2000 yıllarının son çeyreğindeydik. Amerika diyalog tecrübemizi paylaşmak üzere bir dizi seminer için arkadaşlarla birlikte Almanya’daydık.
Akşamları sağolsun oradaki arkadaşlar sohbet programları düzenlemişler. Bir akşam esnaf grubu ile yapılacak sohbette bana karşılaşacağım insanlar hakkında bilgi veren, rehberlik eden, yol gösteren ve Orta Asyalı olduğu yüz hatlarından belli olan arkadaşımız çok dikkatimi çekti. Tanıştık. Kırgızistanlı imiş. Orada açılan okullarımızın ilk mezunlarından. Almanya’daki üniversite öğretimini tamamlamış ve bir yerde göreve başlamış. Dönemin hizmet yapılanması içinde de o akşam sohbet yapacağımız esnaf grubunun ders hocasıymış.
Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Anne babaları Türkiyeli, Almanya’da doğmuş büyümüş ve iş hayatına atılmış ikinci nesil insanımıza Kırgızlı bir insan hocalık ve rehberlik yapıyor. Türkçesi mükemmel. Dini bilgisi yerinde. İletişim problemi yok. Muhataplarının hem aslî kültürüne hem de doğup büyüdükleri Almanya toplumundan hayatlarına taşıdıkları kültürel unsurlara vakıf ama kendisi Kırgızistanlı.
Daha düne kadar Sovyetler Birliği’nin baskı ve zulmü karşısında 70 yıl boyunca inim inim inleyen, kendilerine özgü dini ve kültürel değerleri başta olmak üzere kimlik ve kişiliklerinden adeta soyutlanmış bu insanların bağımsızlıklarını elde ettikten sonra Almanya’da Türkiyeli kişilere birçok açıdan rehberlik edebilecek bir insan yetiştirmeleri gerçekten dikkat çekiciydi. Bu noktaya gelişte Hizmetin ve Hizmet insanının rolü başat ama en azından bunun kadar önemli olan Kırgızların bu arza taleple cevap vermeleri. Ticarette arz ve talebin buluşması nasıl bir sonuç doğuruyorsa sosyal hayatta da benzer sonuçları doğurur. İşte benim gördüğüm manzara bunun sonuçlarından biriydi.
Aradan yıllar geçti. Neredeyse 20 yıl. Bu defa Kore’deyim. 20 yıl önce Almanya’da tekil örneğini gördüğüm manzaranın Kore’de çoğul örneğini gördüm. Bir iki tane değil, onlarca. Zoom vesilesi ile dünyanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine yaptığımız sohbetlerde de gördüğüm manzaraları buraya ilave edecek olursam yüzlerce. Afrika’sından Güney Amerika ülkelerine, Amerika’sından Avrupası’na kadar Orta Asya kökenli o kadar çok insanımız işin içinde ki bize düşen sanırım sadece ve sadece hamdetmek.
1990’larda İzmir Hisar, İstanbul Sultanahmet camilerinin kürsülerinde Hoca Efendi’nin yapmış olduğu tabir caizse seferberlik çağrıları bir şekilde meyvesini vermiş. Hamd O’na, şükran O’na, minnet O’na. Ve o meyveler şu an insanlığa hizmet deyip, insanlık ailesinin sorunlarına çözüm deyip aslı memleketlerinden dünyanın başka ülkeleri hicret ediyor ve evrensel ilkeler doğrusunda yerel gerçeklerle örtüşen hizmetlerini yapmaya çalışıyorlar. Sağolsunlar, varolsunlar.
