Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi: “Zaruretler, müşkilleri kolaylaştırır.” Yani engelleri kolay aştırır… Bu hususu izah ederken de Üstad diyor ki: “Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, civcivleri yanında iken şefkatinden dolayı mandaya saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.” (Halbuki deyim olarak “tavuk gibi korkak” sözünü kullanırız…)
“Keçinin, kurttan korkusu ızdırar vaktinde yani zorda kaldığı anda, mukavemete inkılab eder; boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte hârika bir şecaat…” (Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın anlattığı gibi, bir boa yılanının kafesinin içine canlı bir keçi atılır. Boa yılanı onu yutup yemek için saldırınca, o da boynuzları ile şiddetli bir direnişe geçer ve yılanı perişan eder. Neticede bir kenara çekilmek zorunda kalan yılanın bu hâlini görenler; “Bu keçi yaşamayı hak etti.” diyerek onu ölüm kafesinden dışarı çıkarırlar. İşte, ızdırar hâlindeki bir keçide görülen muhteşem ve hârika kahramanlık…)
“Fıtrî; meyelan mukavemet tanımaz. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, suyun fıtratında bulunan genişleyip fazla yer tutma meyli, demiri paramparça eder. (Aslında demir sudan çok kuvvetli ve mukavemetlidir ama o yumuşak huylu su, fıtratı icabı sıfırın altında bir soğuğa maruz kalınca, birden yoğunlaşır, kalınlaşır buzlaşır ve demiri bozup patlatır.)”
Bu örneklerde olduğu gibi, şefkatten doğan cesaret, zorda kalmanın verdiği kahramanlık hissi, fıtrî; heyecan aşk-şevk, zulmün soğuk husumetlerine maruz kaldıkça, elbette her şeyi parçalayacak derin bir infialle kendini gösterecektir…
1922’de Sünuhat Risalesi’nde yazılan bu yazılar, milletimizin ruhunu aksettirmekteydi. O zaman İslâm âleminin her zaman için rehberliğini yapmış olan bu vatanın insanları, üzerlerine düşeni yapmış, tek başlarına dünyaya meydan okumuşlardır…
Ayrıca bizde, bütün cihanın tanıdığı ve takdir ettiği İslâmî; izzet ve onurdan gelen bir cesaret ve yiğitlik vardır. Bu kahramanlık duygusu, her zaman harikalara mazhar olabilir, inşallah olacaktır da…
O günlerde aynı dertten muzdarip Mehmet Akif Ersoy da şöyle sesleniyordu:
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.”
Ama asla haram yemem!…
1983 başında yağmurlu bir pazar günü toplanmıştık. İhtilalciler, bütün İslamî; vakıf ve derneklerin mal varlıklarına el koymayı kafalarına koymuşlardı. Bütün vakıf ve derneklere gidilmiş. “Bakınız, bu millet bizden hesap sorar; ‘Bizden istediklerinizi verdik, binalar, yurtlar ve kurslar yaptık, size teslim ettik. Niçin sahip çıkmadınız?’ derler.” denilmiş. Bunun önlenmesi için mutlaka yapılması lazım gelen yapılmalıdır, denilmiş ama fiilen harekete geçen olmamış. Mesela gidilip bu ihtilalcilere, olmazsa, yakınlarına anlatıp bunun önüne geçilebilirdi. Bunun yolu bulunamamış ama işte Ankara’da toplanıp dua edilmişti. Binlerce salavat okunduktan sonra hava açılmış, güneş yüzünü göstermişti. En son yapılacak o idi. Hangi engeller çıktıysa çıktı bilmiyorum, darbeciler böyle bir şey yapmaktan vazgeçtiler…
Şimdi ise, öğretim ve eğitimde müthiş bir dinamik olan üniversite hazırlık dershaneleri, imkânsızların başvurduğu okuma salonları kapatılmaya, hizmetler engellenmeye, hatta dünya çapındaki yüz akımız faaliyetler durdurulmaya çalışılıyor… Bu işin bitirilmesi için devletin büyükelçilerine görev veriliyor; bu koskoca hizmetin itibarsızlaştırılıp ademe mahkûm edilmesi için tuzak gibi yollara başvuruluyor… Bu milletin ve geçmiş büyüklerin emekleri ile meydana gelen bu güzel hizmetin ayakta kalması için kanun dairesinde elimizden ne geliyorsa yerine getirmeliyiz. Bunun için oy kullanmak, sandığa gitmek bir çare ise yine inşallah dünyanın en uzak yerlerinde bile olsak, gelip oyumuzu kullanacağız, kullanmamız lazım. Yoksa mezardakiler bile bize hesap sorar.