Klasik dönemin kelamcıları imanın teolojik tanımı üzerinde çok durmuşlar. Bu dönemde, Ehli Sünnet anlayışının dışında kalan mezhebler de kendi tanımlarını yapmış ve farklı görüşlerini öne sürmüşler.
Örneğin, Cehmiye mezhebine göre iman marifetten (ilim, bilgi) ibarettir, dolayısıyla Allah’ın varlığı ve dinin itikadi meseleleri hakkında bilgi sahibi olmak, iman için yeterlidir. Ehli sünnet imamlarından Abu Mansur el Maturidi, bu tanıma itiraz ederek, ilim sahibi olmanın zıddı küfür değil cehalettir, demiş ve bu tanıma göre itikadi meseleler konusunda bilgi sahibi olup, dilinde ikrar, kalbinde tasdik olmayanları da mümin kabul etmek gerekir, demiştir.
Diğer taraftan, Keremiye ve Murciye imamları, imanın sadece dille ikrar olduğunu iddia etmiş ve argümanlarını, Allah Resulü’nün dille ikrar edenleri mümin kabul ettiğini söyleyerek, desteklemişlerdir. Ehli Sünnet uleması bu görüşe de karşı çıkmış, dille ikrar yeterli olsaydı, ehli nifakın da mümin kabul edilmesi gerekirdi, demişler.
Bu konuda bir başka görüş de, Şia, Mutezile, Selefi ve Haricilere aittir. Bunlar da, imanın dille ikrar, kalple tasdik ve uzuvlarla amel olduğunu öne sürmüşlerdir. Bedevi toplumlardan oluşan Hariciler, daha da ileri giderek, büyük günah işleyenin dinden çıktığını ve katlinin vacip olduğunu savunarak günümüzün İŞİD, el Kaide, Boko Haram gibi Neo-Harici örgütlerin teolojilerinin temellerini atmışlardır.
Mutezile’nin görüşüne göre de, iman ve İslam aynıdır, dolayısıyla, farzları terk eden veya büyük günah işleyen kişi, küfür ile iman arasında bir menzildedir. Mutezile bunu “el menziletu beyn el menzileteyn”, yani iki menzil arası olarak tarif etmişler ve bu durumda ölen birinin cehenneme gideceğini iddia etmişlerdir.
Diğer taraftan, Ehli sünnet imamlarının ortak görüşüne göre amel imanın bir rüknü değildir, yani iman dille ikrar ve kalple tasdikdir. Hatta, bu konuda biraz daha detaya inen El Maturidi, “dille ikrar bir insanın başkaları tarafından mü’min kabul edilebilmesi için bir şarttır ama imanın rüknü değildir”, der. Maturidiye göre, imanın rüknü kalple tasdiktir. Yani kalbinde iman olan bir kişi Allah nazarında mü’mindir ama Müslümanların onu mümin kabul edebilmeleri için ikrar gerekir.
Buna göre, mümin büyük günah işlese de dinden çıkmaz. Böyle durumlarda mümin, kafir değil, fasık olur. İmam Şehristani meseleye açıklık getirmek için, her ne kadar mümin, feraizi terk veya günaha irtikabla dinden çıkmasa da, bu onun ahirette cezalandırılmayacağı anlamına gelmez, der.
İmam Ebu Hanife, iman ile İslamın farklı konseptler olduğunu fakat birbirinden ayırılamayacağını söyler. Büyük imam, Fıkıh el Ekber kitabında, iman ve İslam’ın bir vücudun önü ve arkası gibi olduğunu, dolayısıyla ayrılmalarının mümkün olmadığını ifade eder. Ebu Hanife’ye göre, amel imanın bir parçası değildir ama aralarında ciddi bir bağ vardır. Mesela, içki içmek, zina yapmak gibi büyük günahları işleyen bir kişi bunların günah olduğunu kabul ettiği sürece dinden çıkmaz, fasık olur. Fakat, bu kişi, işlediği bu kötü amellerin mübah olduğunu, dolayısıyla yapılmasında bir sakınca olmadığını iddia ederse, dinden çıkmış olur. Bunun sebebi ise, Kur’an ve hadis’de delil-i katı ile yasaklanmış bir şeyi inkar etmesidir.
İmam Azam amelin, imanın bir parçası olmadığı tezine dellil getirirken, imanın eksilip artmadığını fakat amelin eksilip arttığını söyler. Büyük İmam, ilim, amel ve ibadetle, yakinin arttığını fakat imanın esasında bir artma olmadığını söyler. Yani avam tabiriyle, bir insanda iman ya vardır, ya da yoktur.
İmam Azam, imanla amelin farklı şeyler olduğunu başka bir delille de destekler. Der ki, farz olan ibadetler bile belirli şartlar altında terk edilir veya terk edilmeleri için ruhsat vardır, fakat iman hiçbir şart altında terk edilemez. Örneğin, kadınlar hayız süresinde fark namazlarını kılmazlar, fakat hayızlı bir mü’mineye, bu sürede meleklere inanmana gerek yok denilmez. Bir misal daha verecek olursak, nisab miktarı kadar malı olmayan bir fakire, zenginlere farz olan zekat farz değildir, fakat bir insanın fakirlik sürecinde kadere inanmasını gerek yoktur gibi absürd bir iddiada bulunamayız.
Dolayısıyla, imanın tüm rükünlarını dille ikrar eden ve kalple tasdik eden kişiler mümindir. Bu kişilerin dinden çıkmaları için imanın bir veya birkaç rüknünü inkar etmeleri gerekir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır; dinden sadece icmali imanı (inanılması gereken şeylere kısaca ve toptan inanmayı) terk ederek çıkılmaz, tafsili imanı terk etmekle de çıkılır. Tafsili iman, inanılması gereken şeylerin her birine açık ve ayrıntılı bir şekilde iman etmek ve her hangi bir şartına karşı muhalif bir görüşte bulunmamak demektir.
Bu tarife göre, haramı mübah gören veya gösterenler, Zat-ı Uluhiyete karşı saygısızlıkta bulunanlar ve farkında veya farkında olmayarak şirke girenler de, İslamın iman dairesini terk etmiş olurlar.
Günümüzden birkaç örnek verecek olursak;
Bir kişinin başındaki lidere yaranmak için, Allah’ın ezeli ve ebedi sıfatlarının o liderde toplanmış olduğunu söylemesi şirktir ve söz sahibini dinden çıkarır.
Kuran-ı Muciz’ul Beyan’ın bir suresini, ayetini veya tek bir kelimesini hafife alıp, dalga geçen dinden çıkar.
Kuran ve hadisle apaçık bir şekilde haram kılınan, hırsızlık, yolsukluk, rüşvet, zulüm ve insan öldürme gibi katiyen yasaklanmış şeylere bazı kılıflar uydurularak mübah kılmak, belirli şartlar altında yapabilirsiniz demek, insanı dinden çıkarır.
Tabi bir de bunları çok iyi bildiği halde dilsiz şeytan kesilen, daha da ötesi bu konuda fetvalar vererek zalimleri destekleyen yüzlerce din adamı (!) için ne demek lazım, bilemiyorum.
omeratillaergi@yepyeni.zamanaustralia.com