Yaşadığımız şu süreç maalesef hepimizde derin yaralar açmış durumda. Bazı arkadaşlarımız bizzat zulüme mazur kaldılar, hayatlarını kaybettiler, bazıları da halen cezaevlerinde geleceklerinden habersiz bir şekilde bekliyorlar. Bir de tek çareyi hicrette bulan, her türlü riski göze alarak dünyanın çeşitli ülkelerine göç eden muhacirlerimiz var. Bu zulümlere direk muhatap olmayan arkadaşlarımız bile, hem ruhsal, hem psikolojik, hem de sağlıksal olarak etkilenmiş durumda.
Bu nedenle, belki de arkadaşlarımıza biraz olsun ümit olabilecek, aşk ve şevklerini arttırabilecek konulardan bahsetmek, dünyaya serpilen tohumların nasıl filizlendiğini anlatan bir yazı yazmak istedim. Eminim ki yurdışında yaşayan arkadaşlarımızın bir çoğu yazımda anlatacağım insanlara benzer, Hizmete gönül vermiş birçok yabancıyla karşılaşmışlardır, ama ben Avustalya’da yakinen tanıdığım bir kaç arkadaştan bahsedeceğim.
Birincisi Avustralyalı bir abimiz. 1990’ların başında İzmir’de Sızıntı dergisinde görev yaparken tanıştığım biri. Türkiye’ye Hocaefendiyi görmeye gelmişti. Kendisiyle yaptığım kısa bir söyleşide, nasıl Müslüman olduğunu sormuştum. Ben dedi, Avustralyanın Queesland eyaletinde Müslümanların olmadığı bir kasabada yaşıyordum. İslamı seçmeden önce hiç bir Müslümanla tanışmamıştım.
Bu ifadeleri beni iyice meraklandırmıştı. O zaman nasıl Müslüman oldun, dedim?
Verdiği cevap oldukça şaşırtıcıydı. Bir gece Hristiyan olarak yattım, sabah Müslüman olarak kalktım, diyordu. Bu nasıl olabilir dediğimde, ben hergün ellerimi açıp dua ederdim, Tanrım bana doğru yolu göster, diye Ona yalvarırdım. Bir gece beni rüyamda Hz Muhammed ziyaret etti ve ben İslamı din olarak kabul ettiğimi bizzat ona söyledim, diyordu.
İzmir Yamanlarda Hocaefendiyi ziyaret ettikten sonra, “ben o zatın yanından ayrılmak istemiyorum”, demişti. Daha sonra, İzmir’de ki adam diye bir şiir yazmış, Sızıntı’da yayınlanmıştı.
Onunla tanıştığım gün, altının kıymetini sarraf anlar demiştim.
Bir de halen beraber hizmet etmeye çalıştığımız Matthew isimli İtalyan asıllı genç bir arkadaşım var. Babası çok katı bir Hristiyan. 17 yaşındayken Matthew’yu disiplinli bir özel okula yazdırıyor. Bir gün öğretmeni sınıfa, dünya dinlerini karşılaştırın diye bir ödev veriyor. Matthew, Hristiyanlıkla İslamiyeti karşılaştıracağını, söylüyor. Uzun bir araştırmadan sonra İslamiyeti seçiyor.
Neden dediğimde, bana tevhid cevabını vermiş, hiçbir din Allah’ın birliğini İslam’da anlatıldığı gibi ifade edemez, demişti. Bu genç kardeşimiz Hizmet’in içinde yetişti. Bugün bir camimizde Cuma hutbeleri okuyor.
Bir başka arkadaşımız da okullarımızdan birinde İngilizce öğretmenliği yapıyor. O da İtalyan asıllı. Genç yaşlarda ailesinin dini olan Katolik dinini terk etmiş ve ateist olmuş. Kendisine dinini niye terk ettin, sorusunu yönelttiğimde bana, kilisede ki heykeller yüzünden. İnsanların heykeller önünde eğilmeleri beni çok rahatsız ediyordu, demişti.
Bir gün öğretmenlik yaptığı okulumuzda, çocukların Ramazan boyu oruç tuttuğunu görünce, saygıdan dolayı o da çocuklarla oruç tutmaya başlamış. Bir süre sonra okulun müdürü beni aradı ve “bu arkadaşımız Müslüman olmak istiyor, gelir misin abi”, dedi. Heyacanla okula gittim. Müdür odasında oturuyorlardı. Hemen orada Kelimeyi Şahadet getirmişti ve ben dayanamamış kendisini kardeşim diyerek kucaklamıştım. Daha sonra, Müslüman olmaya ne zaman karar verdin diye sordum. Ben dedi, sizin okulunuza öğretmenlik için müracaat ettikten sonra mülakata çağırılmıştım. Mülakat sırasında müdür ve öğretmenlerin bana karşı davranışlarını ve samimiyetlerini görünce, içimden, şayet bir gün tekrar bir din seçecek olursam, bu sadece İslam olacaktır, demiştim, dedi. Bu da bize temsil keyfiyetinin önemini bir kez daha hatırlatıyor. Bu arkadaşımız bugün öğrencilere rehberlik yapıyor.
