Almanya’nın en çok satan ikinci gazetesi Süddeutsche Zeitung (SZ), dün Fethullah Gülen Hocaefendi röportajı manşetiyle çıktı.
Saygın gazetenin içeride de iki tam sayfa yer ayırdığı röportajda Gülen, AKP’nin demokrasiyi ilerletme ve hukuk devletini inşa etme vaadiyle iktidara geldiğini ancak 2011 genel seçimleri sonrasında eksen değiştirerek “tek adam devleti” kurmaya çalışmasıyla özünden uzaklaştığını söyledi. Hizmet Hareketi’ndeki seçmenlerin de başlarda iktidar partisine destek verdiğini ancak söz konusu dönüşümün belirginleşmesiyle birlikte hükümet karşısında daha eleştirel bir tavır aldıklarını belirtti. “Askeri vesayetten kurtulmanın hemen sonrasında, AKP’nin her şeyi yürütme organına bağlayıp denetleme kurumlarını işlemez hale getirmesinin ardından yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmasıyla tesis ettiği bir parti vesayeti oluşturuldu. Bir zamanlar nasıl askeri vesayete karşı tavır aldıysak bugünlerde de bir partinin vesayeti karşısında duruyoruz. İşte bu nedenden dolayı hain diye damgalandık.” dedi.
Ankara’nın da üyelik müzakereleri yürüttüğü Avrupa Birliği’nin (AB) siyasi ve ekonomik lokomotifi olarak görülen Almanya’da günlük yarım milyondan fazla tirajıyla en etkili gazetelerden biri olan SZ, Gülen’le yaptığı röportajı bir takdim metni sonrasında soru-cevap şeklinde okuyucularıyla paylaştı. Daha önce gazete için 7 yıl boyunca Türkiye muhabirliği de yapmış olan Christiane Schlötzer’in (60) gerçekleştirdiği röportaj, Türkiye’de son dönemde yaşanan antidemokratik gelişmelere ışık tuttu. Schlötzer, röportajın takdim kısmında 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları kapsamında ortaya çıkan üst düzey yolsuzluk iddialarına da değindi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “darbe” olarak nitelediği soruşturma nedeniyle Gülen’i sorumlu tuttuğunu belirtti. Gülen’in ise bu gelişmeler nedeniyle Türkiye’nin içeride kutuplaşırken, dışarıda da itibar kaybına uğradığını anlattığına dikkat çekti. Tecrübeli kadın gazeteci, Erdoğan için şu tanıtım ifadelerini kullandı: “Yolsuzluk iddialarının üzerinden bir sene geçmesine rağmen Türkiye’nin muktediri Recep Tayyip Erdoğan, kendi açısından her zamankinden daha çok güvende. Hemen hemen yüz gündür cumhurbaşkanı olan Erdoğan, koskocaman yeni bir sarayda konaklıyor; kanunları daha sıkı tutuyor ve eleştiride bulunan gazetecileri yargının önüne sürüyor.”
Erdoğan’ın Twitter ve YouTube’u kapattırmasından da bahseden Schlötzer, bunu da “internette kendisini rezil eden telefon konuşmalarının yayınlanması”yla açıkladı. Eleştirilerin Gülen’e özgü olmadığını da belirten Alman gazeteci, AB’nin yanı sıra İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) gibi sivil toplum kuruluşlarının da Ankara’yı tenkit ettiğini yazdı. Nobelli yazar Orhan Pamuk’un da kısa süre önce Türk basınına yansıyan ve ülkedeki korku atmosferinden yakındığı ifadelerine yer verdi: “En kötüsü korku. Herkesin korktuğunu görüyorum. Bu normal değil.”
Röportajın soru-cevap bölümünden bazı kesitler şöyle:
Erdoğan’ın partisini destekliyordunuz. Ne değişti?
AKP kuruluş döneminde demokrasi, insan hakları, AB üyeliği, yolsuzlukları bitirme, farklı düşünen insanların ötekileştirilmesine son verme ve ekonomik kalkınma gibi vaatlerde bulundu. İlk yıllarında da vaatlerine uygun icraatlar yaptı ve Cemaat fertleri tarafından desteklendiler. Ancak 2011’de üçüncü defa seçilmelerinden sonra demokratik kazanımlara tamamen zıt icraatlara başladılar. Misal olarak medyaya baskı yapılmasını, MİT’e süper yetkiler verilmesini, eski Doğu Almanya’nın güvenlik ve istihbarat teşkilatı olan Stasi’nin siyasi metotlarını uygulamasını, yargı kararlarının hiçe sayılmasını, demokratik çerçevede itirazlarını ifade eden göstericilere yapılan muameleleri ve bunun gibi daha nice icraatları düşünecek olursak demokratik kazanımlardan ne kadar geriye gittiğimiz ortaya çıkacaktır. Ve nihayetinde hükümet beni düşman olarak belirliyor; ta ki yolsuzlukların üstü örtülebilsin ve otoriter bir yapı kurulabilsin. Ama bizde bir söz var: Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.
Erdoğan’la birlikte Türkiye’de ordunun siyasi nüfuzunu azalttınız. Bunlar geçmişte mi kaldı?
Türkiye’de askeri cuntalar geçmişte dört defa müdahalede bulundular ve bunların sonucunda seçimle gelmiş hükümetler devrildi, on binlerce insan sorguya alındı, hapsedildi, çokları işkence gördü. AB’ye aday olduğumuz süreçte akla hayale gelmedik olaylar yaşandı. Askeri darbelerde aktif rol almış subayların sivil mahkemelerce yargılanabilmesi mevzuu bir anayasa düzenlemesi olarak 2010 yılında referanduma sunuldu ve Türk halkının % 58’i buna destek verdi. Askeri vesayetten kurtulmanın hemen sonrasında ise AKP’nin her şeyi yürütme organına bağlayıp denetleme kurumlarını işlemez hale getirmesinin ardından yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmasıyla tesis ettiği bir parti vesayeti oluşturuldu. Bir zamanlar nasıl askeri vesayete karşı tavır aldıysak bugünlerde de bir partinin vesayeti karşısında duruyoruz. İşte bu nedenden dolayı hain diye damgalandık.
Türkiye nereye gidiyor?
Bu son dönemde Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olmanın çok gerisinde artık parti devleti; hatta tek adam devleti haline gelmiş bir izlenim vermektedir. Kuvvetler ayrılığı, üst yargının hâlâ direnen kısmını istisna tutacak olursanız, rafa kaldırılmıştır. Türkiye, bugün itibarıyla içeride kutuplaşmalar yaşıyor; dışarıda her gün daha ziyade itibarsızlaşıyor ve yalnızlaşıyor. Ülkemin içine düştüğü bu duruma üzülüyorum.
Erdoğan, dindar bir nesil yetiştirmek istediğini söylüyor. Siz aynı şeyi istemiyor musunuz?
Devletin görevi dindar bir nesil yetiştirmek olamaz. Çünkü bunda farklı düşünenlere belli bir görüşü dayatma söz konusudur. Din özgürlüğü temel insani haklar arasındadır. Devlet vatandaşları, hangi dinden olursa olsun, onlara inançlarını yaşama ve öğretme zeminini hazırlamak zorundadır. Erdoğan’dan beklenen, yürütme erkinin başı olduğu 12 yıllık dönemde, dini azınlıkları teşkil eden topluluklar için de kanuni düzenlemelerle bu hakları korumasıydı. Bunun yapılıp yapılmadığı mevzuu, tartışmaya açık. Dindar bir insan hak ve adaletten de taviz vermemeli. Bu anlamda dindar bir nesil arzu ediyorum. Şayet kendi dininden hemen hemen bî;haber, toplumu bölen, nefreti peynir-ekmek yeme kolaylığı içinde etrafa yayan bir nesil kastediliyorsa, cevabım çok net olacaktır: Hayır.
Erdoğan’ın yeni sarayına ne diyorsunuz?
Her devletin kendisini temsil adına binalara ihtiyacı var. Fakat 1000 odalık bir saray yapılacağına mevcut binalar genişletilebilirdi. Başbakan engel olmasaydı, mahkeme tarafından inşaat durdurulacaktı. Bu türlü yaklaşımlar vatandaşın hukuka ve adalete karşı saygısını zedeler. Osmanlı’nın en muhteşem sarayları çöküş döneminde yapılmıştır. Bugün, dünyada birçok devlet başkanının çalışma mekânları çok mütevazı binalardır. Nitekim bu saray meselesi Türkiye’nin itibarına zarar verdi. Türk halkının % 60’ı sarayın israf olduğu kanaatini taşıyor. Dini çerçeveden mesele ele alındığında bu inşaat haramdır.
Erdoğan, devlete sızdığınızı iddia ediyor…
Bir ülkenin vatandaşı kendi devletinin kurumlarına sızmaz, girer ve onlara hizmet eder. Gereken şartları haiz her bir fert devlet memuru olabilir. Bunlara rahatsızlık veren kendilerine biat etmemiş insanların olması mı? Mevcut siyasi sistem sadece Hizmet’e gönül verenleri değil toplumda iktidara uzak duran veya iktidarla herhangi bir münasebette bulunmak istemeyen herkesi neredeyse aynı mülahazayla, devlete zararlı unsurlar sınıfına koymuş. Buna cadı avı denir.
Yerinden edilen memurların kaçı Hizmet mensubu?
Bu Harekete aidiyeti olanların yüzde 10’unu bile tanımıyorum. Söz konusu olan savcıların, polislerin ve öğretmenlerin birçoğunun bizlerle herhangi bir bağlantıları olmadığı zamanla anlaşılacak. Bütün bunları iki farklı mülahazayla yaptıkları muhtemel. Bir, bu kadar insana Hizmet yaftası vurmakla Hizmet’i büyük tehdit olarak göstermeye çalışıyorlar. Diğer bir yandan da kendilerinden olmayanları tasfiye etmek istiyorlar. Bunu son dönemlerde AKP’de söz sahiplerinden biri de itiraf etti.
Yolsuzluk iddialarına ne diyorsunuz?
Hukuki süreç işletilmediği için işin aslını kimse öğrenemedi. Bunlar Batı’da olsaydı hükümetler böyle suçlamalar karşısında devrilirdi. Ankara, bu soruşturmaları uluslararası bir komplo diye nitelendirdi. Tıpkı otoriter rejimlerde âdet olduğu gibi.
Hizmet Hareketi güç kaybına uğradı mı?
Devletin kendi kontrolündeki medya üzerinden yapılan propaganda sonucunda toplum genelinde Hareketin algısının zarar gördüğü inkâr edilemez. İnsanlar çocuklarını bizim okullarımıza göndermemeleri ve bağışlarda bulunmamaları konusunda korkutuluyorlar. Yalanlar üzerine bina edilen bu kara propagandanın toplumun geneline olan etkisi, yarın onların yalanları ortaya çıktığında elbette tersine dönecektir.
Türkiye’deki tüm okullarınızı kapattırmak istiyorlar…
Okullarımız şimdiye kadar çok takdir aldı ve ödüller kazandı. Şayet Türkiye bir hukuk devleti ise bunlara bir şey olmasını beklemiyoruz. Aksi takdirde kaybeden Türkiye olur.
En son Orta Asya’da Hizmet’e ait okullar kapatıldı. Bunlardan Ankara’nın uzun kolu mu sorumlu?
Türk hükümeti hangi coğrafyada hangi argüman daha geçerli olacaksa onu kullanıyor. Eski Sovyetler Birliği coğrafyasında Amerikan ajanı deyip, Amerika’da kökten dinci demek veya Müslüman coğrafyalarda bunlar çocuklarınızı dinsizleştiriyor demek gibi birbiriyle çelişen iftiralar kullanılıyor. Tamamen pragmatist bir yol takip ediliyor. Ama böylelikle sadece Türkiye’nin dostluk köprüleri yıkılıp ülkenin uluslararası ilişkileri zarar görüyor. Türk paranoyası bu şekilde yurtdışına taşınıyor.
Eski ABD büyükelçilerinden biri sizi zamanında “Türkiye’nin en önemli ikinci şahsı” diye nitelemişti. Siz kendinizi nasıl görüyorsunuz?
Estağfurullah. Beni uzaktan yakından tanıyan herkes bilir ki, bilinmeyi, tanınmayı hayatımın hiçbir döneminde istemedim. Hiçbir zaman için bununla maddi ve manevi şahsi bir menfaat elde etmeye çalışmadım. 76 yıllık hayatım bunun şahididir. Eğer bu Hareket’in alkışlanacak başarıları varsa, onlar bunca gönüllü insanlara atfedilmeli.
Bu Hareket sizden sonra da devam edebilecek mi?
Bizim hayata bakış açımızın yüzde birini bile paylaşmayan insanlar bizi desteklediler. Ortak fikrimiz ise hep insani değerler oldu. Afrika’da hiç tanışmadığım insanlar bizim okul ve hastanelerimize maddi yardımda bulundular. Bunlar kendilerinden bir şey beklemediğimiz zengin insanlardı. Her gece yatağıma girdiğimde, belki bir daha uyanmayacağım diye düşünmekteyim. Fakat bu Hareket’in geleceğiyle alakalı zerre kadar endişem yok.
Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyor musunuz?
Ülkemi çok özlüyorum. Ben hissî; bir insanım. Türkiye’de akraba ve dostlarım var. Ağaç kabuğundan çıkmadım ki. Kardeşim yakın zamanda vefat etti, cenazesine gidemedim. Daha evvel başka bir akrabamın da cenazesine katılamadım. Hayatımın 60 yılı Türkiye’de geçti. Hissî; bir insan olarak mekâna ve eşyaya da tutkunluğum vardır benim. Korucuk köyü; babamın, dede ve ninenim mezarları, yıllarca ikamet ettiğim, her köşesinde binbir hatıramın olduğu Bozyaka ve Yamanlar, oralardaki kitaplarım, hepsi gözümün önünde tülleniyor ve gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Geri dönersem, devletteki yüksek rütbe sahibi bazı insanlar bunu kendi kötü niyetleri için kullanabilirler.
Erdoğan ile barışmanızı düşünebiliyor musunuz?
Bu kavgayı biz başlatmadık. O yüzden onların barışa ilk adımı atmaları gerekiyor. Eğer Erdoğan bir gün derse ki, bütün toplantılarda söylediklerimiz yalan ve iftiralardan ibaretti diye, ben de barışmaya razı olurum.
Sizi her şeye rağmen sevindiren bir şey var mı?
Ben hiçbir zaman uzun vadeli mutlu olmadım. Her askeri darbe sonrası Türkiye’de takip edildim. Ama her şeye rağmen şu an yaşadıklarım daha vahim. Yaşanılanların güzel olan yanı, elmasın yavaş yavaş kömürden ayrılmasıdır. Dünya bu Hareket’e artık bir anlam verebiliyor.