Yazılarından dolayı 4 yıl 2 ay cezaevinde kalan Zaman gazetesi eski yazarı Mümtazer Türköne uzun süre sonra ilk kez KHK TV’den Ahmet Erkan’a açıklama yapti.
KHK’yla kapatılan Zaman gazetesinin eski yazarı Prof. Dr. Mümtazer Türköne, 4 yıl 2 aylık hapis cezasının ardından ilk röportajını KHK TV’ye verdi.Kaleme aldığı birkaç makale nedeniyle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanan Türköne, özgürlüğüne kavuştuktan sonra Yalova’nın Altınova ilçesine bağlı Çavuş köyünde münzevi bir hayat yaşıyor.
Cezaevinde geçirdiği yıllar için bir üzüntü duymadığını anlatan Türköne, bu süre içinde anne ve babasını kaybetmenin acısının unutulmaz olduğunu söylüyor. Türkiye’nin çok büyük bir yıkım ve tahribat geçirdiğini kaydeden Türköne, “Yakın zamanda bu tahribatın onarılacağına dair bir ışık görünmüyor” diye konuştu.Türkiye’de, muhafazakarlığın ve dindarlığın çok büyük yara aldığını ve toplumun dinden uzaklaştığını gözlemleyen Türköne, siyasal alanda muhafazakârlığın yok olduğunu, iktidarın ‘kimlikten uzak bir çıkar şebekesi’ olarak davrandığını belirtti.Gününün neredeyse tamamını kitap yazmak ve edebiyatla geçiren Mümtazer Türköne, 4 yıldan uzun süredir yazdığı romanı üzerinde çalıştığını söylüyor.Mümtazer Türköne’nin röportajının tamamı şöyle:
‘TÜRKİYE’NİN SORUNU İKTİDARIN YAPTIKLARINA TOPLUMDAN GELEN DESTEKTİ’
“Türkiye’nin sorunu iktidarın yaptıkları değil, yapabildikleri değil; iktidarın yaptıklarına, yapabildiklerine toplumdan gelen destekti. Bunun bir açıklaması yok. Bunun bir mazereti yok, meşrulaştırılacak, anlayışla karşılanacak bir yanı yok. Peygamberimiz ‘Layık olduklarınızla yönetilirsiniz’ diyor. Demek ki, bunlara layıkmışız.
Bu işlerin tamamıyla sona ereceği bir gelecek görünmüyor. Tahribat çok büyük. Alt üst oluş, kaybedilenler, erozyona uğrayanlar, dengesini yitirenler çok fazla. Yani ülkeyi, devleti, hukuku kastediyorum. Muhafazakarlık öldü. Ben uzun süre muhafazakarlığın tekrar bir siyasi parti kimliği olarak dirilemeyeceğini, kendini gösteremeyeceğini düşünüyorum.
‘DİNDAR İNSAN HIRSIZDIR ALGISI VAR’
Camiler iktidar partisinin propaganda merkezine dönüşmüş. Bu dindarlığa çok zarar veren bir şey tabii. Dindarlık da Türkiye’nin yaşadığı bu 20 yıllık tecrübeden hissesini alacak. Ve yeniden itibar kazanmak için, yeniden ‘Dindar insan ahlaklı insandır’ eşitliğinin kurulabilmesi için uzun zaman geçmesi gerekecek. Şu anda toplumda ‘dindar görünen insan üçkağıtçıdır, hırsızdır’ algısı var.
‘GÖREVİNİZ NETİCE ALMAK DEĞİL, DOĞRU ZAMANDA DOĞRU YERDE DURMAK’
Türkiye acayip şeyler yaşadı, ilginç şeyler yaşadı. Tahmin edebilir miydiniz, bekler miydiniz böyle bir şeyi diye soruyorsanız beklemezdim tahmin etmezdim. Bir iktidar mücadelesinde iktidar, güç sahiplerinin, devletin egemenlik yetkilerini kullananların tezgahına düştü. Bir iktidar oyununun kurbanı oldu. Bizler de bu oyunun bir parçası olarak sağa sola savurlan, bu işten doğrudan kişisel olarak zarar görenlerden olduk. Şeyi ayırt etmek lazım. Birincisi şu, göreviniz netice itibarıyla başarmak değil, doğru neticeyi almak değil, doğru zamanda doğru yerde durmak. Siz ölseniz bile öldükten sonra, hakikatlerin öyle bir huyu var, ortaya çıkıyorlar eninde sonunda. Siz üzerinize düşeni yapmakla mükellefsiniz.
