Arkadaşımız Mustafa Üftadeoğlu, bir Japon hanımefendinin kendi el yazısı ile Türkçe olarak yazdığı hayat hikâyesini bir roman türünde kurgulayarak “Japon Gelin Makie” isimli bir kitap yazmış.
Kaynak Yayınları’nda neşredilen bu eserde bizlere ders ve ibret teşkil edecek pek güzel hususlar var… Araştırmacı bir ruha sahip Makie, çocuk yaştan itibaren bir arayış yolculuğuna çıkıyor:
“Her şeyi çok incelerdim. Balıkların neden karaya çıkınca öldüklerini hep merak ederdim. Tuttuğumuz balıkların şekillerini, pullarını da saatlerce incelerdim. (…) Annemi babamı sorularımla hep yorardım. (…) Ailemden bir netice alamayınca bu konuları arkadaşlarımla konuşurdum. (…) Onlar topluca eğlenirken ben bir kenarda düşünmeyi tercih ederdim. (…) Okulda Pablo Neruda’nın şiirlerini okuyordum. Onun hayatını anlatan “Postacı” filmini arkadaşlarımla seyrettim. Filmde Neruda’nın sığındığı bir Budist tapınağından kovulması ve halkın onu dışlaması hiç aklımdan çıkmadı. Neruda, olayı gazetecilere şöyle anlatıyordu: “Bir gün Rangoon’da bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı. Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Tapınağın içindekilerle aynı dindendiler, fakat içeri giremediler. Bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim.” Çünkü çok sıcak bir günde yürürken karşıma bembeyaz bir cami çıktı, biraz dinlenmek ve serinlemek için camiye girdim, bir halının üzerine kıvrılarak düşüncelere dalmışım; kimsecikler yoktu içeride fakat az sonra birkaç Müslüman gelip sordular bana ‘Müslüman mısın? Buraya neden geldin? Ne yapmak istiyorsun?’ dediler. Ben ‘Müslüman değilim, biraz düşünmek için camiye geldim.’ dedim. Onlar ‘Hakkın var, burası fikre dalınacak bir yerdir. Yine gelebilirsin.’ dediler. Doğu’da geçirdiğim yıllarda en çok beni etkileyen bu olay olmuştu. (…) O susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi.’ dedi.”
“Amerika’da okurken Türkiyeli Zehra ile tanıştım. Zehra çok sakin, cana yakın, sevecendi; hatta o, bazı Japonlardan bile nazikti. (…) Zehra, iri iri ve şefkatle bakardı. Onun gözlerinin gülmediği bir zaman yoktu. O siyah gülümseyen gözlerle hep gönüller fethetmek için bakardı. Bu yüz, bu gözler yalan söylemezdi. Onun yüzünü kendi yüzümden daha anlamlı buluyordum. Düşünce ve inancın, insan simasına aksettiğini kabul ediyordum. Zehra, her zaman olumlu ve ılımlı düşünürdü. Kendine düşmanlık yapacak kimseleri de bağışlayacak bir vicdanı vardı. Bu sıcak ve müspet düşünceleri, hareketlerden belli oluyordu. Bir de onda, başkalarını doğrulara davet etmek için şiddetli ve önü alınmaz bir istek vardı. Başkalarının saadetlerine vesile olabilmek için insan üstü bir gayret harcıyordu. Aramızda bir muhabbet bağı kuruldu. O bir ideal sahibiydi. Hayata bakış açısı onu bir iyilik meleği yapmıştı; iyilik ve güzelliğin temsilciliğini yapıyordu. Manevî; öğretisini aldığı Hocaefendi ve okuduğu Kur’an tefsirleri, onun eğitiminde önemli rol oynamıştı. Karşılıksız hizmet etmenin önemini kavratmıştı. (…) Yaşıt olmamıza rağmen onun sözünü her zaman tutmaya ve dinlemeye hazırdım. Kendime rehber edineceğim kişiydi Zehra.”
Bunları söyleyen Makie, Japonya’ya döndükten sonra Zehra’nın arkadaşlarını buldu. Onlar da hal diliyle, gönül şivesiyle konuşuyorlardı… Bu yol onu İslâmiyet’e ve eşi olacak Abdullah öğretmene götürdü… Bedri ve Beyza isimli iki çocukları oldu. Çevresinden pek çok kimseye de vesile oldu.
Japon gençliğini ve toplumunu da pek çok yönleriyle tanıtan bu eser, kendisini bitirinceye kadar elden bıraktırmayan bir câzibeye sahip…