Prof.
Dr. Suat Yıldırım-The Circle
Dinler arası barış
olmadıkça dünya barışı imkânsızdır Bu gerçek de, farklı din mensuplarının
birbirleriyle diyalog içinde olmalarını gerektirir. İletişimin
arttığı bir dünyada müşterek yönleri olan sistemlerin birbirleriyle görüşmeleri
beklenir. Hele dinsizlerin , insanları birbirine kırdıran başlıca faktör
olarak dini itham etmeleri karşısında, dinlerin kendilerini oldukları gibi
anlatmaları, insanlığa mutluluğu ve erdemli bir hayat yolunu
gösterdiklerini ortaya koymaları yerinde olur. Özellikle Hz. İbrahim (a.s.)’ı
ortak ata olarak kabul eden, onun dînine ve milletine mensup olmakla övünen
Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler arasında daha geniş bir müşterek alan
bulunmaktadır. Bu ortak değerleri ortaya koymalarında fayda vardır.
Farklı din
mensupları, mesela Müslümanlarla Hristiyanlar arasında diyaloğun
faydasını anlamak için, 11-13. asırlarda üç yüz yıl kadar süren Haçlı
Savaşlarını hatırlamak yeterlidir. Tüm Avrupa ordularına ömür
tüketen bu meşakkatli seferleri göze aldıran, yüz binlerce Hristiyanı
ve Müslümanı kırdıran bu asırlık savaşların sebebini araştıracak olursak,
İslam ve Müslümanlar aleyhinde yayılan bazı iftiralardan ibaret olduğunu
görürüz. Aleyhte propagandalar, maalesef İslam hakkında hiç bilgisi
olmayan Avrupa kamu oyunu; Müslümanların Hz.Îsa düşmanı,onun mezarına
bile hakaret eden, kana susamış, cinsel yönden iffetsiz, Hz. Peygamber (a.s.)’ı
ise -haşa- “kötülükte sınır tanımadığı için hatıra
gelebilecek tüm kötü sıfatları söylemenin hakkında mübah olduğu bir
Deccal” olduğuna inandırmıştı. “Dîninizi ve hayatınızı kurtarmanın savaştan
başka yolu yoktur!” hıncı ile üç asır boyunca haçlı orduları
dünyayı kanla doldurdular. Oysa İslam’ı tanıma
cihetine gitselerdi, Müslümanlar da onları bilgilendirebilselerdi bu gibi
savaşlar önlenebilirdi.
Hristiyan dünyası,
uzun Ortaçağında en büyük rakîbi gördüğü İslam dininin kutsal kitabını
öğrenmek için bir adım bile atmamış, Avrupa’da ilk Kur’an tercümesinin ortaya
çıkması için beş asır beklemek gerekmiştir. 12. asırdaki bu Latince tercüme
yazma olarak Güney Fransa’nın Cluny manastırında kalmış,
yayınlanması için bir o kadar zaman daha , yani 16. asır beklenmiştir. Bunun
manası açıkça şudur: Hristiyan dünyası bin yıl boyunca savaştığı din
hakkında hiçbir bilgi edinme cihetine gitmemiştir.
Hatta o kadar uzağa
gitmeye de hacet yok. Daha dün denecek kadar yakın 19. asırda bile bu taassup
devam etmiştir. Dinler ve medeniyetler arası ilişkilerde uzman bir Avrupa’lı
Bernard Lewis, bunu 30 yıl kadar önce TRT’de yayınlanan bir röportajında açıkça
dile getirmişti. Zaten gerek o, gerek başka bir çok Batı’lı bu durumu
kitaplarında da yazmışlardır. Programı yapan gazeteci ona şöyle bir
soru yöneltmişti: “ 16., 17., 18., 19. asırlarda İstanbul’a ve diğer Müslüman
ülkelere gelip ikamet eden ve seyahatnameler yazan birçok Avrupalı biliyoruz.
Ama buna karşılık Avrupa’ya gidip orada oturan, seyahatname yazan
Müslüman bilmiyoruz. Bunu nasıl izah edersiniz?”. Cevabında başka ihtimal
üzerinde durmakla beraber şöyle demişti: “Avrupalı bir kişi, harbî dahi olsa
(savaş halindeki bir ülke vatandaşı da olsa), müstemen olarak İslam
ülkesine girip gezebilir, ticaret yapabilirdi. Orada kendi din ve mezhebinden
cemaat bulabilirdi. Ama o asırlarda bir Müslümanın, hayatını tehlikeye atmadan
Avrupa’ya girmesi mümkün değildi”. Nitekim bu hasmane zihniyetin bir sonucu
olarak maddeten güçlenen İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya gibi Batı
Avrupa ülkelerinin siyasî yöneticileri o asırlarda İslam ülkelerinin büyük
kısmını işgal edip sömürgeleştirmişlerdi. Ancak 20. yüzyılın ortalarında
sömürgeleştirilen Müslüman ülkeler siyasi istiklallerine kavuşabildiler.
