Ammar konuşuyor… Yirmi sene öncesine gidiyorum. Ammar bir çocuktu. Ama şimdi gençliğimizin problemleri ve çareleri üzerinde bir konuşma yapıyor.
New Jersey’de bir yerde toplanmış, onu dinliyoruz. Ammar mı? Onun annesinin babası İkinci Dünya Savaşı katliamında Bosna’dan ABD’ye gelmiş canını zor kurtarmış. Anneannesi Amerikalı… Dede ve nine ikisi de profesör; kanaat önderlerinden… Annesi doktorasını Ammar çocukken, kardeşi de kucağında iken yapmıştı ve N.J.’de mahalli bir televizyon tesettürlü örnek bir anne olarak onun bu durumunu haber yapmıştı…
Ammar konuşuyor, hem de çok güzel konuşuyor maşâallah! Ben 1995 günlerine gidiyorum: Ammar’ın babası ve Birleşmiş Milletler’de o zaman Bosna temsilcisi olan dayısı ve birkaç kişiyle Türkiye gezisi yapıyoruz. Dayısı İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Bosna’daki katliamı anlatıyor. 58 kişilik aileden sadece 12 kişi kurtulabilmiş… Hepsini kesip doğramışlar. “Safiye halam 12 yaşında bir çocukmuş, gözleri önünde herkesin katledildiğini görünce ‘Herhalde bizi Müslüman olduğumuz için öldürüyorsunuz? Ben çocuğum, ben de sizin dininizden olayım beni öldürmeyin!.’ demiş. İnsan kasapları, Çetnik çete reisine sormuşlar: ‘Bu çocuk böyle diyor, ne yapalım?’ Reis; ‘Olmaz; onlar pistir, temizlenemezler. Onları, ancak ölüm temizler. Öldürün gitsin.’ demiş!..” Dayı bunları kim bilir dünyanın kaç yerinde kaç defa anlatmış. Onun için normal bir olaymış gibi anlatıyor. Ama tercümanlık yapan Sabahaddin Atalay Bey’in kelimeler boğazında düğümleniyor… Ağlıyor. Bütün salon ağlıyor… İzmir’de de, Denizli’de de, Nazilli’de de… Ortalık iniltilerle doluyor. ABD’den gelenler Ammar’ın dayısı, babası ve diğerleri şaşkın!.. “Bu Anadolu insanları nasıl insanlar!.. Salon gözyaşı külçesi! Biz böyle duyarlı bir topluluk görmedik!.. Allah!.. Allah!.. ” diyorlar…
Ammar, konuşuyor, gençler için çözümler söylüyor… Ben hayalimden kopup, Ammar’ı anlamaya çalışıyor. Sueda Hanım, Ammar’dan sonra mutlu bir valide olarak “Ben Ammar’ın annesiyim!..” diye söze başlıyor. Oğlunun fikirlerini destekliyor. Bana da söz veriyorlar. Bir hatıramı anlatıyorum:
“Bir lisede yedi-sekiz sene din bilgisi dersi verdim. Bütün heyecanımla meseleleri anlatmaya çalışıyorum. Çocuklar ‘Hocam siz gerçekten beş vakit namaz kılıyor musunuz?’ diye soruyorlardı. Çünkü o zaman gençtim ve öğrencilere göre namaz ancak, altmışından yetmişinden sonra kılınan bir ibadetti. Ama bakıyordum, kendi yaşıtları dindar gençlerle arkadaş olunca üç gün sonra onlar da namaza başlıyordu. Arkadaşlık, arkadaşlar çok mühim. Ammar doğru söylüyor. Biz gençler için bilhassa bu Batı dünyasında kültür merkezleri kurmalıyız. Hem spor yapsınlar, hem sohbet etsinler, hem kültürlerini ve dillerini, dolayısı ile dinlerini öğrensinler. O toplumların mozaikleri içinde kendi renklerinde çiçek açsınlar!.. Bunun için biz babalara, dedelere iş düşüyor. Biz öğrenciliğimiz yıllarında zekâtını verenleri çok cömert zannederdik. Kestane Pazarı Camii’nden yükselen bir ses ‘Kırkta bir zekât, cimri zekâtıdır!.. Vermenin sınırı yoktur. Mekkî; âyetler limit getirmiyor. Medî;ne’de mesele realize edilmiş, hiç olmazsa kırkta bir olsun manâsına bir limit getirilmiştir.’ dedi. Biz şaşırdık, bizim gibi ilk defa duyan cemaat şaşırdı. Ammar’a ve gençlere kulak verelim…”
Ammar’ın babası Mu’taz Bey’in sesi çok güzeldir. Türkiye’de güzel ilâhiler okumuş, dualar etmişti. Yine burada da son söz ona verildi, çok güzel bir dua etti… Allah hepsinden razı olsun… a.aymaz@zaman.com.tr