endüstri mühendisi olan ve Enerji Bakanlığı’nda üst düzey bürokrat olarak görev yaparken açığa alınan, ihraç edilen Köksal önce kendi evini çok güvenli görmediği için başka evlerde kaldı. Sonra gözaltına alınarak tutuklandı ve cezaevine konuldu. Ardından Meriç’i geçerek Yunanistan’da ve ulaşabildiği Almanya’da mülteci kamplarında bulunmak zorunda kaldı. Şimdi de koronavirüs salgını yüzünden sınıf ihraç öğretmen eşi Habibe Köksal (44), çocukları Mehmet Ömer (12) ve Murat (10) ile birlikte Almanya’da ilticasının kabul edilmesini bekliyor. İşte küçük bir kasabada Pakistanlı bir aile ile aynı katı paylaşan Köksal ailesinin ‘dört duvar’ arasında kalma öyküsü…
Bugünlerde bütün dünya eve kapandı. Sizin de KHK’lı bir bürokrat olarak mecburi dört duvar arasında yaşama tecrübeleriniz var. Önce aileniz olmadan başka bir evde, ardından cezaevinde, şimdi de koronavirüs nedeniyle Almanya’da… Evde kalma hissiyatınızı yaşadıklarınızdan yola çıkarak anlatır mısınız?
Evet, bugünlerde bir virüs salgını nedeniyle insanların evde kalmakta ne kadar zorlandığını düşünürseniz, çok uzun süre dışarı çıkamadan evde kalmanın ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Ben KHK ile ihraç edildikten ve hakkımda adli süreç başlatılınca kendi evimin güvenli olmadığını düşündüm. Arkadaşlarımın, tanıdıklarımın yanına sığınmak zorunda kaldım. Bazen de kendi evim dışında başka bir evde tek başıma kaldım. Çalışmaya, hareket etmeye alışmış insanın bir yere kapanması ve aylarca oradan çıkmaması gerçekten çok zor bir durum. Öncelikle kalacak bir yer bulmakta o kadar zorlandım ki bilemezsiniz. Kimi arayacağını, kimden yardım isteyeceğini bilememek.. Tanıdığım ve güvenebileceğim ne kadar insan varsa hepsi KHK’larla ihraç edilmişti. Ben de halen çalışan arkadaşlarımı ve bazı akrabalarımı aradım. Ama telefonlarıma çıkan olmadı. Ya korktuklarından ya da bizim gibiler hakkında o günkü kamuoyunda oluşturulan ve halen devam eden kötü algıdan etkilendiklerinden… Neticede yaşanabilir bir ortam bulmakta cidden çok zorlandım. Bazen bir arkadaşın ofisinde bazen de bir atölyenin arka tarafındaki kuytu yerde uyumak zorunda kaldım.
TEMİZLİK, KİTAP VE YEMEK…
Nasıl vakit geçiriyordunuz zorunlu eve kapanma günlerinde?
Vakit geçmek bilmiyordu ilk günlerde. Bu şekilde bir yere kapanmak ve hiç dışarı çıkmamak bazen beni çıldırtıyordu. Kendimi meşgul etmenin bir yolunu bulmalıydım. Yaşamak zorunda kaldığım yeri yaşanabilir bir hale getirmek için günlerce temizlik yaptığımı hatırlıyorum. Tabii dışarı çıkamadığım için berbere de gidemiyordum. Eski bir tıraş makinem vardı. Onunla aynanın karşısına geçip saatlerce kendi saçımı tıraş etmeye çalışıyordum. En iyi yaptığım şey kitap okumaktı elbette. Hayatımda hiç bu kadar kitap okumamıştım. Kapağını açmaya fırsat bulamadığım klasiklerin hepsini okuma fırsatım oldu. Bol bol Kur’an okudum elbette… O dönemde Peygamberimizin ve İmam-ı Azam gibi İslam tarihinin önemli isimlerinin hayatını çok detaylı okuma imkanım oldu. Başta Peygamberimiz olmak üzere o büyük insanların neler yaşadığını daha doğrusu onlara neler yaşatıldığını daha iyi anladım. Kur’an meali okurken peygamberlerin yaşamış olduğu zorluklar benim için yaşadıklarıma katlanmanın en etkili psikolojik terapisi oldu. Bir de aşçılığımı geliştirme olanağı buldum bu dönemde. Öyle günler oluyordu ki dört saat mutfaktan çıkmıyordum.
Peki, çalışamadığınız dönemde geçiminizi nasıl sağlıyordunuz?
Tabii bunun maddi boyutu var. Ailemin düzenli bir geliri yoktu. Eşim özel ders bulmuştu bir kaç tane. Genelde hazırdan yemek zorunda kaldık, küçük birikimlerimizi harcadık. Zaten birikimlerimizi çoğuna tedbir konulduğu için kullanmadık. Halen onları alabilmiş değiliz. Bu dönemde yaşadığımız maddi sıkıntıyı anlatamam.
En zor olanı ise eşinizden ve çocuklarınızdan ayrı kalmak olmalı…
Elbette ama bu dönemin çok zor iki yanı vardı. Biri ailemden ayrı olmak diğeri yakalanma ve işkence görme ihtimali. Eşim KHK ile kapatılan özel okullarda çalıştığı için hakkında hukuki bir sürecin olacağı kesin gibiydi. Ailemin başına bir iş gelir korkusu onlardan ayrı kalmanın en zor yani idi. Bir gün eşimi aradım ama akşama kadar ulaşamadım. O gün mahvoldum. Aklıma bin bir türlü şey geldi. Akşam olduğunda eşim beni başka bir numaradan aradı. Evin polislerce basıldığını, hakkımda gözaltı kararı olduğunu ve evdeki bütün elektronik cihazları aldıklarını söyledi. Evet üçüncüsünü unuttum. Bir de her kapı çaldığında aman basıldık psikolojisi var ki, inanın dayanılır gibi değil. Bir defasında arkadaşlarla kahvaltıya oturduk. Hemen karşımızda bir emniyet aracı. “Aman basıldık” korkusuyla yangın çıkışından evden ayrıldık ve etrafa dağıldık. Ankara’nın o kış soğuğunda saatlerce etrafta gezindik. Gidecek bir yer yok tabii. Sonra aracın gittiğini uzaktan görünce tedirgin tedirgin eve girdik. Meğerse bizim karşımızda yönetim binası varmış. Oraya gelmişler.