Bu cehalet ve
bağnazlık çağlarının geride kalmasından ötürü büyük bir memnuniyet
duymak gerekir. Bunların kalıntıları elbette vardır. Fakat en azından ,
prensip olarak düşmanlık ve saldırılar kınanmakta, barışın asıl olduğu kabul
edilmektedir. Bu önemli değişikliğin birçok etkenleri vardır. Bu kısa
makalemizde onlara değinemeyeceğiz. Ama şu bir gerçektir ki diğer din
mensupları gibi bundan böyle Hristiyanlar da, dünyada başka
büyük dinlerin bulunduğunu, dünyanın kendilerinden ibaret olmadığını iyice
gördüler. 1965 yılında sona eren Vatikan II konsili, diğer din mensuplarına ,
özellikle Yahudi ve Müslümanlara diyalog teklif etti. Konsil metni Müslümanlarla
ilgili kısmında, Hıristiyanlıkla müşterek olan inanç, ibadet ve ahlak
prensiplerine yer verdikten sonra şu paragrafı da ilave etti: “Her ne
kadar, asırlar boyunca,Hrıstiyanlarla Müslümanlar arasında birçok
anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar ortaya çıkmış ise de Konsil, hepsini geçmişi
unutmaya, samimi olarak karşılıklı anlayışa gayret göstermeye ve bütün insanlar
için sosyal adaleti, barış ve hürriyeti birlikte korumaya ve geliştirmeye
teşvik eder”. Bu tutum, Kur’an-ı Kerim’in şu ve benzeri ayetleriyle
başlattığı diyalog teklifine maalesef on dört asırlık bir gecikme
ile verilmiş cevaptır: “De ki: Ey Ehl-i Kitap! Geliniz, bizimle sizin
aramızda birleşeceğimiz, müşterek bir sözde karar kılalım: (…)” (Âl-i İmran 3/
64. Ayrıca bkz.Ankebut 29/46).
Daha düne kadar
turist olarak bile giremediğimiz ülkelerde şimdi işçi, öğrenci, iş adamı,
gazeteci, turist, temsilci vb. olarak oturan, yerleşen, hatta bazıları
parlamenter olan milyonlarca insanımız bulunmaktadır. Oralarda
okul,cami açma, gazete,dergi,radyo ve TV yayınları yapma gibi her türlü
imkan mevcuttur. Anketler İslam’ın ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber
(a.s.)’ın o ülkelerde ne derecede büyük ilgi uyandırdığını
göstermektedir. Şimdi yapacağımız iş,bu muazzam değişikliği anlayıp
ona göre İslam’ı yaşama ve anlatma imkânlarından yararlanmaktır.
Hristiyan- Müslüman
görüşmelerinde Türkiye uzun zaman pek yer almadı. Hatta Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın , Vaikan II konsilinden sonra 70’li yıllara doğru
Papalıktan gelen Ramazan bayramı kutlama mesajlarına cevap vermekten
çekindiğini yakından bilmekteyiz. İslam’ın hoş görmediği bu nezaketsiz
tutum, o zamanki yetkililere has değil, asırların ötesine uzanan geleneksel bir
tavırdır.
Son dönemde
bazı Hristiyan yetkililer, önceki nesillerin yaptıkları düşmanlıklardan
özür dilemişlerdir.Onların diyalog teklif ettikleri bu sırada, dünyevi kuvvet
dengeleri bakımından Müslümanlardan daha güçlü olduklarını da
unutmayalım. Bu tutum karşısında “Samimi misiniz? Size inanmamız kolay
değil” veya “Sizin ecdadınız bizimkilere zulmetti” veya “G. Bush hükumeti
neden Irak’a hücum etti?” yahut “Neden Filistin’de bu katliamlar yapılıyor?”
veyahut “D. Trump’un sözlerine ve yaptıklarına baksanıza!” diye cevap vermek ve
uzatılan eli reddetmek kanaatimce isabetli değildir. Zira diyalog
taraflıları, zaten o haksızlıkları kınıyor ve böylesi olumsuzlukları gidermek
için işbirliği teklif ediyorlar. Kalplerini yarıp da içlerini görmemiz
mümkün olmadığına göre zahire göre hükmetmemiz uygun olur. Kin ve savaşı
asırlarca yaşayıp tecrübe ettik. Biraz da sulh ortamında yaşamaya çalışalım.
Kureyş müşrikleri ile yıllarca devam eden kıyasıya savaş durumundan sonra
Hudeybiye sulhunu emr eden ve bu sulhu “fethen mubina, yani âşikâr bir
zafer” (Fetih Suresi 48/ 1) olarak ilan eden Kur’an’ın talebeleri değil miyiz?
