27 Mayıs 1960’ta darbenin olduğu gün, Manisa-Sarıgöl Kur’an Kursu’nda okuyordum.
O gün kursumuza Kütahya-Simav’ın bir köyünden bir baba-oğul geldiler. Baba; “Ben bu oğlumu İstanbul’da hâfız yapmak istiyordum. Ama bu çocuk bir Nurcu hocanın peşine takıldı gitti. Akhisar’ın köylerinden birinde imamlık yapıyor. Köy, öyle bir köy ki, yorgun domuz eğlenmez. Gittim bunu aldım getirdim!” dedi. O zamana kadar “Nurcu” diye bir şey duymamıştım. Baba gidince yaşıtımız hemşehrime “Nedir bu Nurculuk?” diye sordum. “Babamın dediğine bakmayın. Bizim hoca çok iyi, çok bilgili birisi. Bazı kitaplar okuyor o kadar.” dedi. Başka açıklama yapmadı. Belki pek bir şey bilmiyordu.
O sene okullar açılırken imam-hatipte okumak için İzmir’e gittim. Kestanepazarı Yurdu’nda kalıyordum. Manisa-Demirci’den, ortaokulu bitirmiş, fark dersleri verip imam-hatip lisesinde okumak isteyen Hüseyin Çiftçi isimli bir öğrenci gelmişti. Bir gün câminin sermahfilinde çalışırken etrafına şöyle usulca ve dikkatlice baktıktan sonra bana; “Bende bir kitap var, eğer devlet bilse beni asarlar!..” dedi. Ben, “Haydi oradan, hiç kitap için adam mı asılırmış… Getir bir görelim.” dedim. Gitti… Biraz sonra bir eliyle ceketini bastıra bastıra geldi. Sonra elini iç cebine atıp bir kitap çıkardı. “Meyve Risalesi” yazısını okuyabildim. Çünkü gösterip hemen cebine sakladı… “Hiç böyle bir kitaptan adam mı asılırmış? Arkadaşım sen abartıyorsun.” dedim. O da “Sen hiçbir şey bilmiyorsun. Bu kitapları okuyan insanları hapse atıyorlar.” dedi.
Orta ikide okulumuzun Türkçe–edebiyat derslerine giren, Aydın Lisesi’nden sürgün sol görüşlü Nafize Sarıoğlanoğlu isimli hocahanımla münakaşa ettik. Arkadaşımız Fehmi Koru Bey, çok iyi bilir. Okuldan atılacağıma dair okul çalkalanıyordu. İlahiyat mezunu stajyer hocalarımız telaş ediyorlardı. Tam o günlerde okulumuzdaki tek Nur talebesi, hepimizin sevip saydığımız Yahya Alkın benimle ilgilendi… Üçüncü sınıfa geçtiğimde o da bizim yurda girmişti. Bizim grup duvar gazetesi çıkarıyordu. Biz kendimizi Türkiye’yi kurtarmaya hazırlıyorduk. Köy köy dolaşacak, milleti uyandıracak, parti kurup ülkeyi yönetecektik… Fakat Yahya ağabey bana İhlas Risalesi’ni verdi. Okuyunca kendi kendime “A ihlâssız, sen daha kendini kurtaramamışsın. Türkiye’yi nasıl kurtaracaksın?” dedim. Artık Türk Ocağı’na ve Komünizmle Mücadele Derneği’ne gitmekten vazgeçtim. Caminin Kur’an konulan dolaplarının yanında duruyor ve durmadan kitap okuyordum…
Bu arada şunu belirteyim: Orta üç öğrencisi için bunlar biraz fazla, demeyin. Çünkü benim üç sene bir de Kur’an Kursu dönemim var. Yani lise üç gibi düşünün…
O günlerde Halide Nusret Zorlutuna Hanımefendi’nin bir dergide “Ben de Nur talebesiyim” mealinde bir yazısı çıkmıştı. Yahya ağabeyle bu yazıyı elle çalışan teksir makinesinde çoğalttık. Sınıflarımızda dağıttık. Onun sınıfında okul müdürünün adamı varmış, müdüre söylemiş. Müdür bey hemen mahkemeye verdi. Ama mahkemenin hâkimi Abdullah Efendi, dindar, dürüst bir insandı, o da hemen takipsizlik kararı verip serbest bıraktı. Ama müdür, disiplin kurulunu toplayıp Yahya ağabeyin tasdiknamesini eline vererek okuldan uzaklaştırdı.
12 Mart muhtırasında, bir evde kitap okurken bizleri toplayıp götürdüler. Normal 163. maddeden tutuklandık. Ama sıkıyönetim gelince askerî; savcı bizim davaları birleştirdi ve 54 kişilik birbirinden alakasız ve farklı grupları bir araya getirdi. Sanki devleti yıkacak dehşetli bir örgüt havası verdi ve bizim idamdan yargılanmamız için bir iddianame hazırladı. O zaman Demircili Hüseyin Çiftçi’nin sözünü hatırladım: “Adamı asarlar!..”
Ama şimdi yenileri, yeni tuzaklar peşinde… Gördüğüm şu ki, Allah, bütün tuzakları, tuzakçıların eninde sonunda başlarına geçiriyor. Ama senede birkaç defa bir eleğe konuluyorsunuz.
“Onlar, görmüyorlar mı ki, her yıl, bir veya iki kere imtihan ediliyor, çeşitli belâlara çarptırılıyorlar…” (Tevbe Sûresi, 9/126) Mühim olan, ibret almak ve hata ve kusurlarını fark ederek Allah’a istiğfar ile yönelmektir…