Türkiye’nin en genç rektörüydü. AKP dönemi reformlarına destek verdi. Partinin değişimiyle yanlış politikalara karşı durdu. Muhalif duruşu ona pahalıya maloldu. Önce yazarlık yaptığı mecralarda birer birer yazılarına son verildi; birkaç ay önce de, suçunun ne olduğu bile belli olmayan bir soruşturma nedeniyle 4 gün gözaltında tutuldu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner’le son 5 yılda yaşadıklarını ve Türkiye’de yaşananları konuştuk.
BAŞIM DERDE GİRMESEYDİ, KENDİMDEN ŞÜPHE EDERDİM
38 yaşında Türkiye’nin en genç rektörü oldunuz. Çok değil 5 yıl sonra ‘terör’den gözaltına alındınız. Bu hikâyenin özeti nedir?
Türkiye korku filmi gibi bir süreçten geçiyor. Tüm kavramlar yer değiştirmiş durumda. Ahlak, dindarlık, güvenlik, hukuk, adalet, demokrasi ve daha pek çok temel kavramla oynandı. Bir toplumu yıkmak istiyorsanız, orada kaos çıkarmak istiyorsanız o toplumun kavramlarıyla oynamanız yeterlidir.Türkiye’de olan da bu.
Hüseyin Keleş-ÖZGÜR DÜŞÜNCE GAZETESİ
Ülkeyi yönetenlere ölüm gösterildi, onlar da kuşatılmışlık hissi içinde korkunç bir paranoya çukuruna düştüler. Tam bir cadı avı yaşanıyor. Can Dündar, Beyaz Show, Ahmet Altan, Erdem Gül, Cengiz Çandar, Hidayet Karaca, sıradan bir öğretmen, onlarca gazeteci, yazarlar, sanatçılar, avukatlar, hâkimler, savcılar ve daha çok sayıda insan terörist, hain veya paralel ilan edildiler. Bülent Arınç için bile bunlar söyleniyorsa varın artık gerisini siz düşünün. Şu dönemde konuşanın başı yanıyor.
Sizin de yandı.
Benim de yandı. TRT’deki programımı elimden aldılar; sonra Star’daki, ardından İnternethaber’deki köşemi bırakmak durumunda kaldım. Son 1 yılda hakkımda açılan inceleme, soruşturma ve soruların sayısı 80’i aştı. Odamdaki bilgisayarı bile söküp aldılar. Sabahın köründe, sebepsiz yere polis evimi bastı, anlamsız yere 4 gün gözaltında tutuldum ve bundan sonra neyle karşılaşacağımı da tam olarak bilemiyorum.
Bu yaşadıklarınızdan sonra nasıl bir hissiyat içerisindesiniz?
Yaşadıklarıma ‘onur madalyalarım’ diye bakıyorum. Hakikati söyledim, başım derde girdi. Olsun, ziyanı yok. Eğer ülkemizin başının derde girmesine mani olabileceksek, her türlü riski göze almalıyız. Böyle dönemlerde başım derde girmeseydi, o zaman kendimden şüphe ederdim. Bu günlerde başı dertte olmayandan şüphe duyuyorum artık. Bu dönemde ‘hain’, ‘paralel’, ‘casus’, ‘düşman’ veya benzeri bir yaftayı hala yemediyseniz kendinizden şüphe etmelisiniz.
DİNİ GRUPLARLA SORUNLAR ARTACAK
17 Aralık operasyonundan 12 gün sonra yazdığınız bir yazıda “Ergenekoncular AK Parti-Cemaat kavgası sayesinde yeniden güçlü birer aktör olmayı umuyorlar” diyorsunuz. Gelinen noktada Ergenekon dışarıda.
17 Aralık’tan bir yıl önce AK Parti ile Cemaat’in çarpıştırılacağını yazmıştım. Bundan çok daha önce ise Ergenekon davaları sürerken dışarıda ‘Ergenekon 2.0′ versiyonunun piyasaya sürüldüğünü belirtmiştim. Yani yaşananlar hiç de tesadüf değil. Cemaat ve Parti’nin kafa kafaya çarpıştırılması planlı bir senaryonun başarılı bir şekilde oynanmasıdır. Belki Erdoğan’ın kişiliği, Parti’den bazı kişilerin bulaştığı yanlış işler ve Cemaat’in tercihleri süreci daha sert ve dramatik hale getirdi. Ama genel hatlarıyla yaşanan birilerinin kurgusudur ve çok başarılı bir şekilde yürütülmüştür. Derin Devlet, Cemaat ile Milli Görüşçüler arasındaki rekabet-korku damarlarını başından beri biliyorlardı ve buraya oynadılar. Cemaat’in günün sonunda partiyi ve devleti ele geçireceği vesvesesi kulaklara bilinçli ve sistematik bir şekilde fısıldandı. Parti’deki hücreler bu süreçte çok etkili oldular. Korku en kuvvetli harekete geçiricidir. Bu olayda da öyle oldu. Ama mesele sadece Fethullah Gülen ve çevresi değil. Uzun süredir Partililerin kulağına “tüm cemaatler sorunlu” vesvesesi fısıldanıyor. Yani Parti’ye kendi tabanının bir kısmı düşman gösteriliyor. Nitekim sadece Gülen grubuyla değil, diğer bazı dini gruplarla da sorunlar başladı ve böyle giderse sorunlar artarak büyüyecek. Diğer taraftan Hükümete biat eden dini gruplar ya sistem içinde eriyip gidecekler ya da asli misyonlarını tamamen kaybedip, çıkar grubuna dönüşecekler.
Erdoğan ve çevresi, asıl tehlikenin Ergenekon ve Balyoz olmadığına inandırıldı. Erdoğan dar anlamıyla siyaseti en iyi bilen ve siyaset oyunlarını en iyi oynayan kişilerden biridir. Siyasete bakışı, ayakta kalma yarışı (survival) gibidir. Ayakta kalabilmek için rakiplerini birbirine karşı kullanmaktan hiç çekinmiyor. Bu konuda bir sınırı olduğunu da sanmıyorum. Bu arada, daha Ergenekon Davası başlarken bile parti içinde Ergenekon’u, Derin Devleti vs. ciddiye almayan isimler vardı ve bunlar Erdoğan’ı etkilemeye çalışıyorlardı. Erdoğan, “ben bu davanın savcısıyım” derken dahi ne kadar samimiydi, onu bilemiyorum. Çünkü bugünden geçmişe bakınca her şey bir kurguymuş gibi gelebiliyor. Ancak o davalarda en önde saf tutanlar, partinin kendi adamlarından çok liberaller ve cemaate yakın isimler oldu. Erdoğan, bu süreçte çok usta bir manevra ile Cemaat’i, liberalleri ve samimi olarak darbe karşıtlarını kullandı. Bu süreçte amacı asla Derin Devlet’i sonlandırmak olmadı bence. Temel gayesi,onlarla anlaşmaktı ve diğer taraftan askeri ehlileştirmekti. Sonuçta amaçlarına ulaştı da. Genelkurmay Başkanı’ndan astsubayına kadar herkesin hapsedildiği bir süreçte Genelkurmay, kontrol altına alınmış, hatta sindirilmiş oldu. Böylece Erdoğan, amaçlarından birine ulaştı. Diğer amacı ise derin yapılarla savaşmak değil, anlaşmaktı. O davaların sona erememesinin en önemli nedeni budur. Kavga göstermelik kaldı, davalar sürüncemede tutuldu. 2010’dan sonra anlaşma zemini arandı ve o fırsat 2013’te geldi. 2013’te tüm kapılar açıldı ve Balyoz, Ergenekon ve diğer davaların tüm sanıkları birer birer salınmaya başladı. Bugün Adalet Bakanı bile itiraf ediyor, “birçok darbeci de dışarı çıktı” diyor. O davalar zaten siyasi boyutlu davalardı, davaların savcısı, yani Başbakan iddiasını geri çekince, haliyle hepsi çöktü. Artık AK Parti’nin darbelerden ve darbecilikten şikâyet edebilmesi mümkün değil. Çünkü davalara konu olan darbe girişimlerinin muhatabı olarak bizzat hükümetin başı darbe iddialarını yalanlamış oldu. Danıştay Cinayeti, Dink Cinayeti, Rahip Cinayeti, Malatya Cinayeti ve diğer olayların hepsi de bizlere birbiri ile ilgisiz olaylar, hatta birer halüsinasyon gibi sunuldu. Darbelerle yüzleşmek için büyük bir fırsat yakalanmıştı, ama gündelik hesaplaşmalar uğruna o da feda edilmiş oldu.
Bugün yaşananlara gelirsek?
Bugüne döndüğümüzde ise Erdoğan, Ergenekoncu denilen kişilerle, Ulusalcılar ile vs. Cemaat’i çarpıştırmayı hedef edindi. Yani müttefik değiştirdi. Bu anlaşma gereği Perinçek ve diğerleri ne isterse verildi. Örneğin hakim, sanığın yattığı aynı hücreye yerleştirilecek kadar anlaşmaya uyuldu. Yargıda, Emniyet’te ve diğer kritik devlet birimlerinde yeni müttefike yer açıldı, Perinçek anlayışındaki kadroların önü açıldı. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak sağ bir parti, Ulusalcı-Kemalist-sol bir bloğa devletin kapılarını sonuna kadar açtı. Perinçek bu nedenle “en mutlu günlerimi yaşıyorum” diyor. Perinçek, hapisten çıkarken tüm cemaatlerin ve tarikatların köküne kazıma yemini etmişti. Şu anda o yeminini de gerçekleştiriyor. Kendisi de bunu itiraf ediyor. En son röportajında diyor ki; “AKP döneminde, cemaatlere karşı tarihte yapılamamış operasyonlar yapılıyor, nasıl mutlu olmayayım.” Perinçek bir tane cemaatten bahsetmiyor, hepsinden bahsediyor. Adım adım amacına da ulaşıyor. Sürecin sonunda ise asıl kurban AK Parti ve Erdoğan gibi duruyor. Hükümet, belki farkında değil ama,çıkardığı gayri-demokratik yasaların ve uygulamaların asıl kurbanı olabilir.
YAPILAN ANLAŞMAYLA PERİNÇEK’İN AJANDASI İZLENİYOR
Bu aşamada Doğu Perinçek’e farklı bir rol mü biçildi? Misal, hükümeti çok sert eleştirmesine rağmen hükümete yakın gazete ve televizyonlara davet ediliyor.
Perinçek, Hükümet’i eleştiriyor değil. Eleştirileri çok yüzeysel ve muğlak. 10 kelime söylüyorsa bunun 9’u Hükümet icraatlarına övgü, sadece 1 tanesi, o da göstermelik yergi. Geldiğimiz noktada Perinçek’in Aydınlık gazetesi ile Hükümete yakın gazete ve televizyonların temel sorunlara bakışı aynı. Hatta çoğu zaman aynı manşetleri atıyorlar. Perinçek ile yapılan anlaşma, sadece Perinçek’in adamlarını kritik noktalara getirmeyi ve devletteki muhafazakâr grupları tasfiyeyi içermiyor, aynı zamanda en önemli konularda Perinçek’in ajandasının izlenmesini de içeriyor. Bu konular Kürt Sorunu ve dini gruplar. Dini gruplardan biraz önce bahsetmiştik. Her cemaat ve dini gruptan biat istendi. Biat etmeyenler cezalandırılıyor, hatta yok ediliyor. Biat edenler ise adeta kısırlaştırılıyor. Dünyevi kazançlar içinde adeta sarhoş olan bu grupların siyasi konularda farklı düşünmeleri yasaklandı. Bu yasağa uymayanlar da ötekileştiriliyor. Onlar da korku ve gerilim içindeler. Diğer önemli konu Kürt Sorunu. Hükümet Çözüm Süreci’nde öyle vahim hatalar yaptı ki. Bence bu hatalar bilinçli olarak yaptırıldı. Şu haliyle pek çok yöneticinin teröre yardım ve yataklıktan yargılanması gerekir. O zaman Öcalan Hükümeti uyarmıştı, “Süreç’in yasal bir zemini olmalı, yoksa başınız çok ağrır” demişti. Bunu bile düşünemediler. Uyaranları ise adeta balyozla susturdular. Tüm bunların Hükümetin basiretsizliğinden ve yetersizliğinden çok, bilinçli olarak yola yerleştirilmiş tuzaklar olduğunu düşünüyorum. Erdoğan ve çevresi içeride ve dışarıda çok iyi hazırlanmış birçok tuzağa düştüler. Bu tuzakları haber veren benim gibi kişiler ise bazı örgütler tarafından linç edildiler, sistemin dışında tutuldular. Çözüm Süreci boyunca çok açık uyarılarda bulundum. Aynı şekilde dışarıda Suriye, İran ve Mısır gibi konularda Türkiye’yi büyük tehlikelerden koruyacak uyarılar getirdim.
DERİN DEVLET AKP’Yİ UYARACAK MEKANİZMALARI TASFİYE ETTİ
Sizin için çok iyi olmadı bu uyarılar?
Ben böyle konuştukça başım dertten kurtulmadı, ötekileştirildim. Hatta fiziki olarak yok edilmeye bile çalışıldım. Zaten bugüne gelirken Derin Devlet’in aldığı ilk önlem AK Parti’yi uyaracak, ona tavsiyelerde bulunacak mekanizmaları ortadan kaldırmaktı. Erdoğan’ın çevresindeki erken uyarı mekanizmaları tavsiye edildi, yerlerine Parti ile hiçbir ilgisi olmayan, hatta parti anlayışı ile taban tabana zıt kimseler getirildi. Bunlara ek olarak meselesi sadece maddi çıkar ve makam olan dalkavuklardan bir çevre oluşturuldu. Sorunları gören, samimi uyarı yapmak isteyenler susturuldu, yıldırıldı, hatta tehdit edildiler. Etrafı tamamen kuşatılmış iktidar hatalarını göremeyen, hatta onları kutsayan bir hale sokuldu. En büyük komplo da bu oldu.
DERİN YAPILAR 2002 ÖNCESİNDEN DAHA USTA
17 Aralık’ın üzerinden henüz 2-3 ay geçmişti ki, ‘Derin Devlet’ten söz etmeye başladınız. Hâlbuki hükümetin iddiası ‘derin Yapının’ tasfiye edildiği yönündeydi?
Dediği gibi, ben 17 Aralık’tan çok önce, birkaç yıl önce Derin Yapı’nın tasfiye edilemediğini, içeride davalar görülürken dışarıda yeni bir sürümün piyasaya sürüldüğünü söylemiştim. Bizler Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgilenirken derin devlet yeniden ve yeni bir planla sahaya yayılıyordu. Devlette gerçek bir dönüşüm asla yaşanmadı. 17 Aralık’tan 1 yıl önce de derin yapıların AK Parti düşünce ve ilkelerini yenmek için 3 ayaklı bir planı yürürlüğe koyduğunu yazmıştım. Bu planın ilk ayağı partiyi tabanı ile kavgalı hale getirmekti. Cemaatle kavga bu iş için kullanıldı. İkinci ayak Kürt Sorunu. Üçüncü ayaksa partinin tepesinde liderlik kavgaları. Tüm bunlar olurken ortalık sis ve pusla kaplanacak, iç çatışmalar, faili meçhul cinayetler yaşanacak. Yaşanmaya başladı da. Sonrasında ise yeniden hükümet tamamen bu grupların denetimine girecek. Bence planları beklediklerinden daha mükemmel işledi. Çünkü muhafazakâr ve liberal gruplar arasındaki fitne ateşi düşünülenden daha çabuk yayıldı. Gelinen noktada devlette derin yapıların etkisi AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’den daha geride değil. Hatta belki de daha ustalar. Bundan sonra post-modern darbe beklemeyin. Çağ değişti, zaman değişti. Hükümet, 2002’de ne söylüyorsa tam tersi bir konuma sürüklendi. Kürt Sorunu’ndan dini yapılara, hatta ekonomiye kadar kendisini inkâr eden bir gruba dönüştü. Bunu söyleseniz, inkâr ederler, size kızarlar. Öyle bir kavganın içine sokuldular ki, kendilerini savunmak için öyle bir pozisyona mecbur bırakıldılar ki uğruna kavgalar verdikleri değer ve ilkelerle savaştıklarının bile farkında değiller. İçine düştükleri manzarayı durup dışarıdan bir görseler çok pişman olacaklar ama…
AK PARTİ 2010’DA BİTTİ
AK Parti’deki kırılmadan çokça söz ediliyor. Analizler yapılıp farklı çerçeveler çiziliyor. Sizin için ilk kırılma nerede yaşandı?
AK Parti 2010 gibi bitti. Hatta bunun zemini 2007’den sonra atılmaya başlandı. Erdoğan’ın ‘tek adamlık’ sevdası nedeniyle AK Parti adım adım ‘Erdoğan’ın partisi’ne, yani AKP’ye dönmeye başladı. AK Parti’nin ekonomide, siyasette ve kültürde idealleri vardı. Ama 2010’dan sonra artık sadece Erdoğan kaldı. Onu sevmek AK Parti’yi sevmek oldu, onu savunmak AK Parti’yi savunmak oldu. Yani el çabukluğuyla, illüzyonlarla AK Parti teşkilatı ve seçmeninin parti ile Erdoğan’ı özdeşleştirmesi sağlandı. İşler yolundayken bu daha kolaydı. İşler bozulduktan sonra ise kutuplaştırmaların büyük faydasını gördüler. Kamplaşan siyaset, neyi savunduğunu bilmeden, Erdoğan yandaşları ve Erdoğan düşmanlarına dönüştü. Bu çok sağlıksız bir dönüşümdü ve en çok da muhalefeti vurdu. AK Parti’nin icraatlarını, siyasetini değil de Erdoğan’ı hedef almaya başladılar. AK Parti’nin Erdoğan Partisi’ne dönüşmesinde medya üstünlüğünün rolü büyüktür. Erdoğan, kısa sürede inanılmaz bir medya gücüne ulaştı. Televizyonlar, gazeteler, internet ve diğerleri. Bu güç parti içinden çıkabilecek çatlak sesleri de anında bastırıyor. Bazı köşe yazarları bile trolleşti. En ufak bir eleştiri bile linç edilmek için yetiyor. Aslında parti içinde gidişattan rahatsız kitle çok büyük. Ancak ‘hain, paralel ve casus’ ilan edilme korkusu her şeyin önüne geçiyor. Oluşturulan medya makinası kime bir etiket yapıştırsa onun siyasi kariyeri bitiyor, hatta ticari işleri varsa o da bitiyor, yargı süreçleri bile başlayabiliyor.
Güneydoğu’daki çatışma ortamının oluşmasında en önemli unsur nedir? HDP’nin yüzde 13’ü, işin görünen yüzü gibi duruyor?
Çatışmanın temelinde Çözüm Süreci var. Orada öyle yanlışlar yapıldı ki o süreci o şekilde götürmek imkansızdı. Dış dünyayı hesaba katmayan, PKK’yı barışçıl bir örgüt varsayan bir süreç yaşadık. Bu sürecin eninde sonunda patlayacağını ve daha çok ölümle karşılaşacağımızı defalarca yazdım, söyledim. Siyasi süreç daha gerçekçi, daha ihtiyatlı, daha milli ve daha geniş zamana yayılmış olmalıydı. Acele edildi. Gündelik çıkarlar için hayati bir konuda vahim hatalar yapıldı. İplerin kopması ise hiç şüphesiz HDP’nin ve PKK’nın başkanlık sistemine geçişte Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bayrak açmasıdır. PKK, başkanlığı destekleseydi, emin olun bugün çok daha farklı bir yerde olurduk ve hükümetin de bu duruma sesi pek çıkmazdı. Bu bağlamda masayı deviren, Mart 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Dolmabahçe Mutabakatı’nı yırttı attı. PKK da bunu canına minnet bildi. Haziran seçimlerinde HDP ‘barış söylemiyle’barajı geçti ve PKK’ya rağmen Kürtleri temsil edebileceğini kanıtladı. Seçimden hemen sonraki bir yazımda dedim ki ‘HDP’nin bundan sonra işi çok zor. Çünkü bir yandan PKK, diğer yandan AK Parti onu yaşatmazlar’. Dediğim gibi de oldu. PKK, kendisi dışında bir liderliğe izin vermiyor. Hatta Abdullah Öcalan’a bile liderlik yaptırmadılar. PKK; silahlara karşı bir HDP’yi kendisine rakip gördü ve bitirdi. HDP’ye ‘bensiz bir hiçsin’ mesajı verildi. Geçenlerde HDP Eşbaşkanı Demirtaş herkesi Sur’a doğru yürümeye çağırdı. Kimse bu çağrıya uymadı. Oysa ki HDP o ilde ezici çoğunluğu almış bir parti. Çünkü PKK, Demirtaş’a destek vermiyor, adeta onu siliyor.
GÜNEYDOĞU’DA SİVİL SİYASETİN ETKİSİ SIFIRA YAKIN
Güneydoğu’da bir dönem JİTEM adı verilen bir yapı hüküm sürüyordu. Faili meçhulleriyle meşhur. JİTEM de Ergenekon gibi serbest şu an. Bunun bölgeye olumsuz etkisi olur mu ya da oluyor mu?
Bölgede şu anda sadece silahlar konuşuyor. 1990’lardan daha ağır bir durum var. Sivil siyasetin etkisi sıfıra yakın. Cumhurbaşkanı ve Hükümet korkuları nedeniyle bölgeyi tamamen silahlı güçlere terk etti. Orada ne yaşandığından haberleri olduğunu bile sanmıyorum. Bölgede karanlık mahfiller cirit atıyor. Aklı başında ekipler kirli işlerden uzak durmaya çalışıyorlar. Ancak yaşanan ne varsa hepsinin günahı hükümete yazılıyor. Buradan Ankara’ya, İstanbul’a, ülkenin geri kalanına istikrarsızlık yayılıyor. Yeni saldırılar yaşanacaktır. Güneydoğu bu haldeyken Türkiye güvende olmayacak. Ayrıca bölgede PKK ve diğer bazı örgütler de hem derin çetelerle iş tutuyor hem de Rusya, Suriye ve İran gibi diğer devletlerle. PKK’nın artık yerli bir yönü de kalmadı. PKK içinde yabancı oranının çok yükseldiğini uzun süredir söylüyorduk. Suriye’de PYD’nin yükselmesiyle birlikte PKK mı PYD’ye bağlı, yoksa PYD mi PKK’ya bağlı sorusunun cevabını vermek daha da zorlaşacaktır. Başka bir deyişle, PKK yerel dinamiklerle hareket etmiyor ve şu anda birçok Türkiye karşıtı grubun hesabını gören bir yapı gibi duruyor.
Nisan 2012 tarihli “Suriye’nin arkası bölgesel mezhep savaşları” başlıklı yazınız, 1,5 sene önceye kadar yazarlığını yaptığınız Star’ın internet sitesinden çıkarıldığı haberlerini okuduk. Ne anlattınız o yazıda, kimi kızdırdınız?
O yazıda, yani 4 yıl önce Suudi Arabistan, Katar ve İran gibi ülkelerin Suriye’de ateşe körükle gittiğini, Türkiye’nin bu devletlere uymaması gerektiğini yazmıştım. Çünkü oynanan oyun daha o günlerde belliydi; Müslümanlar Şii ve Sünni olarak birbirine vuruşturulmak isteniyordu. Hedef tüm bölgeye yayılmış bir iç savaştı. Türkiye’nin bu ateşe odun taşımasını istemiyordum. Ayrıca Türkiye’nin Suriye’de bir savaşa girmesi bizim için felaket olurdu. Bu yöndeki uyarılarımı Haziran 2011 gibi çok erken tarihlerde yazdım. Televizyonlarda da çok söylemişimdir. Birileri Türkiye’yi durdurmak istiyor ve bunun için de Suriye’yi kullanıyorlar. Ne yazık ki bu uyarılarım işe yaramadı ve Türkiye, Suriye bataklığına boğazına kadar girdi. Şu günlerde de doğrudan silahlı müdahale konuşuluyor.
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ ÇÖKERTİLMİŞ BİR ÜLKE GİBİYİZ
Türkiye’deki hemen her büyük katliamda ya da saldırıda, istihbarat zaafiyetinden söz edilir oldu. Hakikaten o kadar kötü durumda mı istihbaratımız?
‘Zaafiyet’ kelimesi mevcut durumu izah etmede çok yetersiz kalır. Bazen istihbarat diye bir şey hiç yok gibi geliyor bana. Dünyanın en tehlikeli sorunlarının ortasında bağışıklık sistemi çökertilmiş bir ülke gibiyiz. Kocaman bir propaganda makinasına dönmüş basın ve yayın organları nedeniyle herkes bir hayal dünyasında yaşıyor. Maalesef buna yöneticiler de dâhil. Türkiye’ye dönük iç saldırıları en iyi Amerikan ve Alman istihbaratı takip ediyor. Kanaatimce onlar bombalı saldırıları vs. bizim yerli kurumlardan çok daha önce ve daha detaylı biliyorlar. Bu trajik bir durumdur. Türkiye şu anda PKK, DHKP-C, IŞİD gibi çok sayıda ve çok tehlikeli örgütlerin saldırısı altında. Buna ek olarak, Ankara’da istikrarsızlık peşinde olan derin grup ve çeteleşmeler de çok faal. Ülke bazında ise Rusya, Suriye ve İran Türkiye içerisinde partneri aracılığıyla istikrarsızlaştırma faaliyetlerinin içinde görünüyor. Elbette buna başka devletleri de eklemek mümkün. Diyebiliriz ki Türkiye hiçbir dönemde bu kadar yoğun bir istikrarsızlaştırma kampanyasının odağında olmamıştı. İşin kötü yanı ise buna karşı koyacak bir bünye yok karşımızda. Kutuplaşmalar sonucunda muhalefet de, iktidar da kilitlenmiş durumda. Kimse çözüm üretmiyor, sorunu büyütüyor. Güvenlik kurumları ise siyasi çarpışmaların aracı haline gelmiş durumda. Terör Mücadele timlerinizi ilkokul, kreş basmaya veya profesörlerin evlerini basmaya ayırırsanız orada terörle mücadele etmeniz çok zorlaşır. En son bombalı saldırılarda zaaftan çok daha fazlası var. O saldırıların birçoğu önlenebilirdi veya kayıp sayısı azaltılabilirdi. Fakat mevcut yapıda bu gerçekleştirilmesi imkansıza yakın bir görevdir.
HER İLDE BİR BOYDAK OLSA KALKINMA SORUNUMUZ KALMAZDI
Türkiye’nin önemli sanayicilerinden Boydak ailesine operasyon yapıldı. Bunu bu süreçte nasıl okumalı?
Boydak ailesi Türk sanayiinin dev ailelerinden. Her ilde birer Boydak olsaydı Türkiye’nin kalkınma sorunu herhalde hallolmuş olurdu. Geldiğimiz noktada Boydaklar bile rahat değilse, hak ve hukukları korunmuyorsa oraya yabancı yatırımcı gelmez, yerli yatırımcı ise yurt dışına kaçar. Zaten öyle de oluyor.
SIRADA CUMHURİYET, FOX VE SÖZCÜ VAR
Aynı gün Zaman Gazetesi’ne de kayyım atandı.
Zaman gazetesine yapılan baskın artık dibe yaklaştığımızın kanıtı. Muhalif sesler tamamen kesiliyor. Sırada Cumhuriyet, Sözcü ve Fox var. Kanaatimce dibe çok yakınız. Basınç ve gerilim artık Türkiye’nin kaldırabileceğinin çok üzerine çıktı. Hüseyin Keleş – Özgür Düşünce Gazetesi