Merhum Abdurrahman Cerrahoğlu, bir dostumuzun cenazesinin defninden sonra aynı mezarlıkta elimden tutup beni bir mezarın başına getirdi.
Bu benim annemin kabri… Annem, ben Risale-i Nurları okumaya başlayınca, o da ilgilendi. Okudukça hayran oldu. Üstad Hazretleri’nin büyük bir zât olduğunu idrak etti… ‘Ah bir erkek olsaydım… Dizinin dibinden ayrılmadan hizmet etseydim.’ demeye başladı. Üstad Hazretleri’ni bir ziyaretimde, bana ‘Abdurrahman! Vâliden bizi çok meşgul ediyor! Ona söyle, ben onu büyük talebelerimin içinde kabul ediyorum.’ dedi.”
Siyasî; bir görüşle yetişmiş bir doktorla tanışmıştım. Dedi ki: “Tıp fakültesi son sınıfta arkadaş grubumuzla mühim bir dersimize çalışıyorduk. Bir ara verelim dedik. Ben de bu arada, Bornova’da öğrenci olan kardeşimin gönderdiği bir hocanın vaazını teypten dinleyelim diye koydum. Kâbe baskını üzerine çok heyecanlı ama müthiş bir konuşma idi. Konuşmanın ortasında kız arkadaşlarımızdan birisi bana ‘Sen buna bir de hoca diyorsun. Ne hocası! Lider bu lider! Sen gidip görüştün mü?’ Ben, hayır, deyince, ‘Yazıklar olsun sana! Ben erkek olsaydım, yanına gider ve yanından bir daha ayrılmazdım!’ dedi.” İstanbul’da Zaman Gazetesi’nde yönetmen iken, bir okuyucudan bir mektup geldi… İçinde bir mektup daha vardı. O ikinci mektubu Hocaefendi’ye göndermemi istiyordu. Açıp baktım şöyle diyordu: “Efendim ben sizi hapisanede tanıdım. Vaazlarınızı dinledim… Çok teessüf ettim. Keşke önce sizleri tanısaydım. Dizinizin dibinden hiç ayrılmazdım, bu yanlışlıklara da bulaşmamış olurdum. Bu mektubu sizden bir şey istemek için yazmıyorum. Sadece beni böyle bilmeniz ve bana dua etmeniz için yazıyorum.” Özetle meâlini verdiğim sözleri söyleyen yiğit, aslında iyi niyetle vatan-millet adına gençliğini harcamış gözü kara, kahraman bir vatan evladı idi. Ama tam mürşidini bulamamıştı…
1987’de Avrupa’daki arkadaşların ziyaretine gitmiştim. Epeyce bir dost arkadaş ziyareti yaptık. Bir de Danimarka’ya gidelim, dediler… “Orada tanıdığım, bildiğim kimse yok, kime gideceğiz?” diye sordum. Dediler ki: “40-50 aile var. Hizmeti tanıyorlar.” “Nasıl olmuş?” diye sordum. “Gidelim gözlerinle gör.” dediler ve gittik. Gerçekten gördüm ve hayret ettim. Bunun nasıl olduğunu sordum. Dediler ki: “Buradaki bir arkadaşımız Türkiye’ye gidince bir caminin önünde Hocaefendi’nin teypten sesini duymuş ve vaazını alıp getirmiş. Komşularıyla dinlemişler. Her gidip geldiğinde değişik konuşmalarının bant ve kasetlerini getirmiş. Böyle sadece vaaz dinleyerek böyle bir topluluk meydana gelmiş. Hayret ettim.
Daha sonraki yıllarda gelişme devam etti ve Avrupa ülkelerinde ilk defa okul Danimarka’da açıldı. Hatta Danimarka’daki Galatasaray’ın dört gol attığı maçta, sahada ellerinde “Gökte yıldız ve ay / Yerde Galatasaray” pankartı ile yürüyenler bu okulun öğrencileriydi…
1658’de Osmanlı padişahına Quakers anlayışını anlatmak için İngiltere’den gelen Mary Fischer, İzmir’den Edirne’ye gidip Sultan IV. Mehmed’le görüştükten sonra yazdığı hatıraları, Ouakerslerin İman ve İbadet kitabında şöylece yer almıştır: “Teklifimi kabul etmediler ama Türklerin içindeki doğruluğu ve dürüstlüğü başka milletlerde görmedim. Bu durum bende onlara karşı sonsuz bir sevgi uyandırdı. Onlara hayran kaldım. Türklerin özlerini ve mayasını Allah’a çok yakın gördüm. Onların, Allah’ın hizmetkârlarına karşı doğruluk ve iyilik duyguları ile dopdolu olduklarına şahit oldum.”
Evet, fıtratı bozulmamış bu millet, imana Kur’an’a ve onun yolunda olanlara karşı bütün sâfiyet ve samimiyetleri ile taraftar olmuşlardır.
Bütün baskılara rağmen, hapishaneden hapishaneye atılan, vilayetten vilayete sürgüne gönderilen Bediüzzaman Hazretleri’ne sadakatlarını göstermekten geri durmamışlardır. Daha sonraki dönemlerde, dimdik duran, gönülden konuşan kahramanların peşinden gitmekten asla ayrılmamışlardır.
Tazyiklere, kara çalmalarla, insanlar kısa biz zaman şaşırtılsalar bile, vicdanlar er-geç hakikati görür… “Müminin firasetinden sakının. O, Allah’ın nuru ile bakar.” hadis-i şerifinin sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmî; ve câhil de olsa, aklı idrâk etmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse, soğuk görür, mânen nefret eder.” (Mektubat