Eğer bir değerlendirme yapacak olursak, bu süreç bizler için “tekâmül kursu” gibi bir yüksek eğitim vesilesi…
Süleyman Şah Üniversitesi’nden Doç. Dr. Uğur Kömeçoğlu’nun dediği gibi, “Artık lokal bir cemaat yok, cihan çapında bir Hizmet Hareketi var!..” Bu hareketin bu konuma tam liyakat kazanması için bu tekâmül kursunun neticesinde liyakat diplomasını alması gerekiyor. İnanıyorum ki, bu liyakat nişanına hak kazanınca, süreç de duracaktır, inşallah… Bu yorum ve değerlendirmemden dolayı Cenab-ı Hakk beni utandırmasın… Böyle düşünürsek ve burada kaderin payını da hesap edersek çok rahatlarız. Üstad Hazretleri, Uhuvvet Risalesi’nde bu hususa dikkatleri çekmiştir. Hatta bu sıkıntılara sebep olan, hasedi imanının önüne geçip zulmedenlere karşı bile af ve müsamaha duygularımız uyanır. Bu husustaki İlâhî; sır ve hikmetleri kavrama noktasında da daha şanslı oluruz. İlâhî; inayeti hoşnud edecek bu tavrımız basar ve basiretimizi daha keskin biçimde açabilir. Ayrıca, kendi şahsî; muhasebelerimizi ve özeleştirilerimizi de yapma, kaderin bu hikmetli icraatından, irfan pınarlarımızı coşturacak güzelliklerden kendi payımıza düşenlerden nasiplenmiş oluruz.
Yoksa öğrencilerin, geometri yarışına katılışı gibi, birbirlerine yok “paralel” yok “üçgen” ve “yamuk” demelerine benzer sözlerle kendimizi mesul edici gıybet ve iftiralara bulaşmış, içinden çıkılmaz, sonu gelmez günah gayyalarını boylama tehlikesi ile karşı karşıya kalmış oluruz. Her ne kadar bize atılan iftiralar ağır gelse de, bunları aktif sabır ile aşmaya çalışmalıyız. Atf-ı cürümlere benzeyen tenkitlerden de uzak durmalıyız. Bu çeşit tenkitler musibeti ikileştirir. Şahsen kendimizi tenkit edebiliriz ama hizmet erlerini değil… Üstad Hazretleri “Üstadınızı hatasız görmek hatâdır.” diyor. Ama bizim insanların hata ve kusur defterlerini tutma gibi bir görevimiz yok. Aslında bizim tam bu süreçte siyer felsefesiyle Hendek, Huneyn ve Uhud olayları münasebetiyle nâzil olan âyetlerin aynasından, o günleri bu günlere taşıyarak, onların ışığı ile bir kendimize bakmamız da lâzım: “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da, Biz onlara karşı, bir rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptığınız her şeyi görüyordu. O vakit onlar, hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözleriniz şaşkınlıktan ötürü kaymış, yüreğiniz ağzınıza gelmişti. Siz de Allah hakkında türlü türlü zanlar beslemeye başlamıştınız. İşte orada mü’minler çetin bir imtihana tâbî; tutulmuş, şiddetle silkelenmiş ve kuvvetli bir şekilde sarsılmışlardı. Hani münafıklar ve kalblerinde hastalık (şüphe) olanlar: ‘Allah ve Resulü’nün bize zafer vaad etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!’ diyorlardı. Bir kısmı ‘Ey Yesribliler (Medineliler)! Burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp evlerinize dönünüz!’ diyordu. Onlardan bir bölük ‘Evlerimiz korumasız’ diyerek Peygamber’den izin istiyorlardı. Halbuki gerçekte evleri tehlikeye maruz değildi.” (Ahzâb Sûresi, 33/9-13)
“Şu kesindir ki, Allah size birçok savaş yerlerinde yardım etti, Huneyn günü de… O gün ki sayıca çokluğunuz sizi böbürlendirmiş ama bu, size fayda etmemişti. Olanca genişliğine rağmen, dünya başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak düşmana arka çevirip kaçmaya başlamıştınız. Sonra Allah, Resülü’nün ve mü’minlerin üzerlerine sekinetini, güven veren rahmetini indirmiş, sizin görmediğiniz ordular göndermişti de Kendisini tanımayan o kâfirleri azaba uğratmıştı. İşte kâfirlerin cezası budur!” (Tevbe Sûresi, 9/25-26)
Evet bu âyetleri bir ayna gibi kendi yüzümüze tutalım