Şimdi anlatacağım hikaye ise milyonluk bir şehirde tek Türk ailesinin tek Türk kızının… Üç nokta koydum burada. Ne diyeceğimi bilemedim. Dramı mı, trajedisi mi, kaderi mi, şansı veya şansızlığı mı? İnanın bilemedim. Milyonlarca nüfusu olan ülkenin ikinci büyük şehri. Babası yıllar öncesinin şartları içinde açılmış kültür merkezinin sorumlusu. 15 Temmuz sonrası şartların değişmesine bağlı olarak göç vermiş orası. Hala varlığını devam ettiren bazı aileler ise mevcut konjonktürden hareketle ilişkilerini kesmiş ya da araya mesafe koymuşlar. Böylece tabii bir süreç içinde yalnızlaşma olmuş. Ama hizmet verilen kesim itibariyle bir problem yok. Hatta artan bir ilgi var.
Yaşı itibariyle bugün olmasa da yarın en azından 3 dil konuşacak. Türkçe, İngilizce ve Korece. Dünyaya bu üç dille açılacak. Mesleki kimlik olarak neyi seçer bilemem ama seçtiği mesleğin hem eğitim ve öğretimini hem de iş hayatına atıldıktan sonra dünyevi karşılığını alacak bir zeminde hayatını sürdürecek inşallah. Yığınla Koreli arkadaşı olacak. Şimdiden olmaya başlamış zaten. Ama bütün bunlara rağmen o kız milyonluk şehirde yalnız. Şimdilik kaydını koyayım. Şimdilik yalnız. Yarınların sahibi Allah. Karşısına kimleri çıkar, orada ya da başka yerde ne tür fırsatlarla karşılaşır bilemeyiz.
An itibariyle o kızımızın yalnızlığı beni can evimden vurdu. Kendi çocukluğuma gittim. Mahalle arkadaşlarım, okul arkadaşlarım, işyerimiz ve çevresinde tanıştığımız çarşı arkadaşlarım, Gençlik spor kulübünde tanıştığım arkadaşlarım, yaşıtım olan akrabalarımdan arkadaşlarım, yaz tatillerinde kaplıcalarda edindiğim arkadaşlarım. Say sayabildiğin kadar. Onlar geldi gözümün önüne. Onlarcası arka arkaya hizaya geçti ve adeta resmi geçit yaptılar gözümün önünden.
Şunu diyebilirsiniz; zaten Hizmet hareketine mensup insanlar 1990’lı yıllardan itibaren Orta Asya ve Afrika başta olmak üzere gittikleri ülkelerde bu ve benzeri hayatı yaşadılar. Çocuklukları böyle geçen şimdilerde evli, çoluk-çocuk sahibi, dünyanın değişik ülkelerinde hayatlarına devam eden en azından bir nesil hatta iki nesil var böyle. Evet, bunu diyebilirsiniz ve doğru bütün bunlar. Ama ben yeni karşılaştım böyle bir tablo ile. Gittiğim ülkelerde beş-on tane bile olsa aileler vardı. Bir tek aile, bir tek çocuk, ilk defa karşılaştığım bir manzara oldu ve çok ama çok etkilendim. Onun namına üzüldüm.
Dediğim gibi kendi çocukluğum, okuduğum kitaplarda gördüğüm belli bir yaşta çocuğun arkadaş ihtiyacı makalelerini hatırladım. Düşündükçe üzüntüm arttı. Bizim oralarda bu türlü durumlarda “Ne diyeyim, Allah görsün gözetsin” derler. İradeyi dışlamanın göstergesi değil bu cümle. Belki çaresizliğin göstergesi. Belki de Allah’a karşı yapılan candan içten dua. Ben de aynısını diyeyim ama dua olarak. İnşallah Rabbim o ailemizin de o kızımızın da yalnızlığı giderecek sebepler halkeder.
Kendi insanımızın eğitim başta olmak üzere çeşitli alanlarda yapageldikleri faaliyetler, Koreli kadınlarla evli olan arkadaşlarımızın hayatları, Orta Asya kökenli insanımızın kültürel entegrasyonu, artık Koreli olmuş Türkiye orijinli insanlarımızın ticari başarıları başta olmak üzere insan unsurunu merkeze koyan yazılabilecek o kadar çok şey var ki, şimdilik bu kadar yeter diyeyim.