Yıl 2012 Şubat ayı. Dershane meselesinin kamuya açık bir biçimde tartışılmaya açılmasına daha 1,5 yıl var. Büyük şehirlerde seri konferanslara davet edildim. Daveti yapan kişi ve kurumlarla görüşerek her yer için ayrı konular tespit ettim. Yola çıkmadan Hocaefendi’nin yanına uğradım ve konferanslara gideceğimi söyledim. “Yapacağın konuşmalarda şunu da anlat” dedi ve bir cümle söyledi: “Bazen müminin mümine hasedi bazen kafirin verdiği zarardan daha fazla zarar verebilir.” İlk etapta anlam veremedim. Gittim evimde çalıştım. Bu cümlenin altını doldurmaya çalıştım. Hasetle alakalı ayetleri, hadisleri taradım. Tefsirlere ve şerhlere baktım. En önemlisi tarihi hadiselerdi. İslam’ın erken dönemlerde yaşanan iç savaşların sebeplerini hasedi merkeze alarak inceledim. Gıpta, haset, rekabet, öfke, nefret, kin, düşmanlık ve savaş çizgisini o çalışmamda yakaladım. Büyük il merkezlerinde ve büyük salonlarda büyük kalabalıklara yaptığım o konuşmaların sesli, yazılı belki de görüntülü hali MİT’te, Emniyet İstihbaratında vardır. Olmaması düşünülemez. Şimdilere gördüğümüz üzere o dönemler cadı avına sürekli malzeme toplanıyormuş. İnsanlar fişleniyor, legal aktivitelere illegal manası verilecek bugünlere hazırlık yapılıyormuş.
Zaman gösterdi ki Hocaefendi haklıymış. Haset nelere kadirmiş de bizim haberimiz yokmuş. İhtimal vermemişiz hasedin insanı kardeşini dahi öldürmeye bile sürükleyeceğini. Unutmuşuz Hz Adem’in evlatları kıssasını. Yeryüzünün ilk cinayetinin bu yüzden işlendiğini. Siyasi çıkar, maddi menfaat, san-şeref-şöhret ve statükonun korunması gibi dünya savaşlarına sebebiyet veren unsurlardaki hasedin rolünü hiç düşünmemişiz. “İnsan insanın kurdudur” vecizesinin Müslümanlar için geçerli olmadığı zehabına kapılmışız. Din kardeşliğinin bunu elimine ettiğine inanmışız. Ütopyalar dünyasında yaşamış ve ütopik bir dünya görüşüne sahip olmuşuz. Cemel, Sıffin, Kerbela, Harre, Harura gibi savaşlara yaptığımız tevillerle adeta meşruiyet kazandırmışız zihnimizde.
Başa döneyim; bugün itibariyle Hocaefendi’nin bana söylediği o cümlenin üzerinden 3 yılı aşkın bir süre geçti ve bu 3 yıl içinde yaşananlar bana o cümledeki “bazen” kaydının kaldırttı. Ben bugün kesinlikle inanıyorum ki Müslümanın Müslümana hasedi, kafirin Müslümana verdiği zarardan daha fazladır.
Neden? İşte asıl cevaplanması gereken soru bu. Gerçekten neden? Dünya herkesin ihtiyaçlarını, arzularını, beklentilerini karşılayabilecek genişlikte değil mi? Kaldı ki dünya hayatının geçiciliğine inanan Müslümanlar için, karşılamasa ne olacak? Ebedi bir ahiret hayatı yok mu bizim önümüzde bizi bekleyen? Farkındayım, çok naif bir düşünce bu. Bırakın 7 milyarlık dünyayı, aynı dünya üzerinde sadece belki de 5-6 kişinin olduğu bir dönemde kardeş kardeşini haset yüzünden öldürmüş. Daha ötesi var mi?
Geçenlerde Kerim Balcı’dan dinledim. 1980 öncesinin âteşîn solcularından bazıları ihtilal sonrası kapitalist bir zihniyete sahip olmuş ve dava düşüncelerini bir kenara bırakarak dünya düzenleri bunun üzerine kurmuşlar. Bir gün bunlardan birisinin kapısı çalınır. Yeni çıkan solcu bir dergiye abone olmasını istemektedir iki genç. Yıllarca o dava için canını dişine takmış bu kişinin ne yapmasını beklersiniz? Abone olmasını, dergiye maddi destek vermesini, o gençleri teşvik etmesi, sırtlarını sıvazlamasını değil mi?. Hayır bunların hiç biri olmuyor, Kovuyor o şahıs karşısında duran gençleri. Bu davranışın izahı şu; ‘ben dava düşüncemi maddi imkânları görünce terk ettim, söylemimin aksine bir istikamete girdim ama siz benim gençliğimde yaptığım gibi hala tertemiz ve masum hislerle davaya hizmet ediyorsunuz.’ İnsan psikolojisi açısından bakın lütfen bu hadiseye. Acı veriyor bu manzara ona. Neden ben değil de onlar diyor ve kovuyor onları.
“Cemaat operasyonlarına” bir de bu gözle bakın isterseniz. İlim Yayma cemiyetinde yapılan konuşmayı bu gözle dinleyin. Sadaka zekat verdi diye 80 yaşındaki insanların bile hapishanelere tıkıldığı manzaraları hatırınıza getirin. Ve İslamcı zihniyetin bunu zihninde nasıl meşrulaştırdığını tahayyül edin. Müslüman olmayan insanların bile yüreğini acıtan, vicdanını kanatan bu zulüm manzaralarını nasıl kabullendiğini, geceleri döşeklerinde rahatça uyuduklarını? Zira kendileri mücahit iken müteahhit oldular. İslam, Kuran diye yola çıkıp dolarda karar kıldılar. Siyasi ahlakı İslami normlara uyduracağız dediler, siyasetin ahlaksızlığına uydular. Ama cemaat fertleri dava düşüncelerinde sapa sağlam hayatlarına devam ediyorlar. İnsanlığa hizmet demişlerdi; gördükleri onca zulme, onca hukuksuzluğa aldırmadan, önlerine çıkan her türlü engeli yasal yollarla aşmaya çalışarak hayatlarına devam ediyorlar. Müteahhit olmayı kabullenmiyorlar. İhale yolsuzluklarına hayır diyorlar. Terör örgütün yaftası yiyorlar, nasıl bir terör örgütü ise haksız muameleleri kendilerine reva görenlere mantar tabancası bile uzatmıyorlar. Gerçek terör örgütü olsaydı nasıl olurdu acaba?
Evet, ey haset, sen nelere kadirsin!