VEKALETEN DAİRE BAŞKANLIĞINDAN İHRACA GİDEN YOL
Türkiye dışına çıkmak zorunda kalan bir KHK’lı olarak neler söylersiniz? Ne zaman ihraç edildiniz ve ardından neler yaşadınız?
15 Temmuz gecesinin hemen sonrasında, pazartesi günü, yani 18 Temmuz’da gece 10.00’da bakanlığa çağrılıp açığa alındığımın tebligatı yapıldı. O gün idarecimiz izinde olduğu için onun yerine vekalet ediyordum. Yani açığa alacakları kişiye, vekaleten de olsa, koca daire başkanlığını emanet ediyorlar! Ertesi gün şahsi eşyalarımı almaya bakanlığa gittiğimde giriş izinlerim iptal edildiğinden iş yerine giremedim. İki günde medyada öyle bir hava oluşturulmuş ki bakanlığın güvenlikçileri bizim durumumuzda olanlara terörist muamelesi yapıyordu. Ben onlarla muhatap olmamak için ziyaretçi kartı alıp ziyaretçi gibi girdim iş yerime. Odamın önüne bir görevli konulmuş olduğunu gördüm. Tüm çalışma arkadaşlarımızın önünde şahsımıza zimmetli eşyaları teslim ettik ve şahsi eşyalarımızı alıp çıktık. İşin en acı tarafı yıllardır bizi tanıyan ve hukukumuzun iyi olduğu arkadaşlarımızdan hiç kimse bırakın geçmiş olsun demeyi yanımıza bile yaklaşmadılar.
O günlerde bunu geçici bir durum olarak mı algıladınız yoksa “tamam, buraya kadarmış” mı dediniz?
Bir müddet işime geri dönerim diye bekledim. O süre zarfında hakkımda idari bir soruşturma var mı, varsa gelip ifade vereyim diye bakanlığı aradım. Ama herhangi bir soruşturma yoktu. Daha sonra iş aramaya başladım. Tanıdıklara not bıraktım. Ben devlet memurluğuna mecbur değildim ki. Pek çok uzmanlık alanım vardı. Pek çok sertifika almıştım. Uzmanlık alanlarımı duyan işverenlerin öncelikle gözleri parlıyordu. Sonrasında KHK ile ihraç edildiğimi öğrenince bir hayal kırıklığı ifadesi oluşuyor ki insanların suratında, oluşan bu ifadeyi tasvir etmek çok zor. Yani KHK’lı olduğumu duyan cüzzamlı görmüş gibi benden kaçıyordu.
“RESMİ GAZETE İLE TERÖRİST İLAN EDİLDİK”
Ne zaman ihraç edildiniz?
Kurban bayramı için bulunduğum eşimin memleketinde 1 Eylül 2016 tarihinde yayınlanan KHK ile ihraç edildiğimi öğrendim. Hiçbir adli ve idari soruşturma geçirmeden Resmi Gazete‘de tüm şahsi bilgilerim yayınlanarak terörist ilan edildim. Artık iş de bulamadığımdan nereye sığınacağımı düşünmeye başladım. Yıllardır her işlerine koştuğum, çok emek verdiğim ailemin bana sahip çıkacağından o kadar emindim ki evimi bile topladım. Babamın aramasını, gel oğlum demesini bekledim. Aramadı. Eşimle konuşup Ankara’da kalmaya karar verdik. Bir şekilde geçiririz, Allah Kerim dedik.
Siz Enerji Bakanlığında merkez teşkilatında doğrudan Bakana ve Bakanlar Kuruluna politika önerileri yapan bir birimde çalışıyordunuz. Sizin ve diğer KHK’lıların üretim sürecinden düşürülmeleri hakkında ne söylemek istersiniz?
Bazen kendi acımızla çok yoğrulduğumuzdan ve bize yapılanlara toplum ses etmediğinden ülkede kaliteli adam kalmadı diyebiliyoruz. Tabii ki hala ülkemizde çok değerli insanlar var. Fakat farkı şu: Cumhuriyet döneminin önemli bir evresine gelinmişti. Devlet birimleri işler hale gelmeye, insan eksenli davranmaya başlamıştı. Artık insanlar bugün git yarın gel sözlerini duymuyordu devlet memurundan. Şikayet mekanizmaları işlemeye başlamıştı. Devlet şeffaflaşmaya başlamıştı. Mesela eskiden de elektrik faturalarına bir sürü ek masraf giydiriliyordu. Ama insanlar neye ne ödediğini bilmiyordu. Devletin şeffaflaşma ilkesi gereği her ayrıntı faturalara ayrı ayrı yazılmaya başlandı. Bunu küçük görmeyin. Her şeyi halktan gizleyen doğu toplumlarında bu devrim niteliğinde bir icraattır.
Bu başarı ve kararlılık siyasi kadroların mı bürokratların başarısı mı?