Haklı olarak müşahhas
sonuçlar bekleyen geniş bir kitle vardır. Bunu makul bulmakla
beraber, meselelere Kur’an-ı Kerim’de vurgulanan Sünnetullah açısından
bakmak da lüzumludur. Asırların tortusunu birkaç yılda
temizlemek mümkün değildir. Sonuca doğru bir ayak ilerlemeyi bile kazanç
bilmeliyiz. Global alanda yol alma böyle olur. Bununla beraber sadece
Kültürler arası Diyalog Platformu (KADİP) tarafından 13-16 Mayıs 2004
tarihlerinde Mardin ve İstanbul’da düzenlenmiş olan “Hz. İbrahim’in
Aydınlığında Dinler ve Barış” başlıklı uluslararası toplantıdan
bile öğrendiğimiz birçok müşahhas gelişmeler olmuştur.
Bunlardan birkaçını
zikredecek olursak: Bir Anglikan papazı Sırpların yıktığı
Saraybosna’daki Ferhat Paşa camiini orijinal mimari tarzı ile
yeniden inşa etme yükünün altına girmişti. Bundan da önemlisi bu işi
nasıl bir bilinçle yaptığını ortaya koyan şu sözü olmuştu: “Bosnalılar kendi
imkânlarıyla bu camii yeniden inşa edebilirler. Fakat asıl matlup
olan, bütün Avrupa ülkelerinden katılım sağlanmasıyla, İslam’ın Avrupa’dan
sökülüp atılamayacağını sembolize eden toplu ve güçlü bir cevap
vermektir”. Bir Belediye Başkanı Almanya’da, aykırı görüşte olan Alman
vatandaşlarına rağmen , kubbeli ve minareli bir cami yapılmasına imkân
vermişti. Bir Alman profesör, J. Laenamenne bazı okullarda “İslam dini”nin ders
olarak konulması için çalışmış ve sonuca ulaşmıştı. Bazı Almanlar
bölgelerindeki Müslümanların mescit yapmaları, Cuma namazı için
çalışma saatlerini ayarlama, Müslümanların hakları için çalışma gibi
işlerinde destek vermişlerdi. Bir Amerikalı olarak Vatikan’da “Müslümanlarla
Münasebetler Daire Başkanlığı ” yapmış olup oradaki İslam İlahiyat Fakültesi
(PISAI) profesörlerinden Thomas Michel: “ABD ilk fırsatta
İrak’ı BM’e devr etmeli. ABD oradan çıkması gerektiğini anlamış olmalı.
Otuz yıldan fazla zamandan beri ülkemin dışında yaşıyoruum. Şimdiye kadar
hiçbir zaman Amerikalı oluşumdan böylesine utanç duymadım” demişti.
Eklenebilecek çok şey var. Ama uzatmamak için sadece 2017’de iki Alman devlet
adamının tespitlerini ilave etmekle yetineyim. Bu iki tesbit, her Müslümanın
ciğerine işleyen ve unutması mümkün olmayan iki cümle olarak ifade edilmişti.
Almanya Başbakanı A. Merkel: “Sığınacak yer arayan Müslümanlar, bir İslam
ülkesine gidemeyip bize geliyorlar”. Federal içişleri bakanı Thomas De Maizier
de, özellikle Müslüman türkleri kasd ederek: “Elli yılı aşkın bir zamandan beri
sizlerle hayatımızı paylaştık. Bir kere olsun güçlü bir teşekkür sesi
duymadık. Acaba dininizce buna bir engel mi var?”.
Bu gibi tezahürlere
bakan bazı Hristiyanların “Biz Müslümanlara doğru çok adım
atıyoruz, ama onlar bize doğru pek yaklaşmıyorlar” demeleri normal
karşılanabilir. Fakat bundan rahatsızlık duyan Müslümanların bulunmaması gerekir.
Diyalogdan müşahhas sonuç alınmadığını düşünen Müslümanlara dönerek şunu
demek istiyorum: Bunlar müşahhas kazanımlar değilse, daha ne olması
beklenebilir ki? Diyalog arayışı içinde olanları ağır ithamlara maruz
bırakanlar var. Bunlar fikirlerini makale ve kitaplarla açıklayıp
ikna etme yerine, ekseriya vur kaç usulü , birkaç cümle ile sataşıp ortadan
kayboluyorlar. Çünkü iddialarının, hakikat pazarında tutarlı olmadığının
farkındalar. Ben şahsen bunu bir gerginlik sebebi yapmayı doğru bulmuyorum. Din
gayretiyle yapmışlarsa, şeytan ve nefis karışmamışsa, yaptıkları hücum
sebebiyle şahsen hakkımı helal ediyorum. Hatasızlık iddiasında değilim.
Allah’tan bizleri razı olduğu işlere muvaffak kılmasını diliyorum.