24 Temmuz Cuma günü, merhum Turgut Özal’ın iktidarı döneminde ibadete açtığı ve minarelerinden ezan okuttuğu Ayasofya tekrar ibadete açıldı ve beşyüz civarında VIP, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın elinde kılıçla irad ettiği hutbeden sonra Cuma namazı kıldı. Tabi bunun, dünyaya İslam hakkında nasıl bir mesaj verdiğini sizlerin takdirine bırakıyorum.
Bununla beraber, işin ilginç tarafı Ayasofya’nın yıllardır ibadete açık olduğunu bilen ama belki de kapısından bile geçmeyen binlerce insanın Ayasofya’da Cuma namazına koşturmasıydı. Çünkü bu sefer mesele taabbudi değil, siyasiydi.
Bin beşyüz yıllık tarihi olan Ayasofya, bin yıla yakın kilise olarak, beşyüz yıl da cami olarak hizmet vermiş bir mabedtir. 1934 yılında, Mustafa Kemal Atatürk döneminde, bakanlar kurulu kararıyla müze statüsüne alınan Ayasofya’nın yargı kararıyla tekrar cami statüsüne alınmasını, Erdoğan rejiminin bir fetih edasıyla kutlaması, mabedin ibadete açılmasıdan değil, Kemalist kesime karşı sembolik bir zaferin işareti olmasındandır.
Yoksa, yukarıda bahsettiğimiz gibi Ayasofya zaten ibadete açıktı. Daha da önemlisi, tam karşısında Sultan birinci Ahmed’in yaptırdığı mimarlık harikası olan Sultan Ahmed var ve bu camii şerifte vakit namazlarında iki üç saftan fazla cemaat bulmak zor.
Aslında gelişmeleri daha iyi kavramak için, Ayasofya’nın önce kilise, sonra cami, sonra müze ve sonra tekrar cami statüsüne alınmasının tarihsel, siyasal ve teolojik boyutlarını kısa bir analize tabi tutmak lazım. Meseleyi tarihsel bağlamda ele aldığımızda, Fatih Sultan Muhammed Han’ın, fetih sonrası savaş hukukunun geçerli olduğu günlerde, Bizans’ın güç sembolü olan Ayasofya’yı camiye çevirmesi, dönemin savaş kuralları bağlamında hukuki olduğu görülecektir.
1934’de bakanlar kurulunun Ayasofya’yı müze statüsüne alması ise siyasi bir karardır. Elbette dönemin şartlarını da göz önünde bulundurmak lazımdır ama atalarımız tarafından bizlere cami olarak emanet edilen bu mabed, dönemin bakanlar kurulu tarafından müzeye çevirilmemiş olsaydı, bugün bu tartışmaları yapmıyor olacaktık.
Bu nedenle merhum Turgut Özal döneminde bir bölümünün ibadete açılması kararının da, isabetli bir karar olduğunu düşünüyorum, çünkü bu karar hem iç komuoyunu tatmin etmiş, hem de uluslararası bir krize neden olmamıştı.
Geçtiğimiz günlerde, ibadete zaten açık olan Ayasofya’nın kılıçlı hutbelerle tekrar ibadete açılması ise iç kamuoyunu ve İslam dünyasını hedefleyen siyasi bir hamledir. Ve öyle tahmin ediyorum ki, Erdoğan’ın hilafet yolunda attığı taktiksel adımlardan önemli bir adımdır.
Meselenin teolojik boyutuna baktığımızda, aslında kiliseler, havralar, camiye çevirilmez, camiler de başka bir statüye alınmaz. İslam hukukunda, savaş kuralları dışında, insanların gayrimenkullerine el konulamaz, ve bu mülkler gönül rızasıyla veya bir bedel karşılığında verilmedikçe tasaruffa açık değildir. Allah Resulü savaş şartlarında bile ibadethanelere ilişilmemesini emretmiştir, çünkü Kur’anın “dinde zorlama yoktur” ayeti insanlara din ve inanç hürriyeti vermektedir. Dolayısıyla, kilise ve havralar, o dinlerin mensupları tarafından gönül rızasıyla verilmedikçe veya bir bedel karşılığında satın alınmadıkça cebren camiye çevirilemezler.