Ülkemizde insanlar devlet ile o devleti yöneten partiyi özdeşleştirir. Partiler gelip geçicidir. Kalıcı olan devlettir. Devlet deyince tabii ki binaları kastetmiyorum. O devletin işleten insan kitlesini kastediyorum. Ekip ne kadar kaliteli ise ve birbiriyle ne kadar senkronize çalışabiliyorsa ülkede işler o kadar iyi demektir. Devlet dört dörtlük olmuştu demiyorum elbette. Ama iyi olma yolunda hızla yol alıyordu. Devlet birimleri senkronize çalışmaya başlamıştı. Bu süreci yöneten akıl neyi amaçladı bilemiyorum. Ama devlet yönetiminin bel kemiği kırıldı diyebilirim. Senkronize çalışabilen insan kitlesi yok edildi. Çok kaliteli insanlardı KHK ile ihraç edilenler. En önemli özellikleri ise devletin gülen yüzü de olabileceğini insanlara göstermişlerdi.
Şimdi değişen ne?
Bu kaliteli insan kitlesi kaliteyi kendine çeker. Aksi ise torpili, adam kayırmacılığı on plana çıkarır. Beyin göçü dediniz, çok doğru ve çok önemli. Ama ondan daha önemlisi yeni oluşan partizan devlet anlayışının liyakatli insanların devlet mekanizmasında yer almasına ve dolayısıyla arkadan liyakatli insan yetişmesine engel olacağı gerçeğidir.
Gözaltına alınma ve yargılanma sürecinizi anlatır mısınız biraz da?
Evden uzakta, ailemden ayrı yaşıyordum ama çevremizde bir sürü mağdur aile vardı. Onların hal ve hatırını sormak için nadir de olsa evden çıkıyordum. Bazılarının çocuklarına ders anlatıyordum. Bir gün çocuklardan biriyle ders için randevulaştık. Kapı çaldığında erken geldi dedim içimden. Kapıyı açtığımda karşımda bir sürü emniyet görevlisi. Ama işin ilginci başkasını arıyorlardı. Tabii GBT yapınca arama kararım olduğumu gördüler. Hemen gözaltına aldılar. Ankara TEM’de 6 gün gözaltında kaldım. Özellikle aradıkları o şahısla alakam üzerinde çok durdular. Üç gün çok hırpaladılar beni. Özellikle gece kaldırıp mülakat adı altında yapılan sorgulamalar…
“ÇOK DAYAK YEDİM, MÜLAKAT ADI ALTINDA AVUKATSIZ SORGULADILAR”
İşkence veya kötü muamele gördünüz mü?
Gözaltına alındığım gün çok dayak yedim. Devam eden iki gün geceleri kaldırıp mülakat adı altında avukat olmadan sorguluyorlardı. Avukatın nerede diye sorduğumda cevap tokat olarak geri dönüyordu. Avukatım olmadan hiçbir şey söylemem dediğimde ise iyi bir dayak yiyordum. Artık o hale gelmiştim ki ben de karşılık vermeye başladım. Herhalde artık ne olacaksa olsun formatına bürünüyor insan. 3 ya da 4 gün spor salonunda onlarca insanla kaldık. Son iki gün bodrum kattaki nezarethanelere aldılar. Ancak üç kişinin gözaltında kalabileceği yerde yaklaşık 15 kişiydik. Bir gün kaldığımız nezarethane her tarafı dövmeli bir genç getirildi. Madde bağımlılığı tedavisi görmüş, bir beyaz eşya mağazasında çalışan biriydi. Beyaz eşya götürdüğü bir ev ve oturanları polisin takibinde olan yasa dışı sol bir örgütle bağlantılı imiş. Sorgulanmak için getirilmiş. Bizim nezarethane tecrübemiz daha fazla olduğundan ona yol yordam gösterdik biraz. Bizim yargılandığımız davaları öğrenince ilk gece hiç uyuyamadı. Muhabbetlerimizi can kulağıyla dinliyordu. Bir gün heyecanlı bir şekilde bana dedi ki, abi siz kimsiniz yahu. Ben de dedim ki; biz teröristiz. Abi dalga geçme benimle, sizden terörist filan olmaz. Hayatımda bu kadar güzel insanı bir arda hiç görmedim. Sizin gibi uzak akrabalarım vardı. Korkudan yanlarına hiç yanaşmıyordum. Çıkınca ilk işim onlara yardım etmek olacak dedi. Hemen yan nezarete kadınlar vardı. Lohusa bir kadının ağlamalarını hiç unutamıyorum. Her gün ailesi bir saatliğine bebeği getiriyordu. Kendi ihtiyaçlarını görmekte zorlanan lohusa bir kadının bir bebeğin ihtiyaçlarını görmesi imkansızdı. Bebek her geldiğinde annenin ağlamalarına bebeğin ağlamaları ekleniyordu. Eşimin başına böyle bir durumun gelme olasılığı benim psikolojimi çok zorladığını söylemeliyim.
“SPOR SALONUNU GÖZALTI KOĞUŞU YAPTILAR”
Spor salonundan nezarethaneye ne zaman alındınız?
Yüzlerce polis gözaltına alınmıştı. Benimle inatlaşmış, istediklerimi yapmazsan seni burada 30 gün tutarım diyen soruşturmamı yürüten komiser alelacele beni resmi ifadeye aldı. Ben de şaşırdım. Tam beş saat sürdü ifadem. Sonra tutuklanma isteğiyle adliyeye sevk etti. Savcının bana “bildiklerini anlat yoksa eşine de dosya açarım” demesini de hiç unutmayacağım. Sulh ceza hemen zaten tutuklanmama karar verdi ve beni Sincan Cezaevine sevk etti. Beni götürenler genç polislerdi. Bana, cezaevi gözaltından iyidir, demeleri gözaltı sürecini özetler bir ifadeydi.
