17 Aralık tarihi yolsuzluk soruşturmasının savcısı Celal Kara, operasyonun 10. yıl dönümünde gazeteci Cevheri Güven’e çok önemli açıklamalarda bulundu.
17 Aralık’ın tüm cumhuriyet tarihinin en mükemmel ve emsalsiz soruşturması olduğunu anlatan Celal Kara, “Türkiye’nin tüm kirlileri-namussuzları-kanunsuzları ittifak yaptı ve dürüstlük/dürüstler kaybetti. Aslında kaybedenin çeşitli menfaat kaygılarıyla hareket edenler ve tüm Türkiye olduğu sanırım kısa süre sonra net ve çok acı şekilde anlaşılacak, hatta bu kirli ittifakın tüm yandaşları ve destekçileri pişmanlıktan kıvranacak ancak artık geri dönüş mümkün değil.” dedi. Celal Kara, soruşturma sürecinde attığı hiç bir imzadan pişman olmadığını anlattı.
Celal Kara’nın röportajından bazı bölümler özetle şöyle:
CEVHERİ GÜVEN: 17 Aralık 2013 günü yapılan soruşturmalar kaç dosyadan oluşuyordu?
CELAL KARA: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda takibi yürütülen 2012/120653 sayılı Rıza Sarraf liderliğindeki örgütlü yapının altın ve döviz kaçakçılığı yaptığı iddiası üzerine başlatılan kaçakçılık soruşturması ile Fatih Belediyesi-Anıtlar Kurulu görevlileri hakkındaki rüşvet ve bununla ilintili suçları içeren bir soruşturma olmak üzere iki soruşturma, Memur Suçları Bürosu’nda da Bayındırlık Bakanlığı-TOKI yolsuzluklarını içeren soruşturma (savcısı Mehmet Yüzgeç olan bir dosya) olmak üzere toplam 3 adet soruşturma 17 aralık günü operasyona dönüştürülen dosyalardı.
CEVHERİ GÜVEN: Reza Zarrab hakkındaki soruşturma nasıl başlamıştı?
CELAL KARA: Reza Zarrab ve adamları hakkında başlatılan soruşturma örgütlü şekilde altın ve döviz kaçakçılığı yapıldığı iddiası üzerine 2012 yılında başlatılmış olan tümüyle kaçakçılık soruşturması mahiyetinde bir soruşturma olup, nitekim bu nedenle yetkili savcılık ve büro olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda başlatılmış ve yürütülmüştü. Eylül 2012 tarihinde başlatılmasından aylar sonra Reza’nın ilişkilerini geliştirmesi sonucu malum bakanlar ve çocuklarıyla ve bazı bürokratlarla yoğun rüşvet ilişkisi görülmeye başlandığından ve yoğun şekilde rüşvet suçunun işlenmesi nedeniyle soruşturma sonraki aylarda ve operasyondan sonra da kaçakçılık soruşturmasından ziyade yolsuzluk soruşturmasıymış gibi bir hüviyet arz etmeye başladı. Oysa başlama sebebi tamamen altın ve döviz kaçakçılığı iddiasıdır. Can Dündar’la yaptığım ilk röportajımda da belirttiğim üzere; eğer başbakan, bazı bakanlar ve çocukları Reza ile rüşvet ilişkisine girmeselerdi biz onları zorla mı katacaktık soruşturmaya? Ben mi dedim gelin Reza ile rüşvet ilişkisi kurun, hem şahsi itibarınızı hem devletin itibarını 28 yaşındaki İran vatandaşının önüne yatırın, halka açık devlet bankası olan Halkbank’ı söğüşleyip yüzlerce milyon dolar zarara uğratın diye? Eğer bu suç ilişkilerini kurmamış olsalardı bu soruşturma başladığı gibi sadece bir kaçakçılık soruşturması olarak devam edip, delil durumuna göre bazı şüpheliler hakkında kaçakçılık suçundan dava açılması veya takipsizlik kararı verilmesiyle sonuçlanacaktı.
CEVHERİ GÜVEN: Dosyanın detayını ilk nasıl öğrendiniz? Mali Şube Polisleri sizi detaylı bilgilendirdi mi? Sizin ilk tepkiniz ve dosya hakkındaki izleniminiz neydi?
Ben 2013 yılı Haziran ayının 20’sinden sonra bir işbölümü değişikliği yazısı ile 11. Ağır Ceza Mahkemesi duruşma savcılığından alınarak Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda görevlendirildim. Dosyaların bana devir-teslimi Temmuz ortasına doğru yapılmaya başlandı. Üç ayrı savcıdan dosya devredildiği için de üç ayrı zamanda parçalar halinde geldi. Dosyaları ilk teorik olarak Temmuz ortasına doğru görmeye başlamış olsam da biraz olsun içeriğine vakıf olmam sonbahar aylarında oldu. Asıl tam vakıf olmam ise operasyondan önce yaklaşık bir ay zarfında olmuştur. Temmuz ayında dosyadan sorumlu Emniyet Amiri Kazım Aksoy gelerek çok özet bilgi verse de bununla dosyanın içeriğini anlamak imkansızdı. Sadece bazı bakanların ve çocuklarının rüşvet ilişkilerini girdiklerini ve yolsuzluğun çapının cumhuriyet tarihi boyunca kayda girmiş olanlar arasından en büyük boyutta olduğunu söylediğini hatırlıyorum. O günkü İçişleri Bakanı Muammer Güler’in sonbahar aylarında soruşturmayı deşifreye yönelik girişimleri nedeniyle biraz daha ciddiyetini fark etmiştim. Zira soruşturmanın deşifre olmaması için gece yarısı teknik takiplerin sonlandırılması talimatı vermiştim. En detaylı inceleme operasyondan önceki 2 hafta ve operasyon sonrası olur genel olarak ve bu soruşturmada da öyle oldu.
CEVHERİ GÜVEN: Sizin 16 yıllık soruşturma tecrübeniz ışığında Mali Şube Polisinin bu soruşturmadaki çalışmalarını puanlandırmak gerekirse…?
Celal Kara: 26 aylık staj sürem hariç operasyona kadarki fiili savcılık sürem 17 yıl küsur. Bu sürenin en nitelikli ve mesleğin kurmaylığı olarak nitelenmesinde mübalağa olmayacak özel yetkili bölümde geçen 6 yıllık süre zarfında her türlü ve en nitelikli soruşturmaları ve davaları gördüm. Bu 6 yıllık özel yetkili bölüm tecrübem dahil tüm meslek hayatım boyunca gördüğüm en delilli, en sağlam soruşturma dosyası idi. Elimden geçen binlerce özel nitelikli dava dosyası ve soruşturmasını da karşılaştırarak söylüyorum bunu. Delil çeşitliliği ve miktarı bakımından emsalsizdir. Bir soruşturmada şu da olsaydı iyi olurdu denilebilecek hiçbir delil türü yoktur ki bu soruşturma dosyasında olmasın. Teknik takip (telefon dinleme), fiziki takip (izleme ve kamera ile kaydetme), e-mail deşifresi, tapu ve nüfus kayıtları, aramalar sırasında ele geçirilen daha önceki fiziki takiplerde kamera ile görüntülenen paraların ele geçirilmesi, el konulan telefonlar ve bilgisayarlardan elde edilen kesin ve net deliller, açık itirafları içeren ifade tutanakları gibi aklınıza gelebilecek her delil türünden binlerce delil vardı. Bu soruşturma tüm cumhuriyet tarihinin en mükemmel ve emsalsiz soruşturmasıdır.
CEVHERİ GÜVEN: Sizin uhdenizde bulunan bu dosyalarla ilgili 17 Aralık öncesi başsavcı veya vekiller merak edip içeriğini sormuşlar mıydı?
CELAL KARA: Tarafımca yürütülen ve 17 Aralık günü operasyon yapılan soruşturmalar sıfırdan benimle başlayan soruşturmalar değillerdi. Başlatılmalarından çok sonra varlıklarından haberdar olduğum ve bana topluca devredilen soruşturmalardı. Zaten başlangıçları itibariyle sıradan soruşturmalar olarak başlamışlardı. (…) Sonrasında da aniden hızlanan olaylar nedeniyle içeriklerinden haberinin olmadığı soruşturmalar hakkında bilgi talebi de olmadı. Ancak 17 Aralık günü mesai sonuna doğru başsavcı Turan Çolakkadı bir yazı ile soruşturma kapsamındaki şüphelilerin adlarını ve kendilerine hangi suçların isnadının olduğunun bildirilmesini isteyen bir yazı gönderdi ki bu aslında AKP cenahından soruşturma içeriğinin öğrenilmesi hamlesiydi. Normal bir hukuk düzeninde bunun sorulamaması gerekir ve cevap verme mecburiyetinin de olmaması gerekir. Ancak başsavcı tarafından bizzat sorulan konuya cevap vermemek olmazdı ve ben de cevap verdim. O günün ya da ertesi günün akşamı dönemin adalet bakanı Sadullah Ergin ile Haliç Kongre Merkezi’nde görüşüp bilgi aktardığını ise bilahare duydum. Muhtemelen bana sorduğu şüpheliler ve isnat olunan suçlara dair bilgileri ona iletmiştir.
CEVHERİ GÜVEN: Peki adliye dışı unsurlardan, iktidar yetkililerinden ya da onlara müzahir avukatlardan 17 Aralık’tan önce zaman zaman iktidar yetkilileri adına soru soran oldu mu?
CELAL KARA: 17 Aralık’tan sonra bazı gazetecilerin MİT görevlileri tarafından gazeteci kisvesi altında bana gönderilerek bilgi edinilmeye çalışıldığına dair bazı muhabirlerin sorularından ve tavırlarından şüpheleniyordum. Bu tür sorulara muhatap oluyordum ancak avukatlardan ya da başka birim amirlerinden bilgi talep etme cesaretinde ya da girişiminde bulunan olmadı. 17 Aralık’tan önce ise zaten başka birimlerin haberleri olmadı ve dolayısıyla bana kimse de sormadı.
Ancak Bekir Altun gibi çok sayıda karara imza atan bir hâkimin nasıl olup da olayın mahiyetinin farkına varamayıp ideolojik aidiyetle bağlı olduğu AKP’ye bilgi vermediğini hala kavrayabilmiş değilim. Zannımca olayın mahiyetinin ne olduğunu anlayabilecek derecede incelemeden karar vermiştir. Bu soruşturmada kararlar bakanlar hakkında alınmadığından belki bu nedenle de bazı hakimlerin nazarından kaçmış olabilir.
CEVHERİ GÜVEN: Bugün olsa bu operasyonu yapıyor olsanız neyi farklı yapardınız? Mesela Zafer Çağlayan’ın resmi adres kaydı olduğu için Salih Kaan Çağlayan’ın ikameti yasama dokunulmazlığına halel gelmesin hassasiyetiyle aranmadığı konuşuldu. Bugün olsa o evi de aratır mıydınız?
Sanırım daha ketum davranırdım. Ama neticede insanız, etrafınızda çok sayıda namert, pazarlıkla satın alınabilen ve kötü niyetli kişiler olunca istemeden açık veriliyor. Mesela savcı Ekrem Aydıner denilen rüşvetçi şerefsizin pazarlık yapıp anlaştığını sonraki tavırlarından anlayabilmiştim ve o ana kadar aslında şimdiki aklım olsa bazı tespitlerimi ona söylemezdim. Mesela önceki başsavcı Turan Çolakkadı’nın beni talimatla yönlendiremeyeceğini, bana sonuca etki edecek tesirinin olamayacağını söylemiştim ki, belki de değiştirilmesinde bunun da bir parça rolü vardı. Ben o sırada Ekrem Aydıner’in kendini sattığını ve AKP ile anlaştığını henüz fark etmemiştim.
Yine yanıma gelip gidenlere de en ufak renk vermezdim niyetim ve hedefim konusunda. Mesela Fatih Belediyesi-Anıtlar Kurulu Soruşturması’nda Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in avukatı ile koridorda karşılaştığımızda, “İddianame tanzimi herhalde en az altı ayı bulur, değil mi savcım?” diye sorduğunda “Hiç de o kadar sürmez, iki aya kadar düzenlerim.” demiştim. Bunlar AKP’li arsız hırsızları panikletmiş ve müdahale konusunda hızlandırıcı etki yapmış olabilir. Yani şimdi olsa bir-iki-üç, tıp! der ve susarım, hiç kimseye renk vermem.
Bugün olsa ısrar ederdim!
Operasyon sabahı saat 7 gibi emniyet amiri Kazım Aksoy beni cep telefonumdan arayıp bilgi vermişti. Salih Kaan Çağlayan’ın oturduğu eve girmediklerini zira babasının üzerine kayıtlı olduğunu söylediğinde ısrarla girmelerini söyledim ama soruşturma zarar görür endişesi ile yapmadılar. Bugün olsa, “Bu bir emirdir, ben de sizin adli amirinizim, ne diyorsam onu yapın!” diye sert bir tonlama ile ısrar ederdim.
Nitekim sonradan bizzat bilen bir kaynaktan öğrendiğime göre 17 Aralık günü Zafer Çağlayan’ın evinde 73 milyon dolar para varmış. Bunu kendi ikamet ettiği evde mi saklıyordu yoksa oğlunun ikamet ettiği evde de var mıydı bilemiyorum. Türkiye’deki ceza hukuku usulü uygulamasında bu konuda hata yapıldığı kanaatindeyim. Kaybolmasından korkulan delillerin ve hatta delil toplamanın yasama dokunulmazlığı ile ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Bunu sayın Sami Selçuk da böyle değerlendiriyor diye biliyorum. Düşünün; kendi adına kayıtlı 50 tane evi olsa ve bunlarda kaybedilecek deliller olsa bakan adına kayıtlı diye hiçbirini arayamayacak mıyız?
17 Aralık soruşturması, dershane tartışmasından 1 yıl önce başladı
CEVHERİ GÜVEN: Bu soruşturmalar hükümetin cemaate yönelik başlayan yaptırımlarına karşı cevap mıydı?
CELAL KARA: Ben bu mahiyetteki bir söylem ile 2014 HSYK seçimleri öncesinde bazı meslektaşlarımı ziyaretim sırasında karşılaşmıştım ve hayret etmiştim. Ancak o ana kadar üzerinde hiç düşünmediğim için de sadece hayır demekle yetinmiştim. Başka çok sayıda sebep bulunabilir düşünüldüğü takdirde ancak her biri başlı başına yeterli cevap oluşturabilecek iki hususu belirtmek bu düz mantık ürünü algının ne denli mesnetsiz olduğunu ortaya koyacaktır:
(Celal Kara, soruşturmanın Erdoğan’ın dershaneyi hedef almasınadn çok önce, Eylül 2012’de başladığını söylüyor) ‘Suyumu bulandırdın’ mahiyetindeki o saçma (Ayşe teyze çocuğunu dershanene göndermek için ineğini satıyor) gerekçeli açıklamadan bir yıl önce başlatılmış bir soruşturmanın o beyana karşılık başlatıldığı söylenebilir mi?
Reza Zarrab hakkında başlatılmış olan soruşturmanın başlama sürecine ilişkin verdiğim cevap da göstermektedir ki bu soruşturma açıklamaya cevap mahiyetinde başlatılmış olamaz zira başlama sebebi yolsuzluk iddiaları değil, kaçakçılık iddiasıdır. Bakanlar ve çocukları rüşvet ilişkilerine girmeselerdi bu soruşturma hiçbir zaman yolsuzluk soruşturması hüviyetine bürünmeyecekti. Delillerin durumuna göre belki bazı şüpheliler hakkında kaçakçılık suçundan dava açılacaktı ya da tamamen takipsizlik kararıyla kapatılacaktı. Yani yolsuzluk soruşturması olarak başlatılmadı ki cevap olsun.
Ekrem Aydıner: Ben dosyayı bilmiyorum, okumadım ki!
CEVHERİ GÜVEN: Soruşturma duyulur duyulmaz kısa süre sonra dosyalara sizinle bakmak üzere iki savcı takviyesi yapılmıştı. Bunun kimin fikri olduğu hususunda bilginiz var mı?
CELAL KARA: Tam olarak gününü hatırlamıyorum ancak operasyondan belki iki gün sonra başsavcı Turan Çolakkadı’nın talimat yazısıyla yanıma eklemlendiler. Buna takviye değil köstekleme demek gerekir aslında. Her karar en az iki savcının imzası ile alınacak diye de şart koşuluyordu. Soruşturmayı akamete uğratma amacıyla monte edildikleri anlaşılan iki savcının montajı onun yani İbrahim Okur’un talimatıyla Turan Çolakkadı tarafından gerçekleştirilmiştir.
Başlarda Ekrem Aydıner sanki tarafsız gibiydi ancak aradan bir-iki hafta geçtikten sonra frenlemeleri başladı. Soruşturmaların önce frenlenmesi ve sonra da kapatılması konusunda onunla anlaşıldığı belliydi. Yapılması gereken rutin işlemlerde dahi sürekli işin önüne taş koyuyordu.
(…) Bendeki iki dosya ile savcı Mehmet Yüzgeç’teki dosya alınarak Ekrem Aydıner’e verildi. Bundan birkaç gün önce Reza Zarrab’ın malvarlığı üzerine konulan tedbirin kaldırılması kararına yaptığım itiraz metnine imza atmamak için Ekrem Aydıner direnç göstermişti. Bu olay açık ve tam iş birliğine girdiğini gösteriyordu ancak tüm kamuoyunun onun rolünü öğrenmesi altına imza attığı takipsizlik kararları ile oldu.
Takipsizlik kararını kim yazdı?
Doğrusu o takipsizlik kararlarını kendisinin değil akademisyen avukat Ersan Şen’in yazdığını, flashdisk ile getirip Ekrem Aydıner’in odasındaki bilgisayardan UYAP ortamına yapıştırıldığını bazı gazeteciler de dile getirdiği için artık açıklamakta beis görmüyorum.
Malvarlığına konulan tedbirin kaldırılmasına yaklaşık bir sayfa kadar hukuki ve dosyadaki somut gerekçelere dayanarak itiraz yazdım ve onların da imzası gerektiğinden önce Ekrem Aydıner’e gönderdim. Katibim Halil Akgün’e, “Ben dosyayı bilmiyorum, okumadım ki.” diyerek imzalamayacağını söylemiş. Bunun üzerine ana klasör olan mavi klasörü kendisine gönderdim okusun diye. İki gün geçti ama imzalamadı.
Sonradan yeni atanan başsavcı Hadi Salihoğlu’na hoş geldin ziyaretine giden meslektaşlardan biri beni gördüğünde dedi ki “Seninki (Ekrem Aydıner’i kastediyor.) koltuğunun altında mavi bir klasörle başsavcının yanına geldi ve konuştular, o neydi?”
Yani imzalamamak için diretirken okusun diye gönderdiğim klasörü alıp zaten kurşun asker olarak gönderilmiş olan yeni başsavcı Hadi Salihoğlu’nun yanına inmiş derhal. İki gün sonra da zaten dosyaların bizden alınması gerçekleşti.
Düşünün ki bir takipsizlik kararı metninde Reza Zarrab’ın Türkiye’nin cari açığını nasıl kapattığını övücü dille dört sayfa mavra yapılıyor, bunun bir savcının kaleminden çıkmış olma ihtimali var mıdır? Öte yandan; tutuklamaya sevklerin yapıldığı gün şüphelilerin durumlarını tartışacakken bana dönüp hiçbirinin durumunu tartışmadan, “Ben biraz okudum midem bulandı kardeşim, kimi istiyorsan sevk et, ben altına imzamı atarım.” dedikten sonra ve daha sonra da tutukluluk sürelerinin uzatılması taleplerine de imza attıktan sonra, “Ben dosyayı okumadım ki bilmiyorum ki.” diyerek itiraz kararına imza atmaktan imtina etmesinde mantıksal tutarlılık var mıdır?
1 Milyon TL’lik avukatlık ücreti
CEVHERİ GÜVEN: Savcı Ekrem Aydıner’in durumunu gerçekten merak konusu. Ne oldu da sonradan görüşü değişti?
CELAL KARA: Açıkçası bu zırvaların bir savcının kaleminden çıkması imkansızdır zira madem öyle hukuksuzluklar gördün de neden daha önce her işlemin altına imza attın diye sormak gerekmez mi? Yazdığı gerekçelerin hukuken fahiş derecede yanlış olduğunu da anlatırım ama çok uzar. Rüşvet suçunun oluşamayacağına dair gerekçe tutuklamalardan hemen sonra bana ziyarete gelen ve havuz medyasında beyanlarının tamamen çarpıtılarak verilmesi nedeniyle özür dilemeye geldiğini beyan eden avukat Ersan Şen’in ileri sürdüğü gerekçedir. Belki bu gerekçeler Ersan Şen tarafından sonradan biraz daha genişletilmiştir. Zaten o takipsizlik kararının avukat Ersan Şen tarafından bir flashdisk ile hazır olarak getirildiği ve Ekrem Aydıner’in katibine verilerek UYAP ortamına yapıştırıldığı bilinen bir gerçek. Bu denli hukuksuzluğun savcı Ekrem Aydıner tarafından ne karşılığında(!) yapıldığı da ileride ortaya çıkacaktır. Avukat Ersan Şen’in Halkbank genel müdürü Süleyman Aslan’ın avukatlığı için o zamanın parasıyla bir milyon lira aldığını duymuştum. Üzerine başkalarından da bir şeyler almış olması muhtemeldir. Bunca zırvanın uydurulması kolay değil neticede.
Erdoğan’dan Sadullah Ergin’e: Ne hukuku lan, hepsini savuracaksın!
CEVHERİ GÜVEN: Dönemin İstanbul C. Başsavcısı Turan Çolakkadı ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin aslında soruşturmanın sekteye uğratılması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Buna rağmen kısa süre içinde ikisi de mevcut görevlerinden alındı. Yerlerine gelen kişiler, yani Hadi Salihoğlu ve Bekir Bozdağ’ın hangi özellikleri vardı da tercih edildiler ya da öncekiler siyasi iktidarın istediği neyi yapmadılar?
CELAL KARA: Gerek başsavcı Turan Çolakkadı gerekse adalet bakanı Sadullah Ergin her ne kadar koltuklarını korumak isteseler de hissettiğim kadarıyla az da olsa hukukun aşılamayacak sınırları konusunda bir ahlaki barajları vardı şuur altlarında. Yerlerine gelen başsavcı Hadi Salihoğlu ile adalet bakanı olan Bekir Bozdağ ise hukuksuzlukta ne kadar ileri gidebilecekleri hususunda şeytana pabucunu ters giydirecek ve şeytanı şeytanlığından utandıracak derecede militanca icraatlar sergileyebilecek ve bundan da zerrece utanmayacak tıynette kişilerdi.
Mesela bana gelen duyuma göre dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Başsavcı Turan Çolakkadı ile görüşüp Ankara’ya döndükten sonra Recep Erdoğan ile görüşmesinde dosyanın çok dolu olduğunu ve hiçbir şey yapılamayacağını söylemişk. Erdoğan ise “Ne hukuku, ne delili lan! Hepsini savuracaksın!” diyerek bilinen tarzdaki tepkilerinden birini göstermiş. Aynı şekilde Turan Çolakkadı da yerine gelenin yaptığı ahlaksızlıkları/hukuksuzlukları irtikap edebilecek derecede düşük yapıda değildi. Dolayısıyla istenenleri tam olarak yapabilecek derecede karakter ve makam zaafları olanlar getirildi yerlerine.
Aslında bu durum o dönem tüm atamalarda böyleydi. Mesela emniyette Yakub Saygılı’nın yerine mali şubenin başına getirilen Hakan Sıralı’nın geçmişi kirli değil ancak önemsenme zaafı olan ve ne olur beni kullanın diye can atan bir karakter fukarasıdır. Bunun gibi yüzlerce ya da binlerce atama yapılmıştır.
MİT, odamı dinlemeye almıştı
CEVHERİ GÜVEN: Soruşturma başladıktan sonra dosya uhdenizden alınıncaya kadar şahsınız ve elinizdeki dosya ile ilgili açık ya da gizliden bir takibat ve müdahale girişimi oldu mu buna dair neler yaşadınız?
CELAL KARA : Odamın dışarıdan kamerayla takip edildiğini daha önce (Ocak 2015) yapmış olduğum ilk röportajımda ifade etmiştim. Bilahare yani 15 Temmuz sonrasında alınan ve bana ulaşan bir ifade tutanağı içeriğinden net şekilde anlaşılıyor ki sadece dışarıdan değil, odam içeriden de hem dinlenmiş hem kamerayla kayda alınmış hem de tüm telefonlarım dinlenmiş. … Daha ilk günlerde benden haber yapmak üzere bilgi istemeye gelen, o güne kadar hiç görmediğim ve tanımadığım gazeteci Bülent Ceyhan’ın aleyhine tanık beyanı oluştururlarken bunu kullanmışlar. Zira onun bana geldiğini ve onunla aramda geçen diyaloğu da kelimesi kelimesine yazmışlar ifade tutanağına.
Zaten ifade tutanağının yazımından bunun bir tanık ifadesi olmayıp MİT tarafından odamdaki tüm faaliyetin kayda alınarak bilahare başkaları aleyhine kullanılmak üzere polisin önüne konulduğu anlaşılıyor.
Attığım imzaların hiç birinden pişman değilim
CEVHERİ GÜVEN: O soruşturmada yaptığınız veya yapamadığınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı? Bugün olsa aynı imzaları atar mıydınız?
CELAL KARA: Attığım imzaların hiçbirinden dolayı pişmanlığım olmadı, yaptığım iş ve işlemlerden de. Hatta benimle o sürece tanık olanlar olağanüstü bir performans gösterdiğimi ifade ediyorlardı. Elimden gelenin azamisini yapmaya çalıştım. Ama bugün olsaydı belki aşırı iyi niyetimin eseri olarak açık ettiğim bazı konuları daha ketum davranarak saklardım ve de muhataplarıma daha farklı sinyaller gönderirdim ki sonuca ulaşabileyim. Yani taktiksel anlamda daha usta bir satranç oyuncusu gibi davranamadığım için üzgünüm, o kadar.
… Reza’nın konuşma ihtimali Ankara’daki suçluları ve özellikle Recep Erdoğan’ı ziyadesiyle korkutmuş olmalı ki (…) Zafer Çağlayan’ı cezaevine gönderip güvenlik kameralarını kapattırarak görüştürmüşler ve “Sakın konuşma, biz seni tahliye ettireceğiz.” taahhüdünde bulunmuşlar. Ben o avukata (Halil İbrahim Koca) pazarlıksız şekilde konuşacaksa ifadesini alayım demiştim ve iki gün sonra tekrar odama geldiğinde, “Artık çok geç, Zafer Çağlayan gidip görüşmüş ve tahliye sözü vermiş, konuşmama kararı aldı.” dedi.
- (Bir kaç gün önce gazetelerde ‘Başbakanı suçla seni tahliye edelim’ manşetleri atılmıştı. Haberlerde Kara’nın Zarrab’ı bu teklifi yaptığı ileri sürülüyordu. Kara, röportajda bu çarpıtma haberin kaynağının Koca olduğunu söylüyor)
Net olarak anlaşılıyor ki; o avukatın Reza’yı hem konuşturmak hem de bir şekilde tahliyesini sağlamak şeklindeki girişiminden haberdar olunca, Reza Zarrab konuşursa hiç iyi olmaz düşüncesiyle derhal havuz medyasında ön alma amaçlı manşetler atıldı ve ya o haftanın son günü ya da ertesi hafta başsavcı değiştirildi. Zira avukatın konuşmalarının içeriği nedeniyle telaşlandılar ve işi şansa bırakmak istemediler.
Aynı anda birden fazla havuz medyasında aynı mahiyette başlıklar atıldığında ve aynı konu üzerinde durulduğunda malum olduğu üzere bunlar MIT’in havuz medyasındaki uzantıları aracılığıyla yapılmaktadır. Aynı gün birden fazla havuz gazetesinde aynı konuya aynı başlıkla ve ana manşetle dikkat çekilmesi telaşın büyüklüğünü gösteriyor. 2014 yılı Şubat ayı yayınları kontrol edilirse bu başlıklar rahatlıkla bulunabilir.
Ben görevimi yaptım, sonuç beni ilgilendirmiyor
CEVHERİ GÜVEN: Can Dündar ile yaptığınız röportajda yolsuzluğun Recep Erdoğan ve ailesine kadar uzadığını ifade etmiştiniz? Bu süreç bir hukuk devletinde başlasaydı ve normal şekilde devam etseydi sizce nasıl bir hale evrilirdi?
Öncelikle belirtmem gerekir ki başbakan ve bakanlar hakkında fezleke yazılmaz, zira onların yargılamaları Yüce Divan sıfatıyla anayasa mahkemesinde yapılır.
Operasyondan önce mahiyeti itibariyle nasıl ağır baskıya maruz kalacağımı tahmin ediyordum ve yükü nasıl hafifletebilirim diye birçok konu ile birlikte bu hususu da düşünüyordum. … Ancak sonuçta ben görevimi yapmak zorundaydım, sonucu beni ilgilendirmiyordu. Bu nedenle sonuca ulaşmasına müsaade edilmeyeceğini bildiğim halde operasyona imza atmaktan geri durmadım. Bir savcı olarak amacım suçluların mümkün olan en kısa sürede tüm delillerle birlikte mahkeme önüne çıkarılmasıdır.
Ancak yine de sonuca ulaşabilmek için bazı taktik adımlar da izledim. Bu meyanda muhtelif kanallardan sürekli soruşturmada Erdoğan ailesinin herhangi bir ferdinin olup olmadığının, aile hakkında herhangi bir işlem yapılıp yapılmayacağının yoklandığı ahvalde soruşturma ve şahsım üzerindeki yükü hafifleterek sonuca ulaşabilmek için Erdoğan ailesiyle ilgili herhangi bir şey yok dedim.
Açıklama yapmak ve özür dilemek için benimle görüşmeye geldiğini söyleyen avukat Ersan Şen’in o görüşme sırasında sarf ettiği, “Tüm meslek hayatımda ilk defa bir soruşturmanın bu kadar siyasi zemine çekildiğine şahit oluyorum.” sözü de durumu anlatır sanırım. Takip ettiğim bu taktik tavırla bir süre daha tüm engellemelere rağmen dosya üzerinde çalışabildim. Ta ki az önce bahsettiğim avukat Halil İbrahim Koca’nın girişimine kadar. O girişim olmasaydı sonuca ulaşmama ramak kalmıştı, bir hafta belki en fazla on gün yetecekti. Yani o avukatın şahsi menfaat odaklı girişimi bu tarihi kırılmaya neden oldu maalesef.
Burada fezlekeyi hazırlamakta olan komiser yardımcısı Hüseyin Korkmaz’a Erdoğan’ın olaylardaki rolünü vurgulamayın diye özel olarak talimat verdim. Verileri koymayalım mı diye sordu; hayır onu kastetmedim, tüm veriler dosyada ve fezlekede yer alacak ancak şüphelilerin sorumluluklarının anlatımında Erdoğan’ın rolünü siz şimdilik vurgulamayın ki dikkat çekmesin, belki böylece soruşturmanın üzerindeki yükü bir nebze olsun hafifletir ve sonuca yaklaşabilirim dedim. Nitekim öyle de yapıldı, ben de aracılarla yapılan yoklamalara onunla ilgili bir şey yok dedirttim. Niyetim, soruşturmaya dair ana iddianameyi mahkemenin önüne gönderebilirsem aynı anda Erdoğan hakkındaki bilgi notunu da meclise göndermekti.
Ortaya çıkan manzara, ‘kirliler koalisyonu’nun sonucudur
Ama ana gerekçem, soruşturmanın üzerindeki ve kendi üzerimdeki kurşundan ağır yükü hafifletmekti. Bu nedenle az önce belirttiğim gibi, ana iddianameyi mahkeme önüne gönderinceye kadar zaman kazanmak istedim ve bu nedenle Erdoğan hakkında bir şey yok diye dolaylı yollardan sinyaller gönderdim. Ancak ilk röportajımın daha ilk gününde her olayın ardında Erdoğan’ın olduğunun görülmekte olduğunu da açıkça belirttim.
Soruşturma normal bir hukuk devletindeki gibi yürütülebilseydi, ortaya çıkan manzara ve deliller karşısında hükümetin istifası, sorumluların derhal dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yargılanması sonuçları doğardı. Doğrusu; gelişmiş hukuk devletlerinde bunun aksi bir manzara düşünülemez bile. Kamuoyu baskısı öyle ağır olur ki, kimse Türkiye’deki gibi siyasi jargonlara sığınamaz ve bir gün daha bile olsa bulunduğu makamda durma arsızlığını sergileyemezdi.
“Bu bizi devirmek için yapılan bir darbedir” diyeceklerini tahmin ediyordum zira net deliller karşısında yapabilecekleri hukuki bir savunma olamazdı ve nitekim onlar da siyasi söylemlere sığındılar, tabanlarını da bunlarla kandırdılar. Büyük bir kısmı kanmasa da menfaati icabı yine arsıza-hırsıza sahip çıktı. Zira sahip çıkılan da sahip çıkanlar da sahip oldukları her şeyi kaybetmekle karşı karşıya idiler.
Ortaya çıkan manzara sadece AKP ve Recep Erdoğan’ın kendi lehlerine başarısı değil, bir kirliler koalisyonunun sonucudur. Ergenekoncularla görüşmeye ve ittifak teklif etmeye Silivri Cezaevi’ne giden ve yolsuzluklarıyla, tetikçiliğiyle, havlamalarıyla meşhur Mehmet Metiner’in ve benzerlerinin nasıl yalınkılıç tehdit twitleri attığını, siyasi iktidardan nemalanan tarikat ve cemaatlerin nasıl destek verdiğini, ne yaparsan yap arkandayız açıklamaları yaptıklarını gördük.
Ergenekoncu diye bilinen grup ise daha çok taktik akıl çerçevesinde hareket ederek hem o günlerde hem 15 Temmuz’da AKP ile işbirliğine gitti. Geçmişte de ucu siyasi iktidarın en tepesine uzanan iddialar maalesef hiçbir zaman soruşturulamadı ya da sonuca ulaştırılamadı ama hiçbir zaman bu denli arsızlık ve aleni hukuksuzluklar da yaşanmadı. Söylenebilecek çok şey var aslında ama herkes her şeyin farkında, bile-isteye yapıyor yanlış tercihlerini. Tercihlerinin sonuçlarını da yaşıyor ve daha yaşayacakları çok şey var. Türkiye diğer Ortadoğu coğrafyası ülkeleri ve toplumlarından farklı görünse de temel reflekslerinde ve tercihlerinde değişen bir şey olmuyor maalesef. Güçlüye bir şey olmuyor.
Zekeriya Öz, onurlu bir duruş sergiledi
CEVHERİ GÜVEN: Bu soruşturmalarda Zekeriya Öz’ün görevi neydi? 17 Aralık soruşturması Öz üzerinden de çokça tartışıldı?
CELAL KARA: Zekeriya Öz’ün soruşturmanın koordinatörü olduğuna ilişkin yaygın bir yanlış algı var. İktidar, Ergenekon soruşturmaları nedeniyle medya ve siyasette yaşanan tartışmaları 17 Aralık soruşturmasına dahil ederek avantaj yakalamaya çalıştı. Ergenekon davasına karşı olanları 17 Aralık soruşturmasında kendisine destekçi haline dönüştürmek istedi ki bunda da kısmen başarılı oldu.
Tarafımca yürütülen iki soruşturmada da Zekeriya Öz’ün hiçbir rolü yoktu. Zira soruşturmaların yürütüldüğü büronun başsavcı vekili olmak o büroda yürütülen soruşturmaları bilme ve müdahil olma imkânı sağlamaz. En fazla konu başlığını bildiği bir dosyanın varlığından haberdar olabilir o kadar. Zaten imza ve sorumluluğu bulunmayan bir soruşturmaya müdahil olması hukuken de mümkün değildir. Tüm sorumluluğu üstlenen ve imza yetkisine sahip soruşturma savcısına talimat veremez, en azından soruşturma savcısı bunu dinlemek ve uymak zorunda değildir zira iddianamenin ve soruşturma evrakının altına kim imza atıyorsa sorumlusu odur.
…
Eğer kastedilen, soruşturmada istenmeyen bir gelişmenin önlenmesi veya istenmeyen bir yöne kanalize olmasının engellenmesi, istenmeyen kişi ya da kişilere dokunmasının önüne geçilmesi ise bu mümkündür zira muhtelif şekillerde engelleme imkanı vardır. Nitekim 17 Aralık diye bilinen soruşturmada da Turan Çolakkadı tarafından bu tür engellemeler yapılmıştı. İfadeye çağırdığım bir müdürü çağırmamı engellemek için “Soruşturmayı elinden alırım.” anlamına gelen usulünce tehdit üsluplu bir yazıya maruz kalmıştım.
Bilmediği ve üzerinde hiçbir çalışma yapmadığı bir dosyada (ki, burada iki ayrı büroda yürütülen üç ayrı ve her biri çok kapsamlı dosyadan ve operasyonlardan bahsediyoruz) koordinatör olabilme imkân ve ihtimali fiilen ve hukuken yoktur. Nitekim 17 Aralık’ta operasyon yapılan üç dosyanın hiçbirinde Zekeriya Öz’ün aktif görevi ya da rolü yoktu.
25 Aralık diye bilinen ve TMK 10. Madde İle Yetkili Bölüm’de yürütülen soruşturmada da zaten en ufak rolü olamaz zira o büronun da ayrı bir başsavcı vekili (Oktay Erdoğan) vardı ve yetki alanı tamamen farklıydı. Hiçbir savcı ya da başsavcı vekili başka büroların yürüttüğü herhangi bir soruşturmaya herhangi bir surette müdahil olamaz, yetkisi ve etkisi sıfırdır.
CEVHERİ GÜVEN : Sizce soruşturmaların koordinasyonunu Zekeriya Öz’ün yaptığı algısı nasıl oluştu?
CELAL KARA: İki olay nedeniyle bazı gazetecilerde ve kamuoyunda böyle bir algı oluşmuş olabilir:
Birincisi gözaltındaki şüphelilere sorulmak üzere hazırlanan soruların İstanbul Emniyet Müdürlüğü makamına atanan Selami Altınok tarafından sorulmasının engellendiğine dair büroda görevli emniyet amiri Kazım Aksoy’dan tarafıma bilgi gelmesi üzerine ben de durumu o sırada hala odasından ayrılmamış olan Zekeriya Öz ile paylaştım. Zira o sırada dokuz şüphelinin gözaltı süresinin üçüncü gününde adliyeye sevkini istemiştim ve onların getirilmesini bekliyordum.
Bu nedenle Vatan Caddesi’ndeki binaya gitme imkanım yoktu. Öte yandan; Selami Altınok’un yaptığına çok sinirlenmiştim ve gitmem halinde ciddi gerilim çıkacaktı, soruşturma zarar görebilirdi. Bu nedenlerle dahili hattan Zekeriya Öz’ü arayıp durumu anlattım ve çok sinirli olduğumu söyledim. Zekeriya Öz de bu duruma sinirlenerek, “Sen işine bak, ben giderim.” dedi. Daha sonra buna dair görüntülerin medyada yer alması nedeniyle onun soruşturmada aktif rolünün olduğu zannı oluşmuş olabilir. Ama doğrusu soruşturmanın yürütülmesinde hiçbir rolü yoktu.
Bu şekilde kanaat oluşmasına neden olan bir diğer olay da o sıralarda internete düşen bir telefon konuşmasıdır. Recep Erdoğan’ın Bilal Erdoğan ile konuşmasında Hamdi Topçu aracığıyla Zekeriya Öz’e ulaşıp soruşturmaya müdahil olup frenlemesini istediği konuşmadır ki ben bunu Zekeriya Öz’e bilahare sorduğumda, Hamdi Topçu ile bir görüşmelerinin olmadığını ve dolayısıyla kendisinden müdahalesini istemediğini söylemişti.
Diğer bir olay ise ombudsman Nihat Ömeroğlu ile bilahare Yargıtay Başkanlığı’na atanacak olan İsmail Rüştü Cirit aracılığıyla Bursa’da bir otelde ailece yemeğe gittikleri ve orada Zekeriya Öz’den soruşturmalara müdahale etmesini açıkça istedikleri ve Zekeriya Öz’ün de bunun mümkün olmadığı bildirdiği olaydır. Bunu bana kamuoyuna yazılı açıklama yapmadan önce anlatmıştı ancak bir de yazılı açıklamasıyla öğrenmiş olduk. Zaten burada istenilen şey soruşturmaları frenlemesidir, özellikle de Erdoğan ailesine dokunan yanları varsa engellemesini istiyorlar. Bu durumda, yani Zekeriya Öz’ün müdahale girişimi olsaydı dahi bu üç ayrı soruşturmanın koordinasyonu anlamına gelmezdi.
Hatta operasyon sabahı lazım olacağını tahmin ettiğimden soruşturma dosyasını takip eden komiser Hüseyin Korkmaz’a soruşturma hakkında olabildiğince özet bir bilgi notu hazırlaması talimatını vermiştim. O da bu talimatım doğrultusunda yanlış hatırlamıyorsam 23 sayfalık A3 boyutunda spiralli not defteri gibi bir bilgi notu hazırlamıştı. Bir nüshasını başsavcı Turan Çolakkadı’ya versin diye, bir suretini de soruşturmanın mahiyeti hakkında özet de olsa bilgi sahibi olması için okusun diye Zekeriya Öz’ün kendisine olmak üzere iki adet bilgi notu bırakmıştım. Bunu dahi okuduğundan şüpheliyim. Nerde kaldı onlarca klasörlük dosyaları okusun ve koordine etsin.
Ancak; 17 Aralık sonrası birçok savcı ve hakimin sırf büyükşehirden sürülme endişesi ile yaptığı hukuksuzlukları hatırlayınca, Zekeriya Öz’ün mesleğini, konumunu ve hürriyetini kaybetme pahasına gelen baskılara ve tehditlere direnmesinin takdir edilmesi gereken onurlu bir direniş olduğunu kabul ve ifade etmek gerekir.
Ülkenin tüm namussuzları ittifak etti
CEVHERİ GÜVEN: 17 Aralık dosyasının ve devamında Türkiye’nin başına gelenleri bir cümlede nasıl ifade edersiniz?
CELAL KARA: Türkiye’nin tüm kirlileri-namussuzları-kanunsuzları ittifak yaptı ve dürüstlük/dürüstler kaybetti. Aslında kaybedenin çeşitli menfaat kaygılarıyla hareket edenler ve tüm Türkiye olduğu sanırım kısa süre sonra net ve çok acı şekilde anlaşılacak, hatta bu kirli ittifakın tüm yandaşları ve destekçileri pişmanlıktan kıvranacak ancak artık geri dönüş mümkün değil.
Doğrusu; operasyonu yapmadan önce de bunun bir deprem etkisine neden olacağını tahmin ediyordum ve hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını da öngörüyordum ama bilahare gerçekleşen ağır hukuksuzlukların, zulümlerin olabileceğine ben dahi tüm bu öngörüme rağmen ihtimal vermiyordum. Gazeteci Ahmet Altan’ın bir tespiti bence durumu güzel özetliyor: “Eğer bu Ergenekoncular hapisten çıkar ve bu siyasal islamcılarla iş birliği yaparlarsa, bu Türkiye’nin kıyameti olur.” diyordu. Yaşananlar tamamen bundan ibarettir.
Kanlı katillerle namlı-arsız hırsızlar, menfaati için satmayacak değeri olmayanlar bir suç ortaklığı kurdular. Sosyal medyada 15 Temmuz öncesinde bazı siyasilerin yaptığı açıklamalar da nasıl bir kirli pazarlığın döndüğünü, nasıl kirli bir koalisyonun kurulduğunu açıkça anlatıyordu.
17 Aralık’tan en fazla iki hafta sonra bir şahsi değerlendirmem olarak diyordum ki; en fazla altı ay zarfında uyuşturucu suçları, bir yıl zarfında da çete suçları patlama yapar zira dürüst çalışan tüm polisleri ve savcıları darmadağın ettiler, yürütülmekte olan soruşturmaları kapattılar. Nitekim tam olarak da öyle oldu. Ülkenin bugün nasıl bir uyuşturucu merkezi haline geldiğini, nasıl uluslararası mafya yapılanmalarının merkezi haline geldiğini görenler daha ilk iki hafta içinde yaptığım o değerlendirmeyi takdir edeceklerdir.
Devlet dediğiniz şey bir bina ya da heykel değildir, uyulması üzerinde mutabık kalınan kurallardır ve devlet halka hizmet için vardır. O zaman teamül haline gelmiş ve aksi düşünülemeyecek kurallar öyle ihlal edildi, her şey öyle tarumar edildi ki adım adım devlet tüzelkişiliği yıkıma sürüklendi. Bugün ortada devlet görünümlü bir yapı olabilir ancak bunun gerçek bir devlete ait vasıfları taşıdığı kanaatinde değilim.
Anayasa mahkemesinin kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum diye açıkça ve arsızca dillendirebilen başbakan olur da toplum sen ne diyorsun diye demokratik tepki vermezse, onlarca yıldır uyula uyula teamül ve ahlak haline gelmiş kurallara uyulmayabileceği ve tamamen keyfi davranılabileceği psikolojisi oluşur hem toplumda hem devletin görevlilerinde.
En yukarıdakiler keyfi, kuralsız davranışların en ağırlarını sergiler ve hiçbir tepkiyle karşılaşmazlarsa, bu aşağıya kadar sirayet eden ve sonuçta devlet tüzelkişiliğinin yıkılışı sonucunu doğuran, domino taşlarının birbiri ardına yıkımı gibi sıralı bir yıkıma neden olur. En aşağıdaki sıradan halkın anlaması en sondaki en vahim tabloyu gördüğünde gerçekleşir ve artık çok geçtir.
Ben bugünkü yıkımı o günlerde öngörmüştüm ama belki arada aklı selim sahipleri bu kötü gidişe dur der dedim ama olmadı. Sabırla beklemesini başarabilenler, bundan sonrası için de ne demek istediğimi daha iyi anlayacak ve neticelerini göreceklerdir. Yaratan’dan temennim; bu kirli koalisyona fiilen ya da ruhen taraftar olmayanları onların şerlerinden koruması.