Seyfullah Gülen ağabeyin vefat ettiği gün cuma hutbesinde hatip, ölümle ilgili güzel bir hutbe okudu. Ben sadece bazı bölümlerini aktarmak istiyorum:
“Ölüm bizim için, her zaman ruhun dolaşıp durduğu çok buudlu bir mekâna ve çok derinlikli bir zamana kulluk vazifesinden terhis mânâsına, Cenab-ı Hakk’ın “Haydi şimdi bütünüyle bana gel!” demesinden başka bir şey değildir. Onu gönülden tanıyıp sevenler için bu “gel” deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; “Ey gönlü itmi’nana ve huzura ermiş ruh! Sen O’ndan, O da senden razı olarak dön Rabb’ine! Katıl has kullarıma ve gir cennetime!” şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira bu çağrının mânâsı, dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl! Yitirdiğin Cennet’e ve ruhun asıl yurduna dön, demektir. Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî; varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Azrail arkadaşlığını, İsrafil dostluğuyla bir bilir, Allah’a yürüme anının her lâhzasını Cebrail rehberliğinde miraca yükseliyor gibi zevk ederler. Aslında mü’min, ölüp mezara gömülmeyi, sümbül vermek için toprağın bağrına saçılan bir tohum ve insan olmaya koşan bir sperm gibi görür.
“Bu hususiyete mazhar olacak bir mü’min, hiçbir petekte bulamayacağı balı, hiçbir yerde elde edemeyeceği kaymağı, orada dili damağı arasında bulur. Bu bildiğimiz göklerin ve yerlerin bulunmadığı o sihirli dünyada her şey, bütün o feyizler ve güzellikler kaynağı etrafında sabahlar-akşamlar; sadece O’nu görür, O’nu bilir, O’nu duyar ve O’nu câzibesiyle kendi mahiyet çizgisinin üstüne yükselterek, O’nun varlığının ziyasına bağlanır ve pâr pâr parlamaya başlar… ve “Bir şûlesi var ki şem-i cânın / Fânûsuna sığmaz âsumânın” (Gâlip) hakikatinin mücessem bir misali olur.
“Eğer bütün bu mazhariyetlere ölüm köprüsünden geçilerek ulaşılabiliyorsa, bence ölüm insanın en tatlı emeli olmalı… Ama hayata çağrı ve ona mazhariyet bize ait olmadığı gibi, ölümü arzu etmek ve istemek de bizim hakkımız değildir. Yaratan çağırınca severek O’na koşarız; “hele az daha durun” dediğinde de vuslata karşı sabır mülâhazasıyla dişimizi sıkar dayanırız.”
Hutbeyi bizimle beraber dinleyen Hocaefendi, cumadan sonra hatibin hutbesiyle ilgili “Teselli buldum” diyerek takdirlerini belirtti…
Yirmi Dokuzuncu Söz’de Üstad Hazretleri “Bekâ-i Ruh” bahsinde meleklerin varlığı ile beraber ruhun varlığını ve bekâsını da pek çok delillerle isbat etmiştir.
Ruhun varlığı üzerine yazdığım kitapta da bu deliller yanında dünyada bu konu ile ilgili araştırmalardan da misaller getirerek bahsetmiştim. En son bir ay önce Berlin’de görüştüğümüz avukat Seyran Ateş Hanımefendi de, 30 sene önce uğradığı saldırıda bir arkadaşı ölürken kendisinin de çok ağır yaralandığını, tam o sırada ruhunun bedeninden ayrılıp kendisini ve oradaki insanların telaşını seyrettiğini, hatta ambulans için hastaneye telefon ederken numaraları yanlış çevirdiklerini fark ettiğini fakat bir türlü doğrusunu söylediği halde onlara duyuramadığını anlattı. Ölümü gördüğü ve bir nevi gidip geldiği için daha sonraki ölüm tehditlerine hiç önem vermediğini söyledi.
Evet ilmî; gerçekler ve müşâhedeler de inancımızın doğruluğuna şahitlik ediyor… Onun için bütün sevdiklerimizin toplandıkları öbür âlem, sevinçle kabul edilecek aydınlık bir âlemdir müminler için, Elhamdülillah.