İlk kez hakim karşısına ne zaman çıkarıldınız?
Çalıştığım bakanlığın personeline operasyon 15 Temmuz’dan yaklaşık beş ay sonra yapılmıştı. Ben o dönemde evde olmadığım için beni gözaltına alamamışlardı. Gözaltına alınan arkadaşların söylediğine göre savcı onlara sizin bakanlığa operasyon yapmayı unutmuşuz demesi bile yaşanan sürecin hukuki bir süreç değil tamamen siyasi bir süreç olduğunu göstermesi açısından yeterlidir sanıyorum. Ben bu operasyondan yaklaşık dört ay sonra gözaltına alındım. İlk tutuklandığımda hakkımda bir iddianame yoktu, iki ay sonra hakkımda bir iddianame mahkemeye sunuldu. Yani bizim bakanlığa yapılan operasyondan yaklaşık altı ay sonra iddianame hazırlandı. İlk önce uydurulmuş bir örgüte “Enerji Bakanlığı Yapılanması” uydurmaya çalışmışlar. Yaklaşık altı ayda mantıklı bir yapılanma uyduramadıkları için bizi tek tek yargılamaya karar vermişler. Nasıl bir örgütse koca bakanlıkta yapılanamamış! Tutuklandıktan sonra beş aya yakın cezaevinde hakim karşısına çıkmayı bekledim. Duruşmalar tam bir komedi. Siz terör örgütü üyeliği ile yargılanıyorsunuz ama duruşmalar 10-15 dakika sürüyor. Beş dakika var savunma yapmak için. Hakimler dinlemiyor bile. Zaten karar belli. Bizi adliye nezarethanesinden duruşma salonuna götüren erler bile, “Abi 6 yıl 3 ay kesin ama bu aralar salmıyor hakimler” muhabbetinde. İkinci duruşmada savcı ceza istedi. Ben süre istedim ek savunma için. Artık tek derdim Sincan Cezaevinde kalmak. Çünkü ceza alıp tahliye olmazsanız doluluktan başka cezaevlerine naklediyordu. Artık neresi denk gelirse. Denizli’ye, Çorum’a, Tarsus’a sevk edilenler oldu. En azından ailem görüşe rahat gelebiliyor derdine düştüm. Onun için mahkeme sürecini uzatmaya çalışıyordum. Üçüncü duruşmaya karar verdi. Duruşmalarda o kadar çok hukuksuzluk var ki hangi birini anlatayım. Kanunen yasak olmasına rağmen duruşma salonuna elleri kelepçeli çıkarıldık. Hatta arka arkaya mahkemesi olan farklı kişilerle aynı anda mahkeme salonuna alındık ve birbirimizin duruşmalarını izledik. Hiçbir talebimize olumlu cevap verilmedi. Üçüncü ve son duruşmaya çıktığımda tahliye olma umudum hiç yoktu. Biz bir aya çıkarız diye düşünüyorum. Düşünün ki karar duruşmasındasınız. Hakkınızda terör örgütü üyeliği kararı verilecek. Ama sadece 15 dk savunma süreniz var. Bu duruşmaların ne kadar hukuksuz ve siyasi olduğunu hakimlerle aramda geçen şu diyalogdan anlayabilirsiniz: Mahkeme başkanı uzatma, kısa tut deyince ben de (bundan sen ne dersen de, ben çoktan senin hakkındaki hükmü verdim anlamı çıkmaz mı?); beni terör örgütü üyeliğinden yargılıyorsunuz. Hiç savunma yapmayayım mı? Duruşma sonunda, “Seni ceza verip adlı kontrolle tahliye etmeyi düşünüyordum. Ama dosyan da çok dolu. Ne yapsak acaba?” demesi. “Ben de biliyorum bu davanın boş olduğunu ama ne yapayım anlamına gelmez mi? bu dedikleri. Yani anlayacağınız hiç umudum yokken mahkeme heyeti cezayı verdi ve adli kontrolle serbest bıraktı.
“ÇOK PİSTİ, CEZAEVLERİNİ YAŞANILIR HALE GETİRDİK”
Cezaevinde kaldığınız dönemde koşullar nasıldı?
Cezaevine ilk geldiğimde üç gün geçici ve pislik içinde bir koğuşta kaldık. O koğuşa ilk olarak iki kişi gelmiştik. Gece ve ertesi gün gelenlerle koğuş dolmuştu. Ama ne temiz eşyalar ne de temizleyecek malzeme vardı. Üçüncü gün sabahı askeri öğrenciler geldi Keskin Cezaevinden. Duruşmaları varmış Ankara’da. Geçici olarak getirmişler. Ellerinde bir sürü poşet. Poşetlerinde temizlik malzemesi olduğunu duyunca çok sevindim. Hemen bir temizlik yaptık ve orayı yaşanabilir bir hale getirdik. O poşetlerde bir de çay ve su ısıtıcısı olduğunu öğrenince yokluk içinde yaşadığımız sevinci tahmin bile edemezsiniz. Yaklaşık on gündür çay içmiyordum. Anlayın yani. Üstelik Karadenizliyim. Zeytin çekirdeğinden yapılmış tespihle o geçici koğuşta tanıştım. Sırf isim benzerliğinden dolayı yanlışlıkla tecritte yaşamak zorunda bırakılmış hemşerim olan bir askeri öğrenci vardı. Duruşması için ona dua etmem şartıyla kendi elleri ile yaptığı tespihi bana hediye etti. Cezaevindeki dördüncü gün asıl koğuşumuza götürüldüm. Burası yaklaşık 11 ay kalacağım yeni ikametgahımdı. Ben gitmeden önce dolu olan koğuşta kalanların çoğu farklı cezaevlerine nakledilmişlerdi. Çok az kişi kalmıştı koğuşta. Resmi ve yaşanabilir kontenjanı 8 kişiydi koğuşun. Ama ranza atıp 16 kişilik yapılmıştı. Zamanla koğuş o kadar doldu ki o daracık yerde 32 kişi kaldığımız zamanlar oldu. 11 ay sonunda tahliye olduğumda, tahliye olanlar ve farklı cezaevlerine sevk edilenler olduğu halde koğuşta hala 25 kişi kalıyordu.
Evde tek başınıza kaldığınız günlerden sonra zor olmuştur…
Böyle bir ortamda insan nasıl yaşam sürer. Nasıl? O kadar kaliteli insanla bir aradadaydım ki bu zor şartlar ancak dayanışma ve hoşgörü ile aşılabileceğini öğrendim. 16 kişi yerde beton zemin üzerinde incecik bir yatakta yatıyordu. Kışın o soğukta pencere açma imkanı yoktu. Zira tam pencerenin altında yerde bir kişi yatıyordu. Pencere açmadan nefes almak imkansızdı. Ankara’nın yazı kışından beter. O sıcakta uyumak imkansız. Arkadaşlardan biri hastalandığında hemen koğuşa yayılıyordu hastalık. Revir imkanı sadece haftada bir. Onda da zaten kalabalıktan dolayı üstünkörü bakıyordu. Hatta bazen bakmıyordu bile. 32 kişiye bir duş… Koğuşlarda su kotalı… Yazın soğuk su kışın da sıcak su gün bitmeden bitiyordu. Otomatikman kesiliyordu. Gelene kadar ertesi gün öğle 12.00’yi beklemek zorundasın. Dikkat edin ben AGİT gibi uluslararası kuruluşların gözlemcilerinin sürekli geldiği Sincan Cezaevinden bahsediyorum. Diğer cezaevlerinin şartlarını siz tahmin edin. Bugünlerde o zor ve yaşanmaz şartların çok daha kötüleştiğini duyunca inanın kalbim sıkışıyor. Ölecek gibi oluyorum. Hala o şartlarda yaşayan yakın arkadaşlarım var. Bu şartlarda küçük bebeği ve çocuğu olan anneler nasıl yaşar, hasta ve bakıma muhtaç insan nasıl yaşar.
MASA SİLEN EMNİYET MÜDÜRÜ, YERLERİ SİLEN DANIŞMAN…
Koğuşta nasıl geçiyordu vakit? Siz neler yaşadınız, nasıl hatıralar biriktirdiniz?
Cezaevinde iki hüzünlü bayram geçirmek zorunda kaldım. Bayramda sevdiklerinde bir arada olamamak, büyüklerine el öpmeye gidememek, hele hele yıllarca elini öptüğün, saygıda hiç kusur etmediğin, yıllarca her ihtiyaçlarına koştuğun o büyüklerden terörist muamelesi görmek nasıl bir ızdırap.. Bu bayramlardan birinde arkadaşlarla bayram namazı kıldık. Sonra sayım için havalandırmaya çıktık. Sayımdan sonra kendi aramızda bayramlaşırken koca koca adamların ağlaması unutulur gibi değil.
Amerika’da doktora yapmış bürokrat bir arkadaş çoğumuzun İngilizcesini geliştirmesine yardımcı oldu orada. İlahiyatçı bir arkadaş da aylarca pek çok kişiye Kur’an okumayı öğretti. Küçücük bir alanda o kadar kalifiye insan bir arada idi ki yetişmiş insanları bu kadar kolay harcayan bir ülke var mıdır diye düşünmeden edemiyor insan. Her gün iki arkadaş nöbetçi oluyordu. İşleri koğuş temizliği, yemek servisi ve bulaşıkları yıkama idi. Bir gün nöbetçiler akşam yemeğini servis etti. Yemekten sonra ortalığı toplama ve temizleme onların işi olduğu halde milli maçı izlemek için ortamı hazır hale getirmek için herkes işlere bir el attı. O sırada gördüğüm manzara bir açından o kadar güzel ama diğer açıdan da o kadar ızdırap verici idi. Güzel yönü şuydu; masaları toplayan bir emniyet müdürü, yerleri süpüren başbakanlıkta danışmanı, çayı demleyen hakim.. Bu ne mütevazilik.. Acı yanı ise, bu kadar kalifiye insanın hapishanede boş yere harcanması.. Beyin göçüne bir de bu açıdan bakın.
Orada zaman geçirmenin en iyi yolu okumak. Ama ne bulursan okumak. Zira dışarıdan kitap getirme olanağı kısıtlı. Cezaevi kütüphanesi bize yetişemiyor. 15 günde bir kitap o da kütüphanede varsa. Bir de zeytin çekirdeğinden tespih yapma. Tabi elinde herhangi bir alet edevat yok. Çekirdeği sürtecek ince sıvası olan bir duvar parçası bulmak. Saatlerce o küçücük çekirdekleri sürterek el emeği göz nuru hapishane hatıraları yapmak.
“DÖRT DUVAR VE HER ŞEY YASAK…”
En büyük sorun basit gibi görünen şeylerden bile mahrum kalmak sanıyorum…
Öyle tabii ama, hadi dışarıdaki imkanları geçtim içeride bile her şey kısıtlıydı bize. Normal adli suçlulara var olan imkanlar bile bize yasaktı. Spor imkanı var, bize yasak; çalışma ve meslek edinme atölyeleri var, bize yasak.. yasak, yasak.. Normal adli mahkumlar ya da tutukluların her hafta kapalı görüş ve telefon imkanı var bizim bir hafta kapalı görüş diğer hafta telefon. Onların 15-20 günde bir açık görüş imkanı var, bizim iki ayda bir. Onların açık görüşlerine ismini verdikleri iki arkadaşları da gelebiliyor, bizimkine bazen kayınvalide bile gelemiyor. Onların açık görüşleri iki saat, bizim ise bazen 35 dakika.
“KÜÇÜK OĞLUM HABER VERDİ, ANNEMİ POLİSLER GÖTÜRDÜ”
O açık görüşlerde ailenle buluşmanın mutluluğunu değil ayrılmanın dayanılmaz acısını hatırlıyor insan. Hele o görüş günü gelene kadar onlardan haber alamamak ne kadar zor bilemezsiniz. Bir cuma sabahı telefon gününde saat 9.00’da ailemin sesini duyacağım mutluluğu ile telefonların olduğu koridora aldı bizi gardiyanlar. O saatte eşimin özel derste olduğunu biliyordum. O da aramamı bekliyordu. Ama bazen ilk çalışta açmıyordu. O gün ilk çalışta açıldı telefon. Ama ahizenin diğer ucunda 10 yaşındaki oğlum vardı. Annen nerede oğlum, diye sorunca ağlamaklı bir şekilde, annemi polisler götürdü, dedi. Bayılacak gibi oldum. 10 ve 7 yaşındaki iki oğlum evde, yürümekte bile zorlanan, telefon kullanmasını bilmeyen 80 yaşındaki anneanneleri ile yalnız kalmışlardı. Ertesi hafta salı günü de açık görüşümüz vardı. O güne kadar ondan haber alma imkanım yoktu. Onu Allah’a emanet ettim. Tüm koğuş eşim için dua etti günlerce. Salı günü geldiğinde o açık görüş salonuna girerken eşimi görebilecek miyim endişesi ile gittim. Kapı açıldığında çocukları ve biraderi gördüm ama eşim yoktu. Eşim hala gözaltında imiş. O gün mahkemeye çıkmaları bekleniyormuş. Çocuklarımın gözlerinde hüznü görünce kendi moralsizliğimi unuttum. Tüm koğuş arkadaşlarım kendi ailelerini bırakıp eşimin durumunu sordular. Hatta gardiyanlardan azar yediler bunun için. Görüşün bitmesine 15 dakika kala ziyaretçilerin girdiği kapı açıldı. Eşim içeri girdi. Kalkıp kucakladım ve ağlaştık. Tam o anda salondan bir alkış tufanı koptu. Arkadaşlar hala takılıyorlar bana, o sahne Yeşilçam filmleri gibiydi diye. Gardiyanlar bile şaşırmıştı. Hakim tutuksuz yargılanmasına karar vermiş. Beraber gözaltında olduğu arkadaşı eşiyle hızlıca onu cezaevine getirmişler. Açık görüşün son 15 dakikasına yetişmiş oldu.
Cezaevinden çıkınca neler yaptınız?
Cezaevinden çıkınca belli bir müddet çocuklarımla zaman geçirdim. Onlarla ilgilendim. Ailemle olmayı o kadar özlemiştim ki… Sonra bir düzen kuralım düşüncesiyle iş aramaya başladım. Pek çok işe başvurdum. Hatta ramazan dolayısı ile arkadaşların açtığı bir çorap reyonunda çorap bile sattım. En sonunda cezaevi arkadaşları aracılığı ile bir iş bulup çalışmaya başladım. Hem de kendi mesleğimi yapıyordum. Planlama müdürü olarak çalışmaya başladım. İş yeri sahibine her şeyi anlattım. Başımdan geçenleri. Kimi işe aldığını bil dedim. O da parti sempatizanı imiş. Hatta daha ötesi bir belediyede meclis üyesi imiş. Bana sizi biliyorum. Çok güvenilir insanlarsınız dedi. Yani anlayacağınız hem güvenilir, hem de teröristiz! Güvenilir terörist! Hayat o zor şartlarda birazcık düzene girmeye başlamıştı.
Yurt dışına çıkmaya neden gerek gördünüz?
Bir gün hakkımda bir itirafçı olduğunu öğrendim. Zaten hakkımda farklı illerde dosyalar açılmıştı. Bunlardan birinden hakkımda tekrar gözaltı kararı çıkarılmıştı. Ben yine bir arkadaşımın evinde kalmaya başlamıştım. Ailece oturup, “artık burada yaşama imkanımız yok” deyip ülkeden ayrılmaya karar verdik. Tabii resmi yollarla gitme imkanımız yoktu. Ama o zor şartlara ailemi de sürüklemek istemiyorum. Bir yandan da eşimin davası var onu rahat bırakmazlar düşüncesi var. Zaten benim iddianamemde eşimle alakalı bir sürü itham var. Onun ilk duruşmasında hep beni sormuş hakim. O da kafamı bulandırdı. Meriç’te ölümler duyuyorum. Ailem için korkuyorum. En sonunda çok güvendiğim ve fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşımla konuştum. O da yaklaşık 1,5 yıldır evine doğru dürüst uğrayamıyor. Ben de çıkmayı düşünüyorum ama ben de senin gibi ailecek mi yoksa yalnız mı karar veremiyorum dedi. Hadi ailecek çıkalım yoksa aklımız arkada kalır dedi. O güvenle yola çıktık. Ama ailemden beni sınıra bırakacak kimseyi bulamadım ne yazık ki.
Hangi yolu izlediniz?
Bir gece yarısı o kadar uykusuzlukla ve korku ile Meriç’ten zar zor Yunanistan’a geçtik. Saatlerce yol yürüdük. Suyumuz bitti, çocuklar uykusuz. Sabah olmaya başlayınca Yunanlı çiftçiler tarlalarına gidiyorlar. Artık dayanacak gücümüz yok dedik. Bir yerde oturduk. Sonra tekrar yürümeye başlayınca bir baktık ki Yunan polis aracı geliyor. O kadar iyi davrandılar ki anlatamam. İlk söyledikleri “artık korkmayın. Emniyettesiniz.” Bize su ikram ettiler. Ve işlemler için karakola götürdüler. Karakol çok kalabalıktı. Hava sıcak, sinekler bir yandan. Ama ertesi gün yol arkadaşımın şu sözünü hiç unutamıyorum. Yıllardır ilk defa rahat uyudum. Çünkü emniyetteyiz. O Yunanlı polislerin davranışlarını görünce gözaltına alındığında beni tartaklayan insan müsveddesi Türk polisleri aklıma geldi. Hangisi daha insandı?
ARKADAŞINI GÖÇ YOLUNDA KAYBETTİ
Ne kadar gözaltında tutuldunuz?
Yaklaşık 10 gün karakolda ve mülteci kampında kaldık. Sonra bizi serbest bıraktılar. Artık elimizdeki belgelerle Yunanistan’da bulunma hakkımız vardı. Biz de Atina’ya geçtik. Almanya’ya gitmeye niyetliyiz. Nasıl yaparız derken 5 gün geçti. Bir gün yol arkadaşımla buluşup bir yere gideceğiz. Randevulaştık yani. Kaldığımız yerler 15-20 dakika yürüme mesafesinde. Eşim koşarak yanıma geldi. Yol arkadaşımın eşi aramış. Telefonda bağırıyor eşim öldü diye. Hemen bir taksiye atlayıp kaldığı yere gittim. Taksiciye de ambulansı arttırmaya çalışıyorum. Eve vardığımda eşi ve çocukları feryat figan. Yunan komşular koştular hemen. Ambulansa ulaştılar. Ambulans geldi ve hızlıca hastaneye götürdüler. Ben ailenin yanında kaldım. Çok geçmeden hastanedekiler vefatını haber verdiler. Tabii ne yapacağımı şaşırdım. Hep beraber perişan olmuştuk.
“ARKADAŞIMIN CENAZE NAMAZINI KILMADILAR”
Cenazeyi Türkiye’ye mi gönderdiniz, Yunanistan’a mı defnettiniz?
Türkiye’ye gönderdik. Eşinin yaşlı annesi yaklaşık 2,5 yıldır görmüyor onu. Bir de cenazesinden onu mahrum edemem demesi bu sürecin yaşattığı acıları göstermesi açısından çok önemli. Cenaze Türkiye’ye ulaştığında müftülük tarafından selasının okunmadığını ve namazının kıldırılmadığını öğrenince çok üzüldük. Müftüyü arayan gazetecilere ne yapalım emir kuluyuz dediğini öğrenince dedim ki: İyi ki onlar kıldırmadı. Önümde vermem gereken ciddi bir karar vardı. Eşimle konuştuk ve arkadaşımın ailesiyle bir müddet Atina’da kalmaya karar verdik. Onlar gitmek istedikleri yere gidinceye kadar kalacaktık. Bu süreç uzun sürünce biz de hazırlık yapmaya başladık. Psikolojik ve maddi olarak ayakta kalmak bu dönemde çok zordu tabii ki. Özellikle rahmetlinin ailesi için bu çok daha zordu. Neyse ki dünyanın pek çok yerinden arkadaşlar yardıma koştular da bu süreci atlatabildik.
Kimdi yolda kaybettiğiniz yol arkadaşınız?
O güzel insanı biraz anlatmam lazım. Çünkü bu boynumun borcu. Hani beyin göçü dedik ya.. Alın size beyin göçünün en hası. Mesleğinde doktora yapmış, uzun yıllar çeşitli illerde okul müdürlüğü yapmış kaliteli bir insan. Kalite sözcüğü bu insanı tarif etmeye yetmez. Dini bilgisiyle ilahiyatçıları cebinden çıkarır. Yazar ve şair. Yunanistan yolculuğunda onun bir yönünü daha keşfettim. O da yerel kültüre olan ilgisi. Çok güzel Karadeniz türküleri bilir ve seslendirirmiş. Fikirleri isabetli. Ben her işimi onunla paylaşırdım ve fikrini alırdım. Onun fikrine uyup da zarar ettiğim hiçbir durum olmadı. Çok dertli bir insandı. Aklında hep arkada kalanlar vardı. Yunanistan’da mülteci kampında bile o Afgan ve Pakistanlı çocuklar için ne yapabiliriz derdindeydi. Hatta aramızda biraz para toplayıp verdi birine. Tarihe mal oldu bu insan. Herkes onu yıllarca Meriç şiiriyle hatırlayacak. Arkada bıraktığı ailesinin hayatı zor olacak elbette. Ama bıraktığı manevi miras, güzel hatıralar ve iyilik serüveni onlar için övünç kaynağı bence. Ben ömrün boyunca onun dostu olmakla övüneceğim ve onu hep hayırla yad edeceğim.
Nihayet Avrupa’ya geldiniz, Almanya’ya ulaştınız. Şimdiki hayatınız? Nasıl bir süreç sizi bekliyor?
Geldiğimizde 6 ay iki farklı kampta kaldık. Şartlar elbette zordu. Çocukların okula gitme imkanı olmadı. Ama özgürdük. Evet mülteciydik. Bir hukuk devletinde olduğumuzu bilmek, mülteci olsak bile haklarımız olduğunu bilmek, hakkımızda bir süreç işlediğini ve hukukun olmadığı Türkiye’ye hiçbir şekilde teslim edilmeyeceğimize emin olmak çok güzel. Neredeyse 2 yıla yakın ailemden uzak kalmak zorunda kalmıştım. Şimdi ailemle birlikteydim. Bu çok önemli bir şey. Yani ailenin yanında olması. Şartlarımız çok iyi olmasa da aileme ne oldu, sıkıntıları var mı, başlarına bir iş geldi mi gibi insanın psikolojisini zorlayan şeylerin olmaması çok önemliymiş. Şu anda bir belediye evindeyiz. Pakistanlı bir aile ile bir evi paylaşıyoruz. Çok güzel bir aile onlar. Hamdolsun çok iyi anlaşıyoruz. Sadece mutfağı ortak kullanıyoruz. Diğer kullanım alanlarımız ayrı.
Almanya’daki hedefleriniz neler?
Şimdi tek derdimiz Almanca öğrenmek, topluma entegre olmak ve çocuklarımızı yeni okullarına adapte etmek. Onlar da zamanla olur diye düşünüyorum. Zaten Alman devleti bizi sıkıştırmıyor. Uzun bir zaman var önümüzde. Sonrasında ise meslek itibarıyla iş bulmakta zorlanmayacağımı düşünüyorum. Burası bir sanayi ülkesi. Yani mühendisliklerin revaçta olduğu bir ülke. Önceden çalıştığım konular dünyada da güncel konulardı. İyi olacak diye bir temennim var. Allah yalancı çıkarmasın ne diyeyim.
Ama yine eve kapandınız, şimdi de gerekçe bir virüs…
Evet şimdi de virüs salgını dolayısı ile yine eve kapandık. Zorunlu bir durum. Önceki gibi bir zorunluluk değil ama. Ailemleyim, teknik imkanlarım daha iyi, sağlık imkanlarım daha iyi.. Hem dil çalışmak için hem de kitap okumak için değerlendirmeye çalışıyoruz.
“ÜLKEMİ HIRSIZLARA YOLSUZLARA, İŞ BİLMEZLERE BIRAKMAK İSTEMİYORUM”
Bir gün geri dönmeyi düşünüyor musunuz?
Ben eninde sonunda ülkeme dönmeyi istiyorum. Çünkü çalıştığım yerde yapmak istediğim çok proje var. Eninde sonunda orası yetkin insanların önemini anlayacak. Ülkemi hırsızlar, yolsuzlar, iş bilmezler sürüsüne bırakmak istemiyorum. Ama bu imkanım olur mu, olursa ne zaman olur onu tabii Allah bilir. Hayırlısı diyelim.
Bu uzun maceranın ve yolculuğun size öğrettikleri, üzerinizde bırakacağı izler neler?
Bu süreç bana çok şey öğretti. İnsan yaşadığı toplumun kalıplarına sıkışıp kalıyormuş. Ailenin, çevrenin ve resmi eğitim sisteminin zihne enjekte ettiği şeylerden dolayı insan kendine bir düşünce hapishanesi inşa ediyormuş. Ben 90’lı yılların imam hatip mezunlarındanım. Resmi dini eğitimin dayattığı bir sürü çıkmaz kalıbım da varmış. Sürecin bana öğrettikleri o kadar çok şey var ki… Ülkenin tümü dahil biz de kendi acımızın haricinde kimsenin açısına bizden olmadığı için duyarlı olmadık. Aleviler ötelendi ülkemde, Kürtler her şeyiyle ezildi ülkemde ama bizden değiller diye ve devletçi refleksle hiç duymadık onların iniltisini. Ama artık ben öyle değilim. Ezilen kim varsa yanındayım. Yanında olacağım. Olmaya çalışacağım. Velev ki ezen kardeşim de olsa karşısında olacağım. Dinimiz bize hiçbir ırkın üstün olmadığını öğretti ama biz Türk’ün üstün ırk olduğu düşüncesiyle hareket ettik. Resmi eğitim bize aslında bunu dayattı biraz. Biz de dünden hazırdık. Hemen girdik o kalıba. Eğitimin her aşamasında ders olarak aldığımız inkılap tarihi dersleri Ege denizine döktüğümüz Yunanlı düşmanlığını aşıladı bize. Ama yaşadığımız bu süreçte bize kapılarını açan ilk Yunanistan oldu. Ben Yunanistan’da bir yıla yakın yaşadım. O kadar iyi insanlar ki anlatamam. Bir Vasil abimiz vardı. Türkiye göçmeni bir Rum. 40 yıl önce ayrılmak zorunda kalmış Türkiye’den. Aynen bizim gibi her şeyine el konulmuş. Bana dedi ki, “Siz de Türkiye’ye karşı kırgınlık ve kızgınlık görüyorum. İki şerefsiz yüzünden ülkemize darılmayın. Bizim ülkemiz burası değil orası.” Şok oldum.
Eskiden çalıştığım bakanlıkta hem ufkum darmış hem de korkak hareket ediyormuşum. Aman bakan ne der, aman yöneticiler ne der, denetimde soruşturma geçirir miyim? Şimdi devlet yönetiminde daha cesur olunması gerektiğini anladım. Cesurluktan kastım elbette aptallık değil, hukuksuzluk değil. Daha atılgan demek istedim. Şimdi zorunlu da olsa dünyaya açıldık, pek çok ülke gördük, ufkum açıldı diyebilirim.
Bu süreçte öğrendiğim en önemli şeylerden biri de herkese ederi kadar kıymet vermekmiş. Ben özellikle ailemden insanlara aşırı kıymet vermişim. Çok ödünler vermişim onlar için. Vaktimi harcamışım, naktimi harcamışım onlar için. O kadar yırtınmaya değmezmiş. Bu süreçte amasız, fakatsız sırf ben olduğum için hiç biri yanımda dimdik durmadı. Hiçbirine sırtımı yaslayamadım.