‘BANA DÜŞEN, TÜRKİYE’YE BUNLARI YAŞATANALRIN BURNUNDAN FİTİL FİTİL GETİRMEK’
Öbür taraftan, siz bazı şeyleri fazla bildiğinizi zannederek, tarihi, coğrafyayı, bu topraklarda yaşananları, bu insanların hikayesini doğru bildiğini, bu konuda bilgi sahibi olduğunu düşündüğünüz zaman üzerinize düşen bir sorumluluk var, onu yerine getirmekle mükellefsiniz. Durduğunuz yer önemli. Neye baktığınız, nasıl tavır sergilediğiniz önemli. Büyük sıkıntılar yaşadım. Doğru. Hiç önemsemiyorum yaşadığım sıkıntıları. Cezaevindeyken annemi, babamı kaybettim. Burada, bu evde ikisi de vefat ettiler. Bütün hayatım boyunca en büyük acım budur. Fakat benim şahsımla alakalı bir şey olmadığını da biliyorum. O yüzden kimseye karşı kin, nefret, öfke duymuyorum. Bana düşen görev, bu yaşananlardan bir daha yaşanmaması için sonuçlar çıkartmak. Ve Türkiye’ye bunları yaşatanların burnundan fitil fitil getirmek. Sadece bunu, kendi adıma değil bu ülke adına bu toprakların hukuku adına istiyorum.
Bu resim (Duvarındaki Sokrates’in Ölümü tablosunu gösteriyor) Sokrates’in baldıran zehri içtiği sahneyi yansıtıyor. Evet bu 2423 yıldır kapanmamış bir davanın sembolü. Düşüncelerinden dolayı, eleştirilerinden dolayı ölüme mahkum edilen bir filozof. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük filozoflarından biri. Sokrates’in davası hala devam ediyor. Bize bıraktığı miras da Sokrates’in şu sükuneti. Ölüm anında bile fikirlerinden, düşüncelerinden, bildiklerini başkalarına anlatmaktan, onları aydınlatmaktan vazgeçmeyen bir filozofun görüntüsü.
‘İKTİDAR TOPLUMDAN ALDIĞI DESTEKLE YOLSUZLUKLARININ ÜZERİNİ ÖRTTÜ’
17-25 Aralık’ta 2013 yılında boğazına kadar yolsuzluğa bulaşmış bir iktidar sorunuyla yüz yüze geldi ve toplum, bu yolsuzluklar tescil edilmesine rağmen, ayan beyan ortaya dökülmesine rağmen bu iktidara destek vermeye devam etti. İktidar da toplumdan aldığı desteği kullanarak kendi yolsuzluklarının üstünü örteceği, kendi iktidarının pekiştireceği manevralara girişti. Bugünlerde çokca konuşuluyor, ileride de iyice açığa çıkacağını, bütün ayrıntılarıyla anlaşılacağını düşünüyorum -ki bugünden de genel bir hüküm verilmiş gibi- sadece bu hükmün artık herkese mal olması gerekiyor.
‘ŞİMDİ GALİBA HESABIN GÖRÜLECEĞİ EVREYE GİRİYORUZ’
İşte bu yolsuzluktu, usulsüzlüktü, hukuksuzluktu bu tür şeylerle yaralanmış iktidar, kendini tekrar toparlamak, derlemek için bir maceraya girişmiş, o maceradan da Türkiye’nin 15 Temmuz darbesi çıktı. İlginç zamanlar yaşadık, ilginç şeyler yaşadık. Türkiye adeta bir illegal örgütlenme ile ülkeyi yöneten bir güce teslim oldu. Hukukun tamamıyla terkedildiği, bunlardan bir sürü yolsuzluklar çıktı, bir sürü usulsüzlükler çıktı. Devletin imkanları, ekonomik iktidarı tam anlamıyla, sonrasında da bugüne kadar hep birilerine bir şeyler kazandırmak, yeni şeyler kazandırmak için kullanıldı. Büyük servetler el değiştirdi; bir yerden alınıp başka yere geçti. Şimdi galiba bunların hesabının görüleceği evreye giriyoruz.
