ÖMER ATİLLA ERGİ
İman, Allah’ın (cc) kalplere yerleştirdiği bir nurdur. Ehli sünnet uleması imanın ikrar ve tasdikten ibaret olduğunu söylerler. Meseleye biraz daha derinden yaklaşan İmam Maturidiye göre iman tasdiktir, ikrar ise bir kişinin diğer Müslümanlar nezdinde mü’min kabul edilebilmesi için bir ön şarttır. Buna göre Allah nezdinde mü’min olmanın şartı kalben tasdik, Müslümanlar nazarında mü’min olmanın şartı da dille ikrardır. Yani teolojik anlamda kelime-i şehadeti getiren bir insan Müslümanların nazarında mü’min olarak kabul görse de, kalpte tasdik olmadıkça Allah nezdinde inanmışlardan sayılmaz. Hz Ömerden rivayet edilen ve Cibril hadisi ünvanı alan bir hadis-i şerifte muhbir-i sadık dinin üç esastan oluştuğunu bildiriyor, İslamı beş şartıyla, İmanı altı rüknüyle, İhsanı Allahı görüyormuş gibi ibadet etmekle tarif ediyor. Fakat ihsan sahipleri diğer insanlar tarafından bilinemeyecekleri için, bizler genel anlamda zahire hükmeder ve imanın altı rüknünü dille ikrar edeni mü’min kabul ederiz. Aslında Müslümanlar nazarında mü’min görünen herkes Allah nazarında mü’min olmayabilir.
Ehli nifak bunun en güzel örneğidir çünkü onların dilleri ve hatta amelleri bile Müslüman olduklarına delalet etsede, kalplerinde Allah korkusu adına birşey bulmak mümkün değildir. Bu kişiler namaz kılsalar da, yüz defa hacca gitseler de, çok güzel Kur’an okusalar da, peşlerine milyonları taksalar da imandan nasibini almamış mütemerrid şahsiyetlerdir. Bu tip insanlar İslam tarihi boyunca Müslümanların başına ehli küfürden daha çok bela olmuşlardır, çünkü Müslüman fıtratı itibarıyla hüsnü zanna memur olduğu için İslam dairesi içinde gördüğü insanlarla hep hüsnü zanla bakar. Oysaki Müslüman için hüsnü zan, adem-i itimat bir düsturdur, çünkü bazen güvendiğiniz dağlara kar yağabilir, dost bildiklerinizden en büyük darbeleri yiyebilirsiniz ve Müslüman bildiğiniz bazı insanlar karşınıza ehli nşfak olarak dikilebilir. İnsanların kalplerini yarıp içindekileri görmek mümkün olmadığı için bizler genelde zahire hükmederiz fakat kaainatın efendisi, ehli nifak kategorisi altına giren insanların ortak karakterleri hakkında bize bazı ipuçları da vermiştir. Hz ruhu seyyid-ül enam bu konuda münafığın alameti üçtür buyurmuş. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emanet hıyanet eder, bir rivayette de buna bir dördüncü alameti ekleyerek, düşmanlıkta aşırıya gider, buyuruyor. Bu hasletlerden bazıları inanmış kişilerde de bulunabilir, yani bazen mü’min kişilerde de münafık sıfat bulunabilir, fakat kaainatın efendisinin bahsettiği sıfatların bir insanda toplanması hiçde hayra alamet değildir. Bu durumda olanlar ve bu hasletleri ikinci bir fıtrat haline getirenler münafıkların ta kendileridirler.
İbn-i Hajer’e göre nifak, zahirin batına uymaması demektir, yani münafık kişi sözüyle özü bir olmayandır. Söyledikleriyle yaptıkları tamamen olandır. İbn-i Selül misalinde de görüldüğü gibi, rahatlıkla yalan söyler, şahıslara veya toplumlara acımasızca iftira atabilir, aralarını bozma gayretine girebilir ve masum insanlara her türlü zulmü reva görebilir. Hz Mevlananın hepimizin bildiği meşhur bir sözü vardır, ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün. Aslında Müslümanlar için hem şahsi kemalatın geliştirilmesinde, hem de insanları daha iyi tanımada bir düsturdur bu. Belki, insanları göründükleri ve söyledikleriyle değil, hal, tavır ve icraatlarıyla değerlendirmek lazım. Ne yazıkki günümüzün Müslümanları bu değerlendirmeyi sıhhatli bir şekilde yapamıyorlar, dolayısıyla müdahene ile müdarayı birbirine karıştırıyorlar. Müdara dine ve dünyaya gelecek zararı önlemek için gerektiğinde kötü bir insanı bile güler yüzle karşılayıp, umumun hakkını gözetmek demektir. Müdara, nifak ve takıyye ile eş anlamlı değildir. Buhari’de geçen bir rivayette Allah Resulü bir kavmin en şerli adamlarından birine ikramda bulununca, Hz Ayşe validemiz sorar, “kötü bir adama niçin ikramda bulundunuz?” Allah Resulü, “insanların en kötüsü, zararından korunmak için kendisine ikram edilendir” buyurur. Fetavayi Hindiyede bu mesele hakkında şöyle bir hüküm vardır, dine veya topluma büyük zarar gelme ihtimali olan şartlar altında iyiliğe davet, kötülükten men vazifesi ifa edilemiyorsa, susmak caizdir. İslam fıkhında buna müdara denir. Bu şartlar altında alimler dahil herkes müdaraya başvurabilir. Fakat müdahene tamamen farklı bir şeydir, dünya ve makam sevgisi, mal-mülk hırsı, istikbal korkusu ve hased duygularıyla dinden taviz vermektir. Müdahene denilen bu korkunç bataklığa düşmeme konusunda en büyük sorumluluk alimlerin sırtındadır, çünkü alimler ilimle amel etme yükümlülüğünün ilk muhataplarıdırlar, dolasıyla Kur’an-ı Kerimin “ilmiyle amel etmeyen kitap yüklü merkep gibidir” ihtarının hedefindedirler. Allah Resulü bir hadisi şeriflerinde haramzedelere ve zalimlere müdahene yapıp, kötülükten men etmeyenlerin mahşer günü kabirlerinden maymun ve domuz suretinde kalkacaklarını bildiriyor.
Bu sebeble şartlar ne olursa olsun, alim zalime boyun eğmez ve eğmemelidir. Tarihte bu şerefli dik duruşun İmam Ebu Hanifelerden, İmam Ahmed b. Hanbellere kadar bir çok örnekleri vardır. Ulum-u diniyenin zirvesindeki bu mübarek eşhastan bir çoğu zalim iktidarlara boyun eğmedikleri için zindanlarda çürütülmüş, türlü işkencelere maruz bırakılmış ve idam edilmişlerdir. Allah Resulü, bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin, gücünüz yetmiyorsa dilinizle düzeltin, buna da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğuz edin buyuruyor. Hanefi fıkhında elle düzeltme iktidarın, dille düzeltme ulemanın, kalple buğuz ise avamın vazifesidir.
Peki, kötülük ve zulmü yapan, iktidarın bizzat kendisiyse ne olacak? El cevap: elle müdahalenin mümkün olmadığı durumlarda dille müdahaleye başvurulacak. Hele hele bu makamda veya makamlarda bulunan zevat Allah Resulünun işaret ettiği tüm nifak alametlerini ikinci bir fıtrat haline getirmişse, yüzleri kızarmadan yalan söyleyip, iftiraya tevessül edebiliyorlarsa, vicdanları sızlamadan yaşlıya, gence, kadına, çocuğa zulmedebiliyorlarsa…alim olan alimler bunların karşısında aslanlar gibi kükremeli ve genel toplum da bu civanmert ulemanın arkasında dimdik durmalıdır. Buna göre, soykırım boyutlarına ulaşmış bir zulüm karşısında sessiz kalan, daha da ötesi, zalimin zulmüne cevaz, ve hatta daha da ileri gidip fetva veren alim görünümlü şahıslar, dilsiz şeytanlara benzemekten de öteye gitmiş, şeytan ibn’ul şeytan ibn’ul şeytandırlar.