Diken yazarı Kürşat Bumin, ‘masumiyet karinesi’ni kaleme aldı. Yoldan çıkarılmamış haliyle “Aksi ispat edilmedikçe herkes masumdur.” şeklinde olan tanımı herkesin yaptığına işaret eden Bumin, örneğini tutklu yazar Aslı Erdoğan üzerinden vererek şu saptamayı yaptı: ”Hâkimlik, Aslı Erdoğan’ın ‘suçlu’ olduğuna zaten kanaat getirmiş durumda. Bu durumda Erdoğan’ın işi zor, çünkü masumiyet karinesinin “Aksi ispat edilmedikçe hiç kimse masum değildir” şeklindeki yorumunu benimsemiş ‘tabii olmayan’ bir hâkimlikle karşı karşıya…”
İŞTE O YAZI:
Bugüne kadar yazıp çizdiklerime kısaca bir göz atınca ‘masumiyet karinesi’ konusuna birkaç kez girdiğimi hatırladım.Bu yazılarda öne çıkardığım husus doğrudan bu ‘karine’nin nasıl bir şey olduğu değil de onun bizde ve benzer ülkelerde nasıl ‘tersinden okunduğunu’ tartışmakmış.‘Masumiyet karinesi’nin yoldan çıkarılmamış halini hepimiz biliyoruz: “Aksi ispat edilmedikçe herkes masumdur.”
O günlerde de söylediğim gibi bu karine ‘medeni dünya’nın ‘a priori’si yani olmazsa olmazıdır. Bu‘a priori’ şunu ilan eder: Toplumu oluşturan bireyler masumdur. Çünkü bu dünya ‘masum olmayanlar’ın bir araya geldiği dünya değildir. İnsanlar birbirlerinin masum olduğunu peşinen kabul ettikleri için ‘savaş’ın hakim olduğu ‘doğal durum’u terk etmiş ve medeni bir hayat tarzını benimsemişlerdir.
Bu ‘karine’nin tersinden okunuşu ise şöyledir: “Aksi ispat edilmedikçe hiç kimse masum değildir.”
Hatırlatmaya gerek yok herhalde: Bu ‘karine’nin tersinden okunuşu totaliter sistemlerin olmazsa olmazlarındandır. Bunun örneklerini uzun uzadıya sıralamaya gerek yok. Ama hatırı almasın kabilinden hiç değilse Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde sahneye konulan ‘Moskova Duruşmaları’nı hatırlatmadan geçmeyelim: Bolşevik Parti’nin en baba simalarından bu duruşmalarda rejim düşmanı olmadıklarını yani ‘masumluklarını’ ispatlamaları istenmişti. Bu‘ispatlama’ sürecinde kimilerinin ‘rejim düşmanı’ olduklarını –malum yöntemler aracılığıyla- ‘masum’ olmadıklarını ‘itiraf’ etmeleri de hatırlardadır.
Demek ki ‘masumiyet karinesi’nin tersinden anlaşıldığı diyarların asıl ayırt edici vasfı aklını ‘rejim düşmanlığı’ ve ‘rejim düşmanları’na takmış olmasıdır. Demokrasilerde ‘muhalefet ve muhalifler’den söz edilirken söz konusu akıl ‘rejim düşmanlığı’ ve ‘rejim düşmanları’ ile yatıp kalkmaktadır.
Şimdi yüzümüzü bugünkü (dünü de unutmadan tabii ) Türkiye’ye çevirelim: 40 binden fazlası öğretmen 80 bini aşkın kişinin ya memuriyetlerine son verildiği ya da açığa alındığı bir ülke burası. On binlerce kişi gözaltına alınmış içlerinden 20.000 kadarı tutuklanmış. Hâkim karşısına çıkanların cezası ‘FETÖ’ dolayısıyla ihdas edilen Sulh Ceza Hakimlikleri tarafından kesilmiş. Bu ‘hakimlikler’in ortaya atılan yeni bir ‘suç’ tanımına dahil edilen ‘suçlular’ı yargılamakla görevlendirildiğini biliyorsunuz. Yani özetle ‘tabii hâkim’ ilkesini baş aşağı eden bir tarzda. tarifi yeni yapılan suçlar nevzuhur bir hâkim kadrosuna havale edilmiş, ‘tabii hâkim’ ilkesi yerle bir edilmiştir.
Prof. Kemal Gözler’in ‘sulh ceza hakimliği’ne ilişkin olay daha tazeyken kaleme aldığı önemli bir değerlendirmeden hiç değilse birkaç satırı hatırlatmak isterim: “Kısacası, ‘tabiî mahkeme (olağan mahkeme)’, olaydan önce kurulmuş ve somut olay ile kuruluşu bakımından ilgisi olmayan mahkeme demektir. Bu mahkemenin hâkimine de ‘tabiî hâkim’ denir. Buna göre, bir uyuşmazlık, ancak uyuşmazlığın doğumu anında görevli ve yetkili olan mahkeme tarafından yargılanabilecektir. Böylece tabiî hâkim ilkesiyle, uyuşmazlığın olaydan sonra çıkarılacak bir kanunla kurulacak bir mahkeme tarafından yargılanması yasaklanmakta, yani kişiye veya olaya özgü mahkeme kurma imkanı ortadan kaldırılmaktadır (…)
‘Tabiî hâkim (olağan hâkim)’ veya ‘kanunî hâkim’ ilkesinin amacı, yasama organının belirli bir olayı yargılamak için o olaydan sonra mahkeme kurmasının önüne geçmektir. Bu ilkeye uyulduğu takdirde, yasama organı dâhil devletin herhangi bir organı, olaydan sonra, sırf o olayı yargılamakla görevli bir mahkeme kuramayacaktır. Bu ise mahkemelerde yargılanacak olan kişilere büyük bir güvence sağlar. Çünkü onları yargılayacak mahkemeler, sırf onlar için kurulmamış, onları yargılayacak hâkimler sırf onlar için atanmamıştır. Böyle mahkemelerde ve böyle hâkimler huzurunda suçlanan kişiler masum iseler, beraat edeceklerdir. Oysa sırf o olay için kurulmuş ve hâkimi sırf o olay için atanmış bir mahkemede suçlanan kişiler masum olsalar bile mahkûm olabilirler.”
Prof. Gözler, Anayasa’da olduğu gibi Anayasa Mahkemesi kararlarında da arkasında durulan ‘tabii hâkimlik’ ilkesinin yok sayılmasının yakın tarihten iki örneğini de veriyor: İstiklal Mahkemeleri ve 27 Mayıs’ın Yassıada Mahkemesi.
“Bu iki tür mahkemede de sanıkların beraat etme ihtimalleri fevkalade düşüktü. Çünkü bu mahkemeler, sırf onları yargılamak için kurulmuş, hâkimler sırf onları mahkûm etmek için atanmışlardı.”
En iyisi yazıyı –lafı uzatmadan- İstanbul 8. Sulh Ceza Hâkimliği’nden çıkan taze bir karar haberiyle noktalayalım.
Söz konusu ‘hâkimlik’ Aslı Erdoğan’ın serbest bırakılmasına ilişkin başvuruyu şu gerekçeyle reddediyor: “(…) Suçun hiçbir karanlık noktası kalmadan tüm unsurları ortaya konulması suretiyle aydınlatılması, böylece soruşturmanın ve şüpheli hakkında atılı suçtan açılması muhtemel kamu davasının kavuşturmasının selametle sonuçlandırılması bakımından sakıncalı olacağı sonuç ve kanaatine varılarak şüpheli müdafinin itirazının reddine…” (!)
Görüyorsunuz ‘hâkimlik’, ‘suçun hiçbir karanlık noktası kalmadan tüm unsurları ortaya konulması suretiyle aydınlatılması…’dan söz ediyor. Yani? Yanisi şu: ‘Hâkimlik’ Aslı Erdoğan’ın‘suçlu’ olduğuna zaten kanaat getirmiş durumda. Bu durumda Erdoğan’ın işi zor, çünkü masumiyet karinesinin “Aksi ispat edilmedikçe hiç kimse masum değildir” şeklindeki yorumunu benimsemiş ‘tabii olmayan’ bir hâkimlikle karşı karşıya…