Diğer bir arkadaşımızın adı Sean, İrlanda asıllı. Gençliğinde boks sporuyla ilgilenmiş. Antrenörü Arnavut asıllı bir Müslümanmış. Bir gün çıkacağı bir müsabakadan önce, Antrenörü ona taktik vermek yerine, Sean, “hayatta başarılı olmak istiyorsan, kendinden üstün bir güce teslim olmalısın”, demiş. Bu onu çok etkilemiş.
Bazen Hadi İsminin tecellisi bir kelimeye veya bir güzel harekete bakıyor. Kendisiyle tanıştığımızda yeni Müslüman olmuştu. Bir bacımızla evlendi ve Mevlidi Nebevide doğan kız çocuğuna Aişe ismini verdi. Öz kardeşim gibi sevdiğim bu arkadaş tanıştığımız günden beri Hizmetin içinde. Hizmetin her işine koşturan, himmetini ali tutan, Türkiye’den Yunanistan’a geçen ailelere kardeş ailelik yapan, Afrika’da onlarca kuyu açtıran has, hasbi, civanmert bir arkadaşımız.
Anlatmak istediğim diğer bir mümtaz insan, Dr Stewart. Kendisi yıllarca Katolik Üniversitesinde akademisyenlik yapmış ve bu Üniversitede “Fethullah Gülen İslam Katolik Diyaloğu” Kürsüsünün açılmasına yardımcı olmuş bir abimiz. Bu abimiz daha sonra hocaefendiyi ABD’de ziyaret etmişti.
Bu abileyle aklımdan hiç çıkmayan bir sohbetimi anlatayım. Bir akşam kendisiyle dinlerarası diyaloğu konuşurken, sence bugün dünyada en etkili din alimi kim, demiştim. Cevabı bazı insanların kulaklarına küpe olsun. Ben Katoliğim ve bizim liderimiz Papa, ama bana göre dünyanın en etkili, en manevi alimi Fethullah Gülen Hocaefendidir, demişti. Daha sonra bu abimiz bundan sonra ben İsevi Müslümanım diyordu. Mehmet Ali Şengül hocam ve Aymaz hocam kendisini bir kaç defa ziyaret etmiş, hocaefendiden selamlar getirmişlerdi. Rahmetli Mehmet Ali hocam, Stewart ismine ek olarak ona Abdul Fettah ismini vermişti. Bugün halen bunu gururla anlatıyor.
Aslında bu arkadaşlarımızdan o kadar çok var ki, bu makaleye sığdırmam mümkün değil, fakat son bir isimden bahsetmeden bitirmek istemiyorum, Peter Barnett. Bu abimiz geçen yıl Hakkın rahmetine kavuştu. Kendisi duayen bir gazeteciydi. Yıllarca ABC radyosunda muhabirlik ve yönetmenlik yapmış biri. 1990’larda Müslüman oluyor ve Risale Nurlarla tanışıyor. Üstad hayranı bir abiydi. 2010 yılı öncesi Türkiye’yi ziyaret etmiş, Üstad hazretlerinin hayatta olan talebeleriyle tek tek görüşüp, notlar almış, daha sonra Bediuzzamanın hayatını anlatan “Guardian of the Flame” (Meşalenin Muhafızı) kitabını yazmıştı.
Türkiye’yi ziyareti esnasında, Üstadın bazı eşyalarının bulunduğu bir müzeye götürülmüş. Burada bir camekan içinde bulunan Üstadın bir cübbesi çıkarılıp, sırtına koyulmuş. Anlatırken hüngür hüngür ağlamıştı. Peter Barnett abimizi bir arkadaşımla her 3-4 haftada bir ziyaret ederdik. Hocaefendiyi görmeyi çok arzuluyordu. Biz de keşke göndermeye niyetlenmiştik ama önce sağlığı müsade etmedi, sonra ömrü vefa etmedi. Allah rahmet eylesin.
Umut ederim ki bu arkadaşların hayatlarından örnekler sizler için bir ümit kaynağı olmuştur. Rabbim sayılarını arttırsın, ve nazardan saklasın…