Bugün; sahabeler şehri Diyarbakır’dan yola çıkan, peygamberler diyarı Şanlıurfa’da ruhunun ufkuna kanatlanan bir âlimin, bir bilgenin, bir gönül insanının geride bıraktığı silinmez izleri sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Mehmet Özyurt…
Bu bilge insanın kanat çırpıp Allah’a yürüyüşünün 32. yılı.
Yokluk içinde doğup büyüyen bu zat, bereketli bir ömür, tarih yazdıracak kadar malzeme ve yeni nesle ruh verecek kadar bir aksiyon bırakarak aramızdan ayrıldı.
18 Eylül 1988’de inandığı mefkûre için çıktığı yolda yanarak ruhunun ufkuna yürümüştü. Özyurt Hoca’yı, elim bir trafik kazasında, bir sonbaharın ilk ayı, yaprak dökümü mevsiminde kaybettik.
Bir pazar sabahı, Urfa’da geçirdikleri elim bir trafik kazasında, yol arkadaşları Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik’le birlikte vefat etti Özyurt Hoca.
Bundandır ki, Gönüllüler Hareketi için Eylül ayı hüzünlü bir sonbahar mevsimi gibidir.
Özyurt Hoca denince Diyarbakır’ı hatırlıyoruz.
Ve tabiidir ki Diyarbakır’ın adını anınca sahabe şehri, peygamberler beldesi ve iklimi, kalbimizi serinletiyor. Bir Bizans şehri olan ve Hz. Ömer’in (r.a) halifeliği zamanında, Hz. Halid bin Velid’in (r.a) komutasındaki orduyla fethedilen Diyarbakır’dan bahsediyoruz. Hz. Zülkifl, Elyesa ve Harun (a.s) peygamberlerin, Hz. Halid’in oğlu Hz. Süleyman ve onlarca sahabenin medfun bulunduğu diyar…
Mehmet Özyurt, bu güzel beldede dopdolu 5 buçuk yıl geçirdi.
Aslında Özyurt Hoca’nın hayatı, bugün zalimlerin paletleri arasında türlü eza ve cefayla işkence gören ve cadı avına maruz kalan milyonlarca insanın hayatına da bir projektör gibi ışık tutuyor.
Çilekeş Anadolu insanının; sadece bugünkü harami ve hak tanımazlar tarafından değil, dünkü laik yobazlar tarafından da ne gibi zorluk ve eziyetlere maruz bırakıldıklarının bir portresidir aynı zamanda Özyurt Hoca…
KIT KANAAT GEÇİMİNİ TEMİN EDEN BİR AİLENİN ÇOCUĞUYDU!
Özyurt, 1945’te Antakya’nın tek gözlü bir evinde, geçimini kömür ocaklarında sırtında kömür taşıyarak sağlayan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Mütevazı ve faziletli bir çevrede büyüdü. Henüz 7 yaşındayken Kuran’a olan aşkının verdiği azimle, bir sene içinde hıfzını tamamladı.
11 yaşında Arapça’yı öğrenerek, dinî ilimleri tahsil etti.
14 yaşında iken müezzinliğe başladığı Çay Mahallesi Camii’nde 16 yaşında imamlığa başlayan nev’i şahsına münhasır bir ferasete sahipti.
Askere gidene kadar hiçbir okul okumadı.
Askerlikten sonra, çevresinin teşvikiyle ilk, orta ve lise eğitimini 2-3 yıl içerisinde dışardan bitirecek kadar zeki, Yüksek İslam Enstitüsü’nü birincilikle kazanarak, medrese ilmini üniversiteyle birleştirecek kadar muazzam bir zekâya sahip ve ufku geniş bir âlimdi Özyurt Hoca.
Mehmet Özyurt hep ilmin peşinden koştu.
O yokluk döneminde, henüz 10 yaşındayken bir Arapça tefsir kitabına ihtiyaç duyar.
Ama elde avuçta para olmadığı gibi, yakın dost ve akrabalarından da para bulamaz.
Amcasından almış olduğu 20 kiloluk zeytinyağı tenekesini sırtlayarak, yalın ayakla köyünden 10 km uzaklıktaki şehir pazarına götürüp satar ve kazandığı parayla o Arapça eseri satın alır.
Dün onun gibi bir alime yapılan insanlık dışı muameleler, bugünse binlerce akademisyen, öğretmen, gazeteci ve diğer meslek gruplarına karşı yapılıyor.
Mehmet Özyurt, 1973’lerde henüz gençliğinin baharındayken, İskenderun’da bir grup Nur talebesiyle nezarethane ve sorgu odalarında polis şiddetine maruz kaldı.
O dönemde, zulme uğrayan mazlumların tek savunucusu ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin sadık avukatı Bekir Berk, İskenderun’a gelerek Mehmet Özyurt’a misafir olur ve o davanın da avukatlığını üstlenir.
Evet, mağduriyet yaşayanların avukatları olmadığı için mahkemelerde savunmasız bırakıldığı, her türlü tecrit koşullarıyla yüz yüze kalındığı bir dönemde, İskenderun’a kadar gelip mazlumları savunan avukat yine merhum Bekir Berk’ti. Bugün de, Hizmet Hareketi mensupları çeşitli ambargolara maruz kalarak, hâkim karşısında savunmasız bırakılıyor.
Mehmet Özyurt, İzmir’de üniversiteye devam ederken aynı anda 1974 yılında Bornova’daki Büyük Cami’ye imam olarak tayin edilir.
O yıllarda aynı camiye vaiz olarak atanan Fethullah Gülen Hocaefendi ile yolları burada kesişir. Birbirlerinin ilim ve irfanına adeta âşık olan bu iki dostun birliktelikleri Özyurt Hoca’nın vefatına kadar devam eder. İkisinin arasındaki sevgi ve bağlılık apayrıydı.
Öyle ki; Hocaefendi bir defasında talebelerine sohbet ederken, sabah namazını her gün Mehmet Özyurt Hoca’nın arkasında kılmayı çok arzu ettiğini ifade ederek onun sahip olduğu ilim ve takvaya dikkat çekiyordu.
İzmir’de imamlık vazifesine başlayan Özyurt, ihtilal sonrası sıkıyönetimle idare edilen ülkenin sancılı dönemini ve acı günlerini iliklerine kadar yaşadı.
Ama tüm bunlara rağmen Ege bölgesini karış karış gezerek vaaz-u nasihatte bulunmayı, ilim ve irfanla meşgul olmayı sürdürdü.
Mehmet Özyurt, Diyanet’in mabetlerimizi vıcık vıcık siyasetle kirlettiği ve resmi ideolojiyi yansıtan ruhtan uzak hutbeleriyle değil, gönül diliyle yaptığı etkileyici vaaz ve sohbetleriyle kısa zamanda gönüllere girmeyi başarmıştır. Askerlikten sonra 1967 yılında Şükriye Hanım’la evlenen Özyurt Hoca, vazifeye başlayınca caminin yakınında bir ev tutar. Bir buçuk yıla yakın, her Cuma günü, İzmir dışından vaaz dinlemeye gelen insanlara kendi evinde yemek verir.
Cami cemaati ve çevresiyle güzel bir iklim yakaladı ama sabıkası kabarık devlet aygıtının takibine maruz kalmaya devam ederek kara listeye alındı. 1980’de Kenan Evren dönemi Türkiye’sinde, Bornova’da imam olarak görev yapıyordu. Darbenin yapıldığı 12 Eylül Cuma günü, görev yaptığı camiyi mutat olduğu üzere açmıştı. Hutbe okuduğu esnada, o dönem Ege Ordu’da görev yapan Tuğgeneral Hayri Terzioğlu ve 40 askerle minberden indirilip elleri kelepçelendi.
ÇEKTİĞİ İŞKENCEDEN AYAK ALTINI KİMSELERE GÖSTERMİYORDU
Günümüzde binlerce masum, müfterilerin türlü iftiralarına maruz kalıyor.
Özyurt Hoca da 37 yıl önce (11 Şubat 1983) temelsiz bir iddia ve asılsız bir ihbar üzerine 28 gün arkadaşlarıyla işkence gördü.
Adeta bir şakî gibi takip edildiği günler birbirini kovaladı.
15 Temmuz planlı darbesinden dolayı başlatılan cadı avı nedeniyle çocukları benzer acılar çekiyor şimdi.
Aynı muameleyle karşı karşıya kalıyorlar.
Oğlu da aynı şekilde işkenceye maruz kaldı ve bir yıla yakın bir süreyi Medres-i Yusufiye’de geçirdi.
Tıpkı, 800’den fazlası bebekli anne olmak üzere 17 bin kadının ve 80 yaşını geçen yaşlıların zindanlarda ve işkence merkezlerinde acı çektiği gibi…
Aslında masumlara yapılan gaddar muamele hiç değişmedi.
Tek fark 37 yıl önceki muktedirler postallı cuntacılardı ve belli bir yaşın üzerindeki masumlara acı çektiriyorlardı.
Bugünkü “Davamız İslam” diye yola çıkan yobazlar ise yaşına bakmaksızın yediden yetmişe herkesi, hatta yeni doğum yapmış anneleri bile kelepçeleyerek bebekleriyle birlikte zindana atıyor.
Burada bir parantez açıp ifade etmek gerekiyor ki, günümüzün bazı şom ağızlı müfterileri, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı Hizmet Hareketi için bir ‘palazlanma ve inkişaf etme’ süreci olarak ifade ediyorlar. Hâlbuki Özyurt Hoca’nın emniyette 28 gün aralıksız çektiği işkence bile başlı başına bu şom ağızlılara cevaptır. Yani Hizmet Hareketi mensupları her dönemde acı çekmişler. Hem de en ağırını..
Mehmet Özyurt’un eşi Şükriye Hanım, cezaevi sonrası Özyurt Hoca’nın yaşadığı sıkıntı ve zorlukları şöyle anlatıyor: “Zindandan çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu. İki sene kadar sırtının derileri parça parça döküldü. Ayak altı derileri ise vefatına kadar dökülmeye devam etti. İçeriden çıktığında, yaklaşık iki ay kadar namazlarda rükûya ve secdeye giderken zorlandı.”
(Devam edecek)