Evet, Türkiye büyük sıkıntılar yaşadı ve yaşanan sıkıntıların sorumluları hala hesap vermedi. Acılar yaşadı, o acıların sorumluları, suçluları hala hesap vermedi. Evet ben kendi hisseme düşeni yaşadım. Yaşamaktan başka da bir şey yoktu. Bana düşen görev de bundan sonrası için, benim gibi düşünenlere görev de tekrar yaşanmaması için, tarihin tekrarına fırsat vermemek için bunların hesabının sorulması. Evet yani burada ben sakin, huzurlu bir hayat yaşıyorum, siyasetten, siyasal analizlerden elimden geldiği kadar uzaklaştım. Hayal dünyamda bulduklarımı, önüme gelenleri bir araya getirip daha çok edebiyatla, romanla uğraşıyorum. Fakat biliyorum. Yani bu ülkede yaşamanın getirdiği bir vazife. Üzerime düşen bir şey olursa ki onun imkanı doğduğu zaman, bu hesap verme, hesap sorma işini bütün gücümle, bütün birikimimle mutlaka yerine getireceğim.
‘EE BUNLARN HESABININ SORULMASI LAZIM’
Nahak yere, suçsuz yere dört yıl hapis yattım ben. Sadece gazete makalelerinden meydana gelen iddianame ile beni yargıladılar, dört yıl iki ay hapiste tuttular. Bu ülkeye bedel ödetenlere, bizlere bedel ödetenleri aynıyla ödettireceğim. Yoksa bu hayatta bir miktar daha fazla yaşamanın, daha iyi yaşamanın hiçbir anlamı yok. Haksızlık ve zulüm düzeni kuruldu. Ben Allah’a şükür kendi hisseme düşenleri çok fazla abartmıyorum, çok fazla önemsemiyorum çünkü çok daha fazla acılar yaşayan insanlar oldu ama memleket görüldüğü gibi soyulup soğana çevrildi. Bugün Türkiye derin bir ekonomik krizin içinde debeleniyor ve bu krizin sebebi de ekonominin kendi mantığını , kendi rasyonel kurallarını hiçe sayan o yolsuzluklar, ahbap-çavuş kapitalizmi dediği yandaşların kayrılması, şunlar, bunlar… Denetimsiz, hukuksuz bir iktidsar bütün ekonomik dengeleri alt üst etti ve çökertti. Ee bunların da hesabının sorulması lazım…
‘NEREDE DURACAĞIM KONUSUNDA TEREDDÜT YAŞAMADIM’
Nerede duracağım konusunda bir tereddüt yaşamadım. Bundan sonra da karşılaşacağımız şeylerde ne kadarını yapabilirim bilmiyorum, hesap soracağım. Ben üniversite hcocalığından emekli oldum fakat size bugün çok rahat bir şekilde söyleyebilirim ki, Türkiye’de yüksek düzeyde eğitim veren, üniversiteler üzerinde eğitim veren eğitim kurumlarının yüzde 80’ini, yüzde 90’ını kapatsanız, yok etseniz Türkiye’nin çok ciddi bir kaybı olmaz. 4-5 yıl boyunca üniversite öğrencisi sıfatıyla bir üniversiteye kapanıp hiçbir şey öğrenmeden mezun olan gençler… Hiçbir şey öğrenmeden mezun oluyorlar. Tıpkı üniversiteye giriş sınavı gibi, bölüm bölüm, Türkiye’de üniversite eğitimi veren bölümlerin ortak bir sınavı olsa mezun olduktan sonra, o bölümlerde öğretilen en temek bilgilerden bile çoğu öğrencinin habersiz olduğunu düşünüyorum.
‘ÖNGÖRÜLEMEYEN ŞEY İKTİDARIN YAPACAKLARI DEĞİLDİ, TOPLUMUN ONAYLAMASAYDI’
Evet, yani böyle bir şey öngörülebilir mi? Türkiye’nin 2013’ten sonra girdiği o türbülans, daha çok onu genellemek lazım 2013’ten itibaren böyle bir şey öngörülebilir miydi? Sorusunun cevabı, maalesef. Bu konuda kendime de kızıyorum, öngöremedim. Öngörmemiz de mümkün değildi. Fakat öngörülemeyen şey iktidarın yapabilecekleri değildi, iktidar yapardı. Elinde güç var, araçlar var, yetki var, iktidar kendisini bu türbülanstan en güçlü şekilde çıkacak her şeyi yapacak yani düşünün ya hapishaneye girecek ya da zalim olacak. Bunun ortası bir yer yok. Zulmün her türlü uygulayarak iktidarda kalacak ve hapse girmeyi engelleyecek. Bu beklenebilir bir şeydi ama bunu toplumun kaldıracağını, toplumun onaylayacağını doğrusu öngöremedim.
Türkiye’nin sorunu iktidarın yaptıkları değil, yapabildikleri değil; iktidarın yaptıklarına, yapabildiklerine toplumdan gelen destekti. Bunun bir açıklaması yok. Bunun bir mazereti yok, meşrulaştırılacak, anlayışla karşılanacak bir yanı yok. Peygamberimiz ‘Layık olduklarınızla yönetilirsiniz’ diyor. Demek ki, bunlara layıkmışız. Toplum bunlara layıkmış ki böyle bir iktidara çok futursuzca destek verdi. Netice, biz ortada olduğumuz için, kendimizi sorumlu hissettiğimiz için karşılaştığımız şeyelre sıradan insanlar, vatandaşlar artık bu ülkenin vatandaşı olarak maruzlar. Ve onlar ne ile karşı karşılaştılarsa fazlasıyla haketmiş durumdalar.
‘ÇOK ALENİ DİNDEN UZAKLAŞMA GÖRÜYORUM’
Bu işlerin tamamıyla sona ereceği bir gelecek görünmüyor. Tahribat çok büyük. Alt üst oluş, kaybedilenler, erozyona uğrayanlar, dengesini yitirenler çok fazla. Yani ülkeyi, devleti, hukuku kastediyorum. Ve oturup hep aynı hatayı yapıyoruz biz. Bizim gibi siyasal analiz yapanlar, kavram bilgisine sahip, teorik analiz yeteneğine sahip insanlar hep aynı hatayı yapar. Akla ve mantığa uygun olanları beklerler. Tarih boyunca akla ve mantığa uygun olanlar gerçekleşmesi en zor olanlar oluyor. Öngörüm şu, dindarlık, muhafazakarlık çok büyük yara aldı. Ben, insanlarda tanıdığım insanlarda çok aleni, çok açık bir dinden uzaklaşma görüyorum. Daha çok dindarlıktan uzaklaşma. Yani dindarlık derken toplumla paylaşılan ortak değerler kastedilir çoğu zaman. Bunda çok ciddi manada bir gerileme var. Dindarlığın o görülür tezahürlerinde, o dayanışma duygusunda da bir azalma var. En görüneni de camii cemaatlerinde bir azalma var. Bunu şunun için söylüyorum yani dindarlıktaki görünür geri çekilişin yanında siyasal alanda muhafazakarlık adeta yok oldu. Şu anda muhafazakar ideoojiye mensup, muhafazakarlığı bir siyasi kimlik oalrak savunacak bir siyasi aktör göremiyorum. Mevcut iktidar da bunun çok uzağında. Teknik, teknokratik bir oligarşik iktidar yapısına dönüştü. İdeolojisi de yok, kimliği de yok. Sadece bir çıkar şebekesi gibi davranıyor ve bu çıkar şebekesi de bürokrasiden teknokrasiden gelen destekle ayakta kalıyor. Siyasi ayağı yok.
‘NECİP FAZIL KELİME HOKKABAZI BİR ADAM’
Nurettin Topçu çok sağlam bir muhakeme, çok sağlam bir felsefi arka planla bir tarih vizyonu koyuyor. Necip Fazıl’ın böyle bir derdi yok. Necip Fazıl bir şair, kelime hokkabazı bir adam. Kelimelere takla attırarak cümlelerle, benzetmelerle insanları tokatlayarak akılda kalıcı imgeler oluşturuyor. Şimdi Mehmet Akif ile Abdülhamid tam anlamıyla kanlı bıçaklı iki düşman. Mehmet Akif’in en çok nefret ettiği adamdır Abdülhamid. Ve siz, sanki aralarında hiçbir sorun yokmuş gibi bir anda Mehmet Akif’ten iki mısra okuyup sonra da Abdülhamid’in ulu bir hakan olduğundan bahsedebilirsiniz. Bunlar siyasetin cephaneliği haline gelmiş figürler. Ben Necip Fazıl figürünün de Nurettin Topçu figürünün de çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Bunlar daha çok ideolojik akımlarda karşılık bulacak şeyler ama iktidar muhafazakarlıkta dini, aile değerlerini nasıl tepe tepe kullandıysa bunları da canı istediği şekilde tepe tepe kullanıyor.
‘MUHAFAKAZARLIK ÖLDÜ’
Muhafazakarlık öldü. Ben uzun süre muhafazakarlığın tekrar bir siyasi parti kimliği olarak dirilemeyeceğini, kendini gösteremeyeceğini düşünüyorum. Bu tabii beraberinde kimlikleri erozyona uğratıyor. Muhafazakarlık geri çekilirken, laik kimlik de siyasi yeplazede birbirinin zıttı, muhafazakarlığın anti tezi olarak ortaya çıkan laik kimlik de anlamını kaybediyor. Tabii, ekonomik krizden neşet eden bir iktidar değişikliği gerçekleşeceği için yine uzun süre siyasi kimliklerden çok, muhafazakarlık gibi, laiklik gibi, milliyetçilik gibi siyasi kimliklerden çok, çıkar hesaplarına dayalı, bireysel çıkar hesabına dayalı, ekonomik piyasayla ilgili beklentilere dayalı, geçim standartlarıyla ilgili, yoksullukla ilgili endişelere dayalı siyasi tavırlar sergilenecek. Fakat ben doğrusu muhafazakarlığın aldığı yaranın, karşılaştığı erozyonun çok kalıcı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de nereden baksanız 150 yıldır toplumun muhafazakar değerleri denilen dünya, kendine iktidar imkanı bulmuştu 2002’den itibaren. 150 yıldır iktidarın tamamen uzağında olan bir kesimdi bunlar. 20 yıl boyunca kaldılar. Ve sahipi oldukları, onları etkileyici hale getiren ne kadar vasıf varsa hepsini erozyona uğrattılar, törpülediler.
‘BENİM HİKAYEMİN, BABAMIN, DEDEMİN HİKAYESİNDEN FARKI YOK’
‘TÜRKİYE’DE İKTİDAR SOPASI OLARAK KULLANILAN BİR DİN KAVRAYIŞI VAR’
Batılı düşünürlerden biri şunu söylüyor, ‘muhafazakarlıktan tiksinmeyen, iğrenmeyen biri ahlaklı biri olamaz’ diyor. Çünkü bakın iki şeyi ayırt ederek söylüyorum, vurgulayarak söylüyorum. Dindarlık, aile değerleri, aile değerlerine bağlılık… Bunlar herkes için çok önemli, değerli şeyler, mesele bunların siyasi alanda kullanılması. Bunlar tek başına var olduğu zaman bunlara gelenek, dindarlık diyoruz. Bunları alıp toplu halde siyasette kendi pozisyonunuzu kuvvetlendirmek için bir araç haline getirdiğiniz zaman burada muhafazakarlık diyoruz. Yani, muhafazakarlık her zaman dini, aile değerlerini bir araç olarak kullanır, iktiddar aracı olarak kullanır. Nitekim Türkiye’de uzun yıllardır ‘iktidar sopası’ olarak kullanılan bir din kavrayışı var. Herkesin kafasına, başına kaldıranın kafasına indirilen bir kızılcık sopası gibi, biri farklı bir şey söylediği zaman kalkıyor ‘Bu dine aykırı’ diyor. Neden? Çünkü iktidara aykırı.
Camiiler iktidar partisinin propaganda merkezine dönüşmüş. Bu dindarlığa çok zarar veren bir şey tabii. Dindarlık da Türkiye’nin yaşadığı bu 20 yıllık tecrübeden hissesini alacak. Ve yeniden itibar kazanmak için, yeniden “Dindar insan ahlaklı insandır” eşitliğinin kurulabilmesi için uzun zaman geçmesi gerekecek. Şu anda toplumda dindar görünen insan üçkağıtçıdır, hırsızdır algısı var.
‘KIRGIN DEĞİLİM, O HESAP SORMA FASLINDAN SONRA GÖRÜLECEK BİR KALEM’
“Çok yakın arkadaşlarım, çok değer verdiğim hatta emek verdiğim arkadaşlarımdan böyle bir dönem yaşanırken, elim kolum kelepçeliyken ağır laflar duydum. Halk arasında bir laf vardır…
İktidara karşı bir kırgınlığım yok, o kırgınlık değil. O hesap sorma faslından görülecek bir kalem. Yani, orada kendi adıma bir hesap talep edemem. Orada bu milletin hukuku adına, gelecek nesillerin hakları adına bir hesap sormam lazım. Kendimle ilgili sadece sevdiğim, değer verdiğim arkadaşlardan gördüğüm tavırlar bir kırgınlık yarattı.
***
‘SAYGI DUYDUĞUM TEK ŞEY GERÇEK’
“Cezaevinden çıktıktan sonra üç tane kitap yazdım. Bir tanesi cezaevinde tuttuğum günlükleri de içeren, onun hacmi kadar da yaşadığımız dönemi analiz eden, perde arkasında neler oldu, benim gözlediklerim, gördüklerim neler oldu bunları açıklayan bir kitap yazdım. Siyasal bir analiz. 15 Temmuz sonrasının öncesiyle beraber, sonrasını açıklayacak öncekilerle beraber, bu dönemi yaşamış, tecrübe etmiş, biraz fazla da sıkıntı yaşamış biri olarak benim vazifemdi. Benden sonraki kuşaklara da yaşadıklarıma dair bir şeyler bırakmaktı. Evet, Silivri Postası, adı Silivri Postası olan bir kitap yazdım o da yaklaşık 450-500 sayfa civarında. Saygı duyduğum tek şey gerçek. Gerçeğe saygı duyarak yazdım her şeyi. Taraf tutmadım, öfkeme, kızgınlığıma mağlup olmadım. Soğukkanlı bir şekilde olan biteni anlamak ve anlatmak için uğraştım fakat bastıramıyorum. Öyle duruyor. Yaklaşık bir buçuk sene önce bitti, kütüphanenin rafında sakin bir şekilde yayınlanacağı, gün yüzüne çıkacağı zamanı bekleyerek uyuyor. Bir vefasızlık, kadir kıymet bilmezlik, nankörlük…. Evet….
Vefa gösteren arkadaşlarım da oldu, onları çok ayrı bir yerde değerlendiriyorum hala. Vefa gösteren çok sayıda arkadaşım oldu. Arayan, kendi pozisyonunu riske atıp bana sahip çıkan, benim hukukumu arayan arkadaşlarım da oldu.”
‘TOPRAKLA UĞRAŞMAYI SEVİYORUM’
Buraya Yalova’ya bağlı Altınova ilçesinin bir köyü, Çavuşköy. Yaklaşık olarak 10 yıldır burada yaşıyorum ben. Hayal dünyasını, ilham perilerini kışkırtıcı bir köy. Galiba hayatımın bu son evresinde en çok bulunmaktan, yaşamaktan huzur duyduğum yer. Ben Sinopluyum, Boyabatlıyım. Bu köye 2012 yılında yerleştim. Biraz İstanbul’un kalabalığından, gürültüsünden kaçmak için burada kendime bir hayat kurdum, dünya kurdum. Bu gördüğünüz sebzeler, bu senenin mahsulatı hızla büyüyor. Bir insanın diktiği bitkinin büyümesini, meyve vermesini izlemesi müthiş bir keyif. Şu aşağıda gördüğünüz ağaçların her birini ben diktim. Diktiğimde hepsi küçücüktü, zaman içinde koca ağaca döndüler. Çok iyi baktığımı söyleyemem fakat tabiatla, toprakla uğraşmayı çok seviyorum.
KÖY SAKİNİ: MÜMTAZ BİR ŞAHSİYET BİZİM GÖZÜMÜZDE
“Mümtazer hocamın yeri bizim için bambaşka. Ayrıcalıklı bizim için mümtaz bir insan, bizim için çok değerli. Nihayetinde eli kalem tutan, ülkemizin yetiştirdiği değerlerden biri olarak görüyoruz. Tesadüfen geldi yine aynı masada, burada, aynı yerde – ben muhtardım o zaman- ‘Ben buralı olmak istiyorum, olacağım’ dedi, dediğini de yaptı. Biz müteşekkiriz kendisine. Bizlerle beraber olduğu için. 7’den 70’e herkesi tanıyan mümtaz bir insan. Büyüklerle büyük, küçüklerle küçük, değer verdiğimiz, bizleri de değerli gören mümtaz bir şahsiyet bizim gözümüzde.”