Şimdi dönelim esas konumuza, yani neredeyse beşyüz elli yıldır topraklarımızda olan Ayasofya’nın görkemli bir merasimle tekrar cami olarak açılmasına. Ayasofya’da 86 yıl sonra Cuma namazının protokolle kılınması ve bu programın tüm dünyaya canlı olarak yayınlanması, Erdoğan’ın siyasi stratejisi açısından fiili saltanatının culus törenidir ve hilafete hazırlık safhasıdır.
Peki, İslam dünyasında kanayan bir yara haline gelen hilafet nedir?
Hilafet, halef kökünden gelir, yani birilerinin halefi olmak, yerine geçmek, vekili olmak manalarını taşır. Aslında dini kriterler açısından tüm insanlar dünyada Allah’ın halifeleridirler.
Bununla beraber, bir de nübüvet hilafeti vardır ki, Allah Resulünden sonra 30 yıl devam etmiştir.
Hulefa-i Raşidin döneminden sonra da melikler dönemi başlamıştır. Bu dönemlerde iktidara gelenler, her ne kadar halife ünvanıyla anılmış olsalar da, meliktir, yani sultandır. İslam hukukunda hilafet sözü aslında Allah Resulünün yerine geçen, ve risalet haricinde diğer vazifelerini üstlenen kişiler anlamına gelir. Meliklik ise, saltanatın babadan oğula geçtiği sistemin adıdır.
Hz Ömer hilafeti döneminde Selman-ı Farisiye “ben melik miyim, halife miyim” diye sorar. Selman, eğer halktan, Allah Resulünün belirlediğinden fazlasını toplayıp, hakkın olmayan bir yerde harcarsan melik olursun”, cevabını verir. Yani, Selman, melikler haksız tasarufta bulunabilen liderlerdir, tanımını yapmıştır. Bu nedenle sahabeler Hz Ömer’e “hamd olsun ki sen melik değilsin”, demişler. Demek ki ümmetin mülkünde dilediği gibi tasarruf edenlerin halife olması mümkün değildir.
Dolayısıyla, hilafetle saltanat arasında büyük fark vardır, İbn Hazm, hilafette veraset olmaz der. Allah Resulünün “hilafet 30 yıldır” hadisini ölçü alan Taftazani de, Muavviye ve ondan sonra gelenlerin halife sayılmayacakları, melik olduklarını söyler. Buna göre, Raşid Halifeler döneminden sonra gelenlerin hilafet ünvanlarının siyasi bir ünvan olduğunu düşünebiliriz. Tabi, Ömer b. Abdulaziz gibi mümtaz liderleri istisna sayarak.
Meselenin teolojik boyutunu özetleyecek olursak, Allah Resulünün hadis-i şerifleri ışığında, nübüvet halifeliği Raşid Halifeler dönemiyle tamamlanmıştır. Ardından gelen halifelikler aslında dini değil, siyasi ünvanlardır. Bu durumda bile cumhurun görüşüne göre, halife, üzerinde umumun ittifak ettiği kişidir. Yani günümüz perspektifinden bakıldığında, bir kişinin halife olabilmesi için, İslam dünyasının bu konuda ittifak halinde olması gerekir.
Bununla beraber, Allah Resulünün, “Ebu Bekir namazı kıldırsın” ifadesinden başka, falanca halife olsun veya filanca şekilde seçim olsun gibi beyanatları yoktur. Hadis-i şerifler bize daha çok, lider vasfını taşıyan insanların adaletli, merhametli, her türlü yolsuzluk ve haksıklıktan uzak, hakka hukuka riayet eden, çalıp çırpmayan, insanlara zulüm etmeyen dürüst kişiler olması gerektiğini bildirir. Dolaysıyla, bu vasıfları taşımayan insanlar Müslümanlara değil halife, melik bile olamazlar, veya olmamalıdırlar.
Buna göre, İslami kriterler açısından Erdoğan’ın hilafet hayallerinin ne kadar gerçekçi olduğunu takdirinize havale ediyorum.
omeratillaergi@yepyeni.zamanaustralia.com