Ömer Faruk
Gergerlioğlu: “ Bediüzzaman’ın görüşlerini son derece önemli buluyorum.
Getirdiği öneriler müthiş bir düşünce ortamının yerleşmesine vesile olacaktı,
demokrasi ve sivil toplum anlayışını sağlayacak, kardeşliğin ve barışın olduğu
bir anlayışın yeşermesine vesile olacaktı. Çok eza ve cefa gördü. Gelinen
noktada ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı”
Uzun süredir IŞİD’leşme
eğiliminden bahsediyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Düşüncelerinizi barışçı bir ortamda
dillendirmediğiniz zaman savaş ve çatışma başlar. Biz 180 derece karşıt
düşüncelere sahip olsak bile oturup barışçı bir şekilde düşüncelerimizi
tartışmak durumundayız. ‘Sadece ben haklıyım ve sana galip geleceğim, herkes
bana tabi olacak’ mantığının gideceği yer İslâm topraklarında IŞİD mantığıdır.
IŞİD denilen son derece kötü bir örnek var, ama bu sadece ötekinin örneği
değil. Bu örneğe biz de varabiliriz. “Ben hakim olmalıyım ve bana boyun
eğmelisin, seninle konuşmayacağım ve barışı kabul etmiyorum” mantığı bizi
IŞİD’leşmeye götürür.
ATEŞİN ÜSTÜNE BENZİN DÖKMEYELİM
Sorunların barış yoluyla halledilmesi
gerektiğini uzun süredir söylüyoruz. Sorunlarımız var, bunları çatışmalar
yoluyla çözemeyiz. Çatışma yoluyla bu sorunları çözersek ateşin üstüne
benzin dökmek olur. “Gelin hep beraber bu ateşi söndürelim, üzerine su dökelim,
serin bir ortamda, barış ortamında konuşalım” diyoruz. “Sorunları konuşarak
halledelim ve bu şekilde hayata kavuşalım” diyoruz. “Barış bundan dolayı hayat
demektir” diyoruz. Savaş acı doğurmaktan başka bir işe yaramaz. Ama maalesef
bunu dediğiniz anda siz suçlu ilân ediliyorsunuz. Öyle bir akıl tutulması
haline geldi ki ülkemiz…
“BARIŞ DİYORUM, ‘TERÖR’
ANLIYORLAR”
Son dönemde benim yaşadığım şey bu akıl
tutulmasının en somut örneklerinden biri. İnsanlara Cumartesi annelerinin barış
günü gösterisindeki bir fotoğrafta var olan realiteyi hatırlattım. Türkiye
Cumhuriyeti devleti ile PKK örgütü çatışıyor. O fotoğrafta da bu örnek
anlatılıyor, çatışmalar oluyor ve onların anaları ağlıyor. Böyle bir mizansen
var ortada. Senin benim şunun bunun hoşuna gitmeyebilir, ama bu bir realitedir.
Bu görüntüye bakıp “savaşlar bitirip tüketmekten başka bir işe yaramaz,
çocuklar ölüyor, analarımız bir” diyoruz. “Çocukların cesetleri yan yana
duracağına dirileri yan yana dursun” diye bir mesaj veriyoruz. Sonra “vay
efendim bizim yok etmeye çalıştığımız şeyin propagandasını yapıyorsun” deniyor.
Barış dediğimiz anda terörün propagandası yapıyor görüntüsü oluşmuşsa, o toplum
çıldırmaya başlamıştır artık. “Barış” diyorsunuz, adam “terör” anlıyor, “Barışı
savunalım” diyorsunuz, size “terörist” diyor. Zannediyor ki tüm sorunları
şiddet yoluyla bitirecekler. Ama biz “barış” demeye devam edeceğiz, başka
çaremiz yok. Konjonktüre bakarak şöyle demeyelim, böyle demeyelim gibi
bir şansımız yok. Şu anda taraflar barış düşünmüyor olabilir, ama biz doğrunun
peşinde koşmak zorundayız. Susarak bir yere varamayız.
“HUKUK DEMEYE DEVAM EDECEĞİZ”
Barış sözü olmasını bile hazmedemiyorsan burada çok
tehlikeli bir durum var demektir. Ben bundan dolayı “barış hayattır” diyorum.
Biz her ne olursa olsun demokrasi ve hukuk üzerinde yükselmiş bir barışın tüm
topluma hayat sağlayacağını düşünüyoruz. Tüm insanların böyle düşünmesi lâzım.
Biz doğru bildiklerimizi hukukun üstünlüğünü söylemeye devam edeceğiz. Bunu
yapmak zorundayız.
“TEBRİK DE EDERİZ, ELEŞTİRİRİZ
DE”
Erdoğan’ın 2009 yılında
söylediği sözler ve barış çağrısı sizin açığa alınmanıza sebep olan
sözlerinizle neredeyse kelimesi kelimesine aynı. Bu söylem ve eylem değişimi
nasıl görüyorsunuz?
Açılım politikaları olurken tebrik ettik, güzel
gelişmeler var dedik ve ayakta alkışladık. Çözüm süreci başladığı zaman yine
tam destek verdik. Ben çözüm süreci öncesinde de, sırasında da, sonrasında da
hep aynı şeyleri söyledim. Bende değişen bir şey olmadı, konjonktüre göre
değişen bir lâfım olmadı, Allah’a şükürler olsun. Çünkü kriterim iktidarlar,
zaman, yer, siyasî durum değil. Doğru bildiğimi söylemeye çalışıyorum. Ve
doğruya yaklaşıldığı zaman yöneticileri tebrik ediyor, doğrudan uzaklaşıldığı
zaman da eleştiriyorum. Yaptığımız hep bu oldu. Bizler kriteri hukuk ve
demokrasi olan insanlarız. Her zaman buna uygun bir biçimde konuşmaya
çalışırız.
Devletin toplumla barışının sağlanmasını, devletin
Kürtlerle barışmasını zaten yıllardır söylüyorduk. Alevilerle de, farklı dinî
etnik kesimlerle… Herkes için söyledik bunu. Devletin her kesimle barışması
gerektiğini hep söylüyorduk. Ama ancak belli bir dönemden sonra hükümet bu
konuda icraatlar yapmaya başladı. Açılım zamanlarında Erdoğan’ın sözlerini
hepimiz hatırlıyoruz. Son derece güzel şeyler söylenmeye başlanmıştı. “Türkiye
Cumhuriyetinin inkâr ve asimilasyon politikalarının olduğunu, bunlardan
vazgeçildiğini” söyleyen bir başbakan vardı. “Şu ana kadar olan inkâr ve
asimilasyon politikalarını terk ettik” deniyordu. Dersim’ için Başbakan özür diledi.
O zamanlarda devlet adına özürler dileniyordu. Demek ki devlet özür
dileyebiliyormuş. Çok zor değilmiş bu, devletin toplumla barışma
anlamında çok da iyi oluyormuş. Biz bunu da açık yüreklilikle tebrik
ettik.
Ama yöneticiler eski söylediklerini unuttu. Eskiden
söylenen her şey arşivlerde çok net açık bir biçimde duruyor. “Çocuklar
ölmesin, analar ağlamasın” değil miydi çözüm sürecinin sloganı… Devlet bir
takım sorunların kendi politikaları yüzünden çıktığını ve bunların terk
edildiğini söylemedi mi? Ama gün geldi ve çözüm süreci bir şekilde bozuldu.
Sonra öncesinde ve sonrasında aynı sözü söyleyen bizler dışlanmaya başladık.
Ben Kocaeli’de akîl heyetin mihmandarlığını yapmıştım. Devletin valiliği ve
emniyet müdürlüğü ile beraber akîllerin karşılanışını, gezdirilmesini ve tüm
temaslarını ben üstlenmiştim. Ama şimdi? O zaman biz el üstünde tutuluyorduk,
söylediklerimiz tasdik ediliyordu, çözüme yardımcı olmamız isteniyordu. Şu anda
yine aynı cümleleri söylüyorum. “PKK propagandası” ile suçlanıyorum.
Benim cümlelerimde hiçbir değişiklik yok ki…
“ANALAR AĞLAMASIN DEMEK SUÇ
OLDU”
Dün takdir görürken bugün inanılmaz iddialarla
suçlanıyoruz. Bana “PKK propagandası” yapmaktan idarî ve adlî soruşturma
açılmış durumda. Ağır ithamlarla karşı karşıyayım. Ben hayatım boyunca herhangi
bir örgütün zerre kadar propagandasını yapmış biri değilim. Hep ve tek
dediğimiz “barış ve yaşam” oldu. Sürekli insan hakları, adalet, barış
dedim. Bunları söyleyen birisini kalkıp PKK propagandası ile suçluyorlar.
Bunu nasıl yapmışım? “Analar ölmesin, çocuklar ölmesin” diyerek mi? Bunu başka
bir ülkede söyleseniz size gülerler. Bundan dolayı şu anda soruşturma altında
olmama gülerler.
Ben insanlara hayrı, iyiliği hatırlattığım için mi
suçluyum? Şu anda bana öyle bir toplumsal linç kampanyası düzenlendi ki sosyal
medyada hakaretler, tehditler, hedef göstermeler… 15 ayrı suç duyurusu
yaptım. Bana yönelik suç duyurusu anında işlem gördü, ama benim yaptığım suç
duyuruları ne zaman işlem görecek, görecek mi, bilemiyorum. Şimdi barışı
isteyenler bu denli cezalandırılıyorsa bu toplum için son derece tehlikeli bir
hal demektir. Ben hayatımı barışa vakfetmiş biri olarak böyle cezalandırılıyorsam
gerçekten bu toplum için çok üzücü bir durumdur. Çözüm süreci öncesinde
de çok tehlikeli bir ortam vardı. “Bu iş çatışmalarla çözülmez” dediğiniz anda
yemediğiniz hakaret kalmıyordu, ama biz o zamanlar da aynısını söylüyorduk.
Çözüm sürecine gelindiğinde ise “çok haklıymışsınız, siz bunu yıllardır
söylüyormuşsunuz” dendi sürekli. Peki ya şimdi? “Çok haksızsınız” diyorlar.
İnanılmaz bir şey bu… Akıl almaz bir mantıksızlık yaşıyoruz. Sözler aynı, ama
zamanlar değiştiği zaman size olan yaklaşımlar farklılaşıyor. Ama
Allah’ın izniyle vazgeçmeyeceğiz.
Türkiye ve dünya alev topu
gibi… Her yanda savaş var. Sizce tehlike ne kadar büyük?
Şu anda kanın, ateşin, gözyaşının içte ve dışta
artma ihtimali var. İçte savaş, dışta savaş hali devam ederse toplum bir ateş
topuna dönebilir ve o zaman bu günleri aramaya başlarız. Şu anda dindar kesim
bile kendi gerçek dinî kriterlerini bırakarak hükümetin her söylediğinin doğru
olduğunu düşünüyor. