Mustafa Sungur Ağabeyimiz 1929’da, Kastamonu’nun Safranbolu kazasının Eflani nahiyesinin Çalışlar köyünde doğmuştur.
Gölköy Köy Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra kendi köyüne öğretmen olarak tayin edilmiştir. Safranbolu’da Mustafa Osman, Ahmet Fuad ve Hüsnü Bayram Ağabeylerle beraber Hıfzı Bayram ile tanışmasından sonra Risale-i Nurlarla irtibatı kuvvetlenir. Nurları okudukça ruhunda manevî; hazları, kalbinde iman zevklerini duyar ve gözyaşlarına hâkim olamaz. Bir gece rüyasında Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni köylerinin camiinden çıkmış cübbeli ve sarıklı haliyle kendisine doğru gelmekte olduğunu görür. Üstad’la kucaklaşır. Üstad Hazretleri Sungur Ağabey’in ağzına bir şeyler üfler. Sonra yağmur yağar. Hz. Üstad kendisine orada bulunan bir kuyuya atlamasını söyler. O da emre uyarak kuyuya atlar. Orada kendini muhteşem manzaralı bir köşkün önünde bulur. Bu halde rüyadan uyanır. Daha sonra Üstad ile karşılaşınca, rüyada gördüğü cübbeyi Üstad Hazretleri, kendisine hediye eder. İlk ziyareti 1947 senesi Eylül ayında Emirdağ’da olur. Emirdağ ziyaretlerini şöyle anlatır:
“Emirdağ’a gelinceye kadar yolda heyecanımız son hadde varırdı. Üstad’a kavuşabilmekteki sonsuz sevinç ve iştiyakımıza had yoktu. Evet, orada Emirdağ’da birisi vardı, birisi oturuyordu. Varlığımızın bütünü ile ona bağlı idik. Sanki o bizim her şeyimiz idi. Bizim kalplerimizi derinden derine ona yönelten onda gördüğümüz ŞEFKAT, MERHAMET idi. Evet ona, en MÜŞFİK MANEVİ BABA ve ANA gibi koşardık. O bizim sebeb-i hidayetimiz vesile-i necatımız, Büyük Üstadımız… Bu anları, bu günleri düşünürken ben, Emirdağ’a doğru yol alırken ve başındaki küçük tepecikte Emirdağ’ın evleri görünüp kasabaya girerken ben ve nihayet Çalışkanlar dükkânından ŞEFKATLİ SİNESİNE ulaşırken, o anları düşündüğümde, hatırlayışımda gözyaşlarımı tutamam… Şüphe yok ki, benim gibi onun nurundan hayat bulan herkes; bu tatlı gözyaşlarını tutamamıştır hiçbir zaman… Çünkü; onun huzurundaki anlar, dakikalar, saatler şüphe yok ki, âlem-i bekadan bir sahne idi. Sonsuzluğa doğru uzanan hayattar ve Nurlu sayfalar idi… Huzur-ı Muhammedî;’nin (sas) bir yansıması idi.”
Mustafa Sungur Ağabeyimiz, o güneşe seyyâre olduktan sonra öğretmenliği bırakıp Üstad’ın yanına nur hizmetine gitmek ister. “Bin öğretmenlik feda olsun.” der. Üstad’ın tabiriyle “NURUN KAHRAMANI” olur.
1948’de Üstad Hazretleri 54 talebesiyle Afyon hapsine girince, Sungur Ağabey annesine “Ana, bana dua et, Üstad’ın yanına gideyim.” der. Arzusu kabul olur ve Afyon hapishanesine girer. Falakalara yatırılır. Tabanları şişer… Bütün bunlar vız gelir…
Sungur Ağabey artık hayatını tamamen İman ve Kur’an hizmetine vakfeder… Artık hizmet için ihtiyaç olan her yere koşturur…
Ankara’da Tarihçe-i Hayat kitabından dolayı Sungur Ağabey’in mahkemesi vardır. Onun için ayrılacaktır. Üstad Hazretleri’nin elini öper, o da onun yüzüne bakar, “Sungur, hayatınla HAYATIM DEVAM EDECEK!” der. Bu, Üstad’ın Sungur Ağabey’e söylediği son söz olur…
Mustafa Sungur Ağabeyi 1963’ten beri tanıyorum. İzmir’de Mustafa Birlik Ağabey’in ve Halıcı Hüseyin Ağabey’in dükkânlarına gelirdi. Evlerdeki derslere katılırdı… 1966’da M.Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir’e geldikten sonra onun ziyaretine gelirdi. Oğlu Muhammet Nur Sungur’u talebe olarak Hocaefendi’ye vermişti. Muhammet Nur bizimle aynı yurtta kalırdı. Dolayısıyla Sungur Ağabeyi görme fırsatımız çok olurdu.
Birgün Çiğli’de Mustafa Sungur Ağabey, Hocaefendi’nin bulunduğu bir evde “Nur Aleminin Bir Anahtarı” kitapçığından ders okuyoruz. Orada manevi bir nura misal verirken Üstad Hazretleri kendi hafızasından misal getiriyor. 80 senelik ömrü boyunca görüp işittiği, ezberleyip hafızasına aldığı şeylerden bahsediyor ve işte bunların hardal tanesi kadar hafızada yerleştiğini ifade ediyor. Mustafa Sungur Ağabey dedi ki: “Üstad Hazretleri, bütün bunlardan başka ayrıca hâfızasında KIRKBİN MANEVÎ LEVHA bulunduğunu da bize anlattı.”
1972 senesinde Konya’da idim. Bir ağabeyimizin validesi vefat etmişti. Cenazesini kıldıktan sonra tabutu alıp üçler mezarlığına doğru yöneldik. Tam sokaktan çıkıp karşımızda Mevlana Hazretleri’nin Yeşil Kubbeli Türbesi’ni görünce ben içimden “Ne olurdu, Üstad Hazretleri’nin de böyle bir türbesi olsaydı ve insanlar gelip ziyaret etseydi.” diye geçirdim. Üç dört adım arkadan Mustafa Sungur Ağabey geliyordu, birden seslendi: “Abdullah kardeş!.. Bazıları Üstadımızın da işte böyle Mevlana Hazretleri’nki gibi bir türbesi olsaydı, diyorlar. Üstadımız vasiyetnâmesinde bizzat bizlere benim kabrim belli olmasın diye tembih etti!..” dedi. Ben hayret ettim. Cenab-ı Hak haberdar etti demek. En azından “intâk-ı bilhakk” oldu; tevafukan aynı anda konuşturuldu… Çünkü hüsn-i zannımız o ki; Ağabeyimiz velâyet-i kübranın temsilcilerindendi…
Bu mübarek ağabeyimiz, Üstadımızdan bizzat dinleyerek ders alarak Risale-i Nurlar üzerinde çok derin bir vukufiyet kazanmıştı… Sohbetlerinde, derslerde bunu hep görüyor fark ediyorduk. O kazandığı bu müktesebatını hep bizlere, yanına gelenlere, gittiği yerlerde karşılaştığı insanlara aktarmaya gayret ediyordu. O bir seyyare idi… O, muazzam bir güneşin etrafındaki nur halesinin yıldızlarındandı… Ömrü boyunca yol göstermeye devam etti ve aynı halkadan, aynı hâleden olan Zübeyir, Tahirî; ve Bayram Ağabeyler gibi aramızdan ayrılıp muazzez Üstadımızın yanına, ruhunun ufkuna yürüdü…
Allah rahmet eylesin… Evladlarına, dostlarına, akraba ve taallukatına Cenab-ı Hak sabr-ı cemî;l ihsan etsin… Hepimizi ahirette beraber eylesin. Amin…