ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Günahsız ve bir yavruya karşı diş bileyen bir iktidar…
Amansız bir hastalığın kıskacında bir çocuk, bu da yetmez gibi kin, nefret, hınç ve adavetle hareket eden bir zihniyet ve devlet kıskacı.
Şu, önüne her türlü bariyer konarak, tedavisi geciken ve amansız bir hastalıkla cebelleşen küçük Ahmet…
Bu bariyerleri aşan ancak, tedavi geciktiği için Türkiye’ye dönmek zorunda kalan Ahmet Burhan…
Cezaevindeki bulunan babasıyla telefondan görüşmesini yapan ve ‘Artık gel baba!’ diyerek, merhametli yürekleri sızlatan Kara Efe…
Yürekler paça parça oldu o ağlayışa…
O gül yüzlü Ahmet’e merhametin kırıntısı olan ağladı.
Ciğerler dağlandı, Ahmet’in ağlamasına.
Parmaklıkların ve beton duvarların ardından yaralı yavrusuna ses veren Baba Harun Ataç’ın, “Gelmek istiyorum oğlum ama bırakmıyorlar” deyişindeki çaresizlik karşısında gönüller harap oldu.
Neyse ki lütuf buyurup, 5 saat görüşme izni verdiler hicranlı babaya.
Ve beş saatlik baba-oğul buluşmasından sonra, kara zindanlara döndü hicranlı Baba.
Filmleri aratmayan bu dramı, habersiz birine anlatsanız, mümkün değil inanmaz.
Hangi çağ, hangi zamandayız, diye hayretten hayrete salınır muhatabınız.
Bütün bunları sözüm ona mazlum ve mağdurların hamileri reva görüyor bir yavrucağa…
Güya adiller, adaletleri batsın…
Güya insanlar, insanlıkları batsın…
Güya çaresizlere kucak açıyorlar, kör kucakları batsın…
MELEK KALPLİLER VE DÜNYADAN AKAN SEVGİ SELİ!
Ölümle pençeleşen bu yavru için yine melek kalpliler seferber oldu.
Aktivist Natali Avazyan’ın öncülük ettiği kampanyada, büyük bir ilgi ve sevgiyle karşılık buldu.
Dünyanın dört bir yanından Natali’nin ‘Kara Efesi’ Ahmet Burhan için, seferberlik ilan edilmiş durumda.
Dört bir kıtadan ilgi devşirdi bu kutlu çaba…
Binlerce yürekli, bu yüreği yanık yavruya hastag ile bir kampanya başlattılar.
Ahmet ve ailesi için destek videoları paylaşılıyor.
Yazar ve Yönetmen Ayşenil Şamlıoğlu mesajında:
“Canım Ahmet, benim güzel oğlum, koca gözlüm.” çektiği videoyu paylaştı.
Kanada’ dan gençler, Avrupa’dan Suvari, Ahmet için şarkılar besteledi.
Kıta Ülkesi ’nden küçük oğlum Akif; “Avustralya’dan selamlar Ahmet abi, seni çok seviyoruz” diyerek mesaj yolladı, minik avuçlarını semaya açtı.
Yaşlısından, gencine günahsız yavrulara kadar…
Herkes Ataç ailesine moral veriyor, dua ve şifa dileklerini yolluyor.
Cezaevinde Koronavirüs tehdidi altındaki tüm mazlumlar ve Baba Harun için, ‘Zaman Daralıyor Tahliye’ derken, Ahmet için ‘Acil şifalar’ diliyor.
Kültür, sanat, spor dünyasından birçok merhametli yürek, ses verdi Ahmet’e…
Futbolun Kralı Hakan Şükür Amerika’dan ve Sanatçı Ferhat Tunç, Avrupa’dan sevgi mesajını yolladı...
Daha nice duyarlı memleket insanı…
Mesaj yollayanlar, yürekten konuşunca elbette tüm kalplerde etki uyandırdı.
Bu vesileyle, acılar coğrafyası Dersim’in acılarını türkülerine, ezgilerine taşıyan Ferhat Tunç’u dinliyor, bu toprakların sonu gelmez acılarına yeniden kulak kesiliyorum.
7’den 70’e, küçük, büyük ayırmaksızın devletin acımasızlığının muhatabı yurdum insanın tekrar hatırlıyorum.
SAHİ NEDİR AHMET’LERİN, ÇEKTİĞİ BU ACIMASIZ DEVLET ANLAYIŞINDAN?
Öyle bir dönem yaşıyoruz ki…
Yahu bu coğrafyanın kaderi mi?
Bu ‘hasta ruh’ peşimizi bırakmayacak mı?
Bu tarih hep böyle tekerrür mü edecek?
Sahi, nedir bu Ahmetler’in, Efeler’in, Ferudun’lar, Ferhatlar’ın, Harunlar’ın, Ayşeler’in, Fatmalar’ın; zulmü alışkanlık haline getiren canavarlardan çektiği?
Unutulması mümkün mü zulüm çarkının?
Bu acıları biz unutsak da tarih unutturmayacak hiç şüpheniz olmasın…
Unutturmuyor da zaten…
Minicik yüreklerde meydana gelen bu depremi, bu emsalsiz eziyetleri çektirenler unutulur mu?
Elbette, acı çektirenler, isim isim unutulmaz?
Lanetle anılacaklar.
İzlerini kaybettireceklerini mi sanırlar?
İyilik melekleri ise tertemiz tarih sayfalarında…
Altın yıldızlı harflerle…
Örnek mi istiyorsunuz?
Buyurun tarih sayfalarına:
Meşrutiyet’in ilanının arifesi…
1906 yılındayız, Halkalı Ziraat Mektebi…
Tam 114 yıl önce…
Merhum Mehmet Akif Ersoy’u ağlatan ve ‘Hasta şiirini’ yazdıran dram yaşanıyor.
Kalpten yazılan kalplere dokunur elbette…
VEREME YAKALANMIŞ AHMET İLE KANSERE YAKLANAN AHMET
Mektepli Ahmet’in veremin kıskacına iten dram…
8 yaşında kansere yakalanan Ahmet bir yanda lise çağlarında vereme yakalan Ahmet diğer yanda…
İki Ahmet’in ortak noktası, zalim mi zalim yöneticilerin acı çektirmesi.
Akif şiirlerini, uyuyan, hakikatten kopan çağdaşlarını aydınlatmak için yazıyordu elbet.
Ama mazlum Anadolu’nun halini hep bizlere taşıdı.
Yoksul, çaresiz, zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren insanların hikayelerini manzum bir dille bugünlere taşıdı.
Onun için biz unutsak da tarih unutturmaz diyorum.
İşte bir asır önce Ahmet’e reva görülen yobazlığı, bugünküler Ahmet Burhan’a yaşatıyor.
Bu utancı bizden sonrakiler de dehşet içinde okuyacaklar.
Safahat’taki manzum şiirleri, daha anlaşılır bir dille sadeleştirilerek, düz yazı haline getiren Sayın Yıldız Yılmaz hanımefendinin ‘Safahat’tan Hikâyeler’ isimli kitabında, bu uzun ‘hasta’ şiiri ve bu hikâyeyi sizinle paylaşmak istedim.
Trajediyi, ‘Hasta’ başlıklı manzumede dille getiriyor, Milli Şair.
Hikâye sanki bugünkü Ahmet Burhan’ı anlatıyor.
Devlet’in merhametli kucağına bırıkalın evlatların, hoyratça yaklaşan anlayış.
Bugünde öyle değil mi?
Harbiyeli öğrencilerin ve gencecik evlatların hali.
Cezaevindeki yuzbinlerle mahpusun bugünkü kaderi?
Hikâyeyi özetliyeyim…
Son sınıf öğrencilerinden biri hastalanır.
Akif’in öğretmenlik yaptığı Halkalı Ziraat Mektebi’nde vereme yakalanır Ahmet…
Muayene eden doktur, Ahmet’in nezle olduğunu söyler üzerinde çok durmaz.
Yanlış teşhis ve ihmal…
Günden güne kötüye gider Ahmet.
Yeniden muayene edilir.
Doktor” sırtını aç” der, veremli Ahmet’e.
O, halim yok doktor, siz açın, der.
Hasta Ahmet’in görünüşü içler acısı…
Yüzünün rengi uçmuş, gözlerinin içeri çökmüş.
Elmacık kemikleri zayıflıktan dışarı fırlamış.
Alnındaki damarları iyice ortaya çıkmış.
Hastalığın şiddeti, yüzündeki gençlik ışığını karartmış, benzi küle dönmüş.
Yanakları iki solgun güle dönmüş adeta.
Müdür de doktor da, durumunun ne denli kötü olduğunun farkında.
Çocuk vereme yakalanmış, ancak birkaç günlük ömrü kalmış.
Son sınıfta okuyan hasta öğrenci revir doktoruna getiren okul müdürünün konuşmasıyla başlar.
Yatılı okulda öğrencinin verem gibi bulaşıcı hastalıktan öldüğünün duyulması, okulun yöneticileri ve doktor için de skandala dönüşecek.
SİNSİ PLAN DEVREYE SOKULUR!
Onun için hâl çaresi düşünülür.
Sinsi plan devreye girer.
Okul Müdürü ve Doktor, Ahmet’i sokağa atmaya karar verir.
‘Tebdil-i hava’ bahanesi ile çocuk okuldan uzaklaştırılacak.
Ama nasıl?
Cellatlık, yani ikna işini; o dönemde ‘mubassır’ olarak ifade edilen, okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen, düzeni sağlamakla görevli memura yaptırırlar.
Müdür, hasta Ahmet’in yanına gönderdikleri mubassırı sıkı sıkıya tembihleyerek, “istemezse kandırmaya çalış, ikna et, okuldan gönder” der.
Bile bile ölüme sürüklenen vesokağa atılan bir çocuk…
Haber, Ahmet’e ulaştırıldığında, üç yıla yakın bir zamandır kaldığı okulundan ayrılmak istemez.
Hem yetim hem kimsesiz olan o, yatılı olarak girdiği bu okuldan bir meslek kazanarak çıkma hayalindedir.
Onun için çok çalışır derslerine…
Bu hayalleri, onu aşırı çalışmaya itmiş onun ihmali, doktorun ilgisizliği ve yanlış teşhisi sonucu verem olmuştur.
Son günlerini sokaklarda değil okulunda geçirmek ister.
YÜREK PARÇALAYAN KONUŞMA VE GUREBA’DA BİTEN HAYAT!
Bu kararla, sadece bu yoksul Anadolu çocuğunun değil, ona muhtaç durumdaki kardeşinin de ümitleri yıkılır.
Ahmet, mubassıra;
“Ben sizden hava değişimini istemiyorum ki”, der. Ve yürek parçalayacak şu ifadeleri dile getirir sonrasında:” Beni kendi halime bırakın da rahatça öleyim. Bu okul bana üç buçuk yıl katlandı. Üç gün daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem beni yıllarca barındırmış olan bu yerden niçin ‘öleceksin’ diye kovuyorsunuz ki? Kimsesiz bir çocuğum. Etmeyin. Anam ölmüş babamın yüzünü bile hatırlamıyorum. Bir kardeşim vardı, onun da tek ümidi bendim. Hangi derdim için ağlayayım bilmiyorum ki? Bu kadar çalışmanın sonu böyle bir sefalet mi olacaktı? Ey Rabbim acıma nedir bilmeyen bu insanların yaptığına bir bak.” der.
Arkadaşları Ahmet’i bindirir bir araca ve bir meçhule yollarlar…
Garip Ahmet Gureba’ya sığınmaya karar verir.
Bu feci olayın tanığı olan ama elinden bir şey gelmeyen okulun öğretmenlerinden Mehmet Akif Ersoy’un bu olaydan çok etkilendiğini, sonra da ‘Hasta’ şiirini bu nedenle kaleme aldığını bize aktarıyor edebiyat araştırmacıları.
Çok uzun şiir, şu üç mısra ile bitiyor:
“Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; guraba,
Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada,
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!”
Ahmet Burhan ve Ataç ailesine çektirilenden var mı bir farkı?
Yazar Ali Bulaç’ın, bugünkü muktedirler için; “Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket” tanımlaması sizce de doğru bir tanımlama değil mi?
İki Ahmet’in ortak kaderi ve başımızdaki felaket (ler)! . e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au