Zaman Avustralya’nın yayın hayatına başlamasında büyük emeği geçen Doç. Dr. Salih Yücel Avustralya’da gazetenin kuruluş aşamasında neler yaşandığını anlattı. Salih Yücel’e göre, “bugün Türkiye’de yaşananlarla tarihte yaşanan olaylar birbirine çok benziyor.”
ENES CANSEVER-SYDNEY
İşte Yücel’in sorularımıza verdiği cevaplar:
Zaman Avustralya’nın yayın hayatına başlamasında emeği olan ‘ilk’lerdensiniz. Nasıl ve hangi şartlarda başladınız?
–Zaman Gazetesi’ni sadece bir gazete gibi görmüyorum. Zaman; bir okuldur, bir fikirdir. Ben böyle bakıyorum. 1987’de Avustralya’ya ilk geldiğimde burada iki yerel gazete vardı.
SBS o dönemlerde de yayın yapar mıydı?
-Evet.SBS radyosu belli bir ideolojinin elindeydi. Toplumun tamamına hitap eden bir haber politikası izlemezlerdi. Hatta vatandaşlarımızın bir kısmı buna çok kızardı. O zamanlar millet kısa dalga üzerinden Türkiye’nin sesini dinlemeye çalışırdı. Teknik zorluklar yüzünden çoğu zaman da dinleyemezdi. Bir haber kaynağı yoktu. Türkiye’den ancak gelip giden birileri olursa haber almaya gayret edilirdi. O zamanlar Yeni Zelanda Wellington’da yaşayan birisi, bir Türkiye vatandaşının, Auckland’a gelmiş olduğunu duymuş ve sırf onu görmek ve Türkiye’de ne var ne yok öğrenmek için 70 km araba kullanmıştı. Haber olmayınca vatan hasreti daha da artıyor çünkü.
Gazete fikri bu ihtiyaçtan dolayı mı ortaya çıktı?
–Evet, gayet doğal bir ihtiyaçtan ortaya çıktı. 90’lı yıllardı. ‘Biz Türkiye’den gazete getirelim buraya, abone bulalım ve Zaman Gazetesi’ni buralarda dağıtalım’ diye düşünüldü ve gerçekleştirildi. İlk defa Zaman Gazetesi bunu yaptı. Haftada iki gün, Türkiye’de basılıp buraya gelen gazeteler, bazen 3 gün gecikmeyle, bazen 5 gün gecikmeyle bazen de 11 gün gecikmeyle gelirdi. 300 kadar gazeteyle başlamıştık. Arkadaşlarımız gazeteleri tek tek abonelerin kapılarına kadar götürüp dağıtırlardı. Hatta Auburn’da oturan arkadaşların ta Campbeltown’a iki gazete dağıtmak için gittiğini biliyorum. Bu arkadaşlar 58 km yolu, Türkiye’den gelen Zaman Gazetesi’ni gecikmeli de olsa oradakilere de ulaştırmak için gidiyorlardı. Gazetenin dağıtılması bir arkadaşın en az 2-3 gününü alıyordu. Bazen iki arkadaş bazen de üç arkadaş yapıyordu bu işleri. Bunlar gönüllü yapıyorlardı. Uçak masrafı, Türkiye’deki baskı maliyetleri kurtarmıyordu. Dolayısıyla gazete dağıtımına gönüllü destek veriyorlardı. Hiç unutamam, Auburn’dan Campbeltown’a gazetenin bu şeklide dağıtılması zannedersem 1-2 sene aralıksız devam etti.Bu çok büyük bir fedakârlıktı.
İLK SAYIDA ÜÇ KİLO KAYBETTİM
20 yıl öncesinden söz ediyorsunuz. Şartlar zor olmalı. Nasıl hazırlıyordunuz gazeteyi?
-İstanbul merkezle görüşülerek, Zaman Avustralya’nın çıkmasına karar verildi ama eleman yoktu. Sadece Hamit Yolcu Bey vardı. Yayın konusunda sıkıntı yoktu ama teknik olarak hiç tecrübe sahibi değildi kendisi. Bir tane bilgisayarımız vardı. O bilgisayar ile sayfa dizaynı yapmaya çalışıyorduk. Zaten ben hiç anlamıyordum bu gibi işlerden. O zamanki teknolojik imkânlar işi hızlı yapmaya pek imkân vermiyordu. Çok uğraştı arkadaşlar ama bir türlü gazeteyi çıkaramadık. İnternet gibi bir aktarım teknolojisi de olmadığı için Türkiye’de yaptırma imkanımız da yoktu. İmkansızlıklar karşısında adeta içim içimi yiyordu. O zaman Auburn’da çok soğuktu, ama terliyordum. Kitabevinin arkasında yarım oda büyüklüğünde bir mekanda, büyük bir stresle çalışıp çabalanıyordu…
Gazeteyi hazırladınız sayfaya dönüşmüyordu yani.
–Evet. Gazete çıkarmak teknik bir iş. Gazetenin dizaynını yapamadığımız için ancak 15 gün sonra ilk sayıyı tamamlayabildik. Geç kalındığı için çok üzüldüm. O kadar üzülmüştüm ki, o süreçte stres yüzünden 3 kilo vermişim. İlk defa burada haftalık gazetemiz elimizdeydi. Sonrasında iş fedakâr zaman okuruna düştü. Abone olunca da arkadaşlar kapıya kadar götürüp gazeteyi ulaştırıyorlardı. İki abone için 58 saat yol gidildiğini biliyorum. Auburn’dan
ZAMAN Gazetesi’ne çöken Türkiye’nin bugünkü muktedirleri, bunca fedakârlıkları ve hakkı gasp etti. Bu konuda neler söylersiniz?
–Hiç unutmuyorum, o yıllarda Türkiye’ye gittiğimde bir arkadaşımdan duymuştum, PKK o dönemlerde Zaman’ı bölgeye sokmamak için tehdit ediyordu. Ama arkadaşlar canını dişine takarak, ölüm tehditleri almasına rağmen, gazeteyi dağıtmaya devam etmişlerdi. Bu durum bizim de aşk ve şevkimizi kamçıladı. Onun için buna sadece bir gazete gözüyle bakmamak lazım. Bunun ayrı bir manevi tarafı var. O gün bugündür de arkadaşlar o çizgiyi korudu, korumaya çalışıyorlar.
1996’DA PKK BUGÜN İKTİDAR ENGELLİYOR
Çok ilginç değil mi? 1996 yılında PKK gazetenin dağılmasını engelliyordu. Bugün ise“muhafazakâr” olduğunu söylen iktidar Zaman’ı gasp etti.
–Bugün de aynı şeyler yaşanıyor. Zaten senaryolar aynıdır, figüranlar değişir. Tarih her zaman öyle tekerrür eder insanlar ibret almaz!Sistem 1997’de PKK’ya ara verdi, dindar kesime yüklenmeye başladı. Aynı şey 2012’de de oldu. PKK ile mücadeleye ara verildi ve hizmete yüklenmeye başladılar.
Hizmet harketi ve Hocaefendi’ye her dönemde zulmedildi. Bugün de daha şiddetli bir şekilde devam ediyor.
–1996 yılında o zaman Türkiye’de Maoculuk ile övünen bir haftalık bir dergi, 100 kişilik bir çete yayınlamıştı ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi de o çeteler arasında göstermişti. Avustralya’daki bir Türk gazetesi de, onu alıp olduğu gibi manşetten yayınlıyordu. Bugün Türkiye’deki Türk medyasının yaptığı gibi… Hocaefendi zaten doğduğu gün ayrımcılığa uğramış ve hayatı boyunca da hep ayrımcılık görmüş birisi. Mesela ilk doğduğu zaman, babası onu nüfus müdürlüğüne kaydettirmek için götürüyor. Ama oradaki yetkili memur, bunun isminde Allah kelimesi var kabul etmeyiz; ancak ‘Fethi olursa kabul ederiz’ diyor. Ben bunu Hocaefendi’nin kardeşinden duymuştum. Bu durumdan dolayı köylerindeki bir başçavuşun devreye girmesiyle babası ancak iki sene sonra Fethullah diye kütüğe kaydettirebiliyor.
Hizmet Hareketi’ni, binalardan ibaret sananlar, bu cemaatin bittiğini söylüyor. Neler söylemek istersiniz?
–Hizmeti veya gazeteyi bir bina gibi görürsek hata ederiz. Son baskınlar tabiri caizse aslanları yuvalarından çıkardı. Ben öyle görüyorum. Çünkü fikirle baş edemeyenler zora başvurur. Tarihin her döneminde böyle olmuştur. Yani bir fikre karşı alternatif bir fikir üretemeyenler, bir harekete karşı alternatif bir hareket meydana getiremeyenler, fikir üretemeyenler, baskı, zor ve gaspa başvurur. Onu engellemeye çalışırlar. Başta bütün peygamberler olmak üzere Allah dostlarının hayatlarında bunu görüyoruz. Bediüzzaman’ın ilginç bir noktası var. Diyor ki: “Müşrikler eğer Kuran benzeri bir şey meydana getirselerdi kılıca başvurmazlardı”. Yani o kadar şairleri olmasına rağmen Kuran gibi bir kitap ortaya çıkaramadıkları için zulüm, işkence ve baskıya başvurdular.
Tarih tekerrür mü ediyor yani?
–Aynen öyle. İmam-ı Şafi, üç defa hapse atılmış. Neden? Çünkü talebe yetiştirmiş. Tarihte kim eğitime önem vermiş, talebe yetiştirmişse zulüm görmüştür. İmam-ı Azam hapsedilmiş. Hatta dövüle dövüle orda şehit olduğunu söyleyenler bile var. İmam-ı Rabbani hapsedilmiş. Niye? Çünkü talebe yetiştirmiş. İslam tarihi boyunca kim talebe yetiştirmişse genelde zulüm görmüştür. Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri talebe yetiştirdiği için devlet, hem de bazen diyaneti kullanarak baskı uygulamıştır. Bediüzzaman Hazretleri talebe yetiştirdiği için sürgün edilmiştir. Kendisi diyor ki: “Yedi senedir kardeşimden haber alamadım. Kardeşim nerde olduğumu bilmiyor, ben de onun nerde olduğunu bilmiyorum. Yakında 20 dakikalık bir köye 3 sene gidemedim bana yasakladıkları için.”
BUNLAR ÇAĞDAŞ MOĞOLLAR
Bugün yapılanlar adeta Moğol dönemini akla getiriyor galiba?
–Mevlana’nın hayatına bakıyorum. Onun da görmediği zulüm kalmamış. Moğol ajanı suçlamasıyla birkaç kez öldürmek istemişler. Moğollar o zamanlar her tarafı yakıp yıkıyor. Hatta tarihçin Ibnu’l Esir’in şöyle bir ifadesi var: “İnsanlık tarihi boyunca hiçbir zaman Moğolların yaptığı gibi böyle bir zulüm görülmedi”.
Aynı zamanda Batılıların ‘Golden Age’ dediği, İslam’ın altın çağının sona ermesinde, Moğolların yüzde 90 etkisi vardır. Çünkü bütün kütüphaneleri yakıp yıktılar; bütün medreseleri, üniversiteleri kapattılar. Ne kadar âlim varsa, -sadece din âlimi değil, fizik matematik âlimlerini de- hepsini öldürüp şehit ettiler. Bir Batılı yazar diyor ki o zamanlar için: “Fırat nehri, suya atılan kitapların mürekkebinden dolayı günlerce hep mavi aktı.”
Peki, Mevlana’nın o zaman bu zulme karşı tutumu nasıldı?
–Moğolların bu zulmüne rağmen Mevlana’nın çok ilginç bir stratejisi var. Moğollara karşı doğrudan bir şey dememiş. Muhabbet demiş, sevgi demiş. Kriz dönemlerinde büyük zatların hepsinin ortak özelliği şudur: Dıştaki saldırılardan ziyade içi düzeltmeye, bünyeyi sağlamlaştırmaya çalışırlar. Çünkü bünye sağlam olunca virus insanı hasta etmez. Ama bünye zayıf olunca her şey insanı hasta eder. Bünyeyi sağlamlaştırma da eğitimle, insan yetiştirmekle olur. Mevlana’nın 10 binin üzerinde talebesi olduğunu bilmiyordum okurken öğrendim. Düşünebiliyor musunuz? 10 bin talebe… Bu talebeler kolay yetişmiyor. Her birisi geliyor, Dergah’a girdigi an 1001 gün ben burada duracağım diye bir kontrat imzalıyor. Ne yapacak bu kişi? Önce aşçının yanında temizlik işleri yapacak, yemek pişirecek, bulaşık yıkayacak yani bir bakıma nefis terbiyesi. Sonra bakıyor ikinci aşamada çile başlıyor. 40 gün, 80 gün, 120 gün az yiyecek, az uyuyacak, hiç konuşmayacak sadece zikirle evrad-u ezkarla meşgul olacak. Bu dönem de bitiyor bu defa kalbin temizlenmesi dönemi başlıyor. Ondan sonra eğitim dönemine geçiliyor. Fıkıh, hadis, tefsir hatta müzik aleti öğrenme, İslam sanatı, hattatlik ve bunların yanında bir takım müspet ilimler. Sonra adab-ı muaşeret kurallarını öğrenmek için rehberlik programı başlıyor.
Türkiye’de yapılan bunca zulümlere rağmen kimisi güçlünün yanında kimisi ise sessizliğe gömülmüş durumda. Nereye kadar devam bu eder?
–Sultan Allaaddin Keykubat ölmeden önce Mevlana’nın babasına; “Efendim, siz gönüller sultanısınız ben de ülkenin sultanıyım. Biz ölünce ne olacak” deyince; “Sultanım, siz ölünce sizin sultanlığınız bitecek; ama ben öldüğüm zaman asıl benim sultanlığım o zaman başlayacak” cevabını alıyor. O zat, Afganistan’dan ayrılmadan önce idarecileri uyarıyor. Her alimin yaptığı bir şey bu. Diyor ki: “Bakınız idarecileriniz adaletli hareket etmiyor, halka zulüm ediyorlar, kötülük yapıyorlar. Böyle giderse Allah düşmanlarınızı başınıza musallat eder” Ama o günkü idarecileri bunu dinlemiyor. Maarif isimli kendi kitabında çok açıklamamakla beraber diyor ki: ”Bana ilham edildi bu ülkeyi terk etmem gerekiyor” Ve ülkeyi terk ediyor.O gun oglu Mevlana henuz12 -13 yaşında daha Moğollar o ülkeyi işgal etmeden önce. Bağdat’a geliyor. Bağdat’taki halifeye de aynı şeyi söylüyor onları uyarıyor.Herkes onun büyük alim olduğunu bildiği için diyorlar ki: “Sana mevki makam verelim, binalar yapalım gel burda otur.” Ama o bunların hiçbirini kabul etmiyor oradan da ayrılıyor. Mekke’ye, Medine’ye gidiyor. Ordan Şam’a geçiyor. Şam’dan Malatya, Erzincan Karaman ve ordan da Konya’ya geliyor ve orada kalıyor. Kimse Mekke ve Medine’yi terk edip başka yerlere gitmek istemez.
Alimlerin ortak özlliği midir idarecileri uyarmak?
-Alimlerin ortak özeliği o devrin idarecilerini uyarmaları. Kimisi bunu dinler başarılı olurlar. Hatta Mevlana’nın sözleri dinlendiği zaman Konya ekonomik olarak o kadar güçlenmiş ki, normal gücünün on katı daha fazla imkana sahip olmuş. Ama ne zaman ki tersi olmuş, ekonomik yönden de batmış Konya. Tarihçilerin kitaplarında bu geçiyor. İşte Mevlana da insan yetiştiriyor. Dost düşman, dinsiz, Yahudi, Hristiyan herkesi potansiyel insan-ı kamil olarak görüyor o, kim olursa olsun.
CEMAAT, 30 YILDAN BU YANA AVUSTRALYA’DAKİ TOPLUMUMUZA İYİLİKTEN BAŞKA BİR ŞEY YAPMADI
1987’de buraya geldiniz. Birçok insanın elinden tuttunuz, önemli hizmetleriniz oldu, bugün olduğu gibi. Avustralya’daki toplumumuz için ne dersiniz?
Redfern Camisi’ne imam olarak geldiğimde cemaate şöyle bir baktım. Bilhassa cuma günü gelenlerin de çoğunun yaşı 40 ve 50’nin üzerinde. Duyduğuma göre; Afganlar 24 tane cami yapmışlar Avustralya’da. Ama bunların hepsi yıkılıp kimsesizlikten kaybolup gitmiş. Tabi ben şahsen çok etkilendim bundan. Kendi kendime dedim ki yaşı 40 ve 50’nin üzerindeki insanlar ölünce bu camilerin hali ne olacak. Müze mi olacak bunlar; yoksa yıkılacak mı, satılacak mı. Bu yüzden kaç defa ağladığımı bilirim. Ama şahsen toplumumuzda çok güzel cevherler olduğunu düşünüyorum. Kime bir hizmet gittiyse, mutlu olmuşlardır.
Bu manada Hizmet Hareketi, Avustralya’daki toplumumuza neler kazandırdı?
–30 yıl önce, Avusturalya’da okumuş eğitimli kimse halkın içinde yoktu. 1992’de, NSW Eğitim Bakanlığı’na ‘kaç Türk öğrenci üniversitelerde okuyor’ diye sormuştuk. Gelen cevap sayısal olarak 54 kişiydi. Şimdi bakıyoruz ben sayısını tam bilemeyeceğim ama bugün binlerce öğrencimiz vardır. Bu durum, toplumun gelişimini gösterir. Yani Cemaat diye bugün ifade edilen bu sivil toplum kurulusu okullar kurdu. Her yil yuzlerce ogrenci universiteye gonderdiler, model oldular. Halkta cocugunu universiteye gonderme yarisi basladi. Geçmişte insanımız gönüllü çok faydalı işler yapmışlar. Allah razı olsun kendilerinden. Bunların hepsini takdir etmek lazım. Bazıları cami, bazilarida kultur ve spor dernekleri kurdular. Burada ismini söylemeden geçemeyeceğim, Rıdvan Manav Bey’in binlerce öğrencisi olmuştur. Kendisi bu öğrencileri kötü alışkanlıklardan korumak için, tekvando, karate gibi sporlarla onları yönlendirmeye çalışmıştır. Farklı sosyal derneklerimiz, Cumartesi okulları onların da faydası olmuştur.
Toplumumuzun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
-30 yıldan bu bugünlere baktığımız zaman bugün, Türk toplumu artık müesseseleşmiştir. Okullarıyla, camileriyle, spor dernekleriyle, medyasıyla, işadamlarıyla siyasetçileriyle, yetişen okumuş bir nesille artık yavaş yavaş akademi dünyasında da ağırlıklarını hissettirerek belli bir yere gelmişlerdir.
Türkiye’deki siyasi ve siyasetçilerin gerilimi buralara yansıyor bir şekilde. Buna ne diyorsunuz?
-Türkiye’deki kutuplaşmalar buraya da etki ediyor elbet. Ama bütün bunlara rağmen ben şahsen buradaki toplumumuzun Türkiye’nin önünde olduğu kanaatindeyim. Yani eski politik ayrışmalar kısmen bitti ve kayboldu. Zaten burada birinci nesil çok az kaldı; genelde ikinci ve üçüncü nesil var. İkinci üçünçü nesil de Batı’nın biraz daha demokratik kültürünü aldıkları için TTürkiye’deki keskin ayrışmalara çok aldırış etmezler ve hoş da görmezler. Onlara göre bir adam A partisine oy vermiş, diğeri B partisine. Niye kavga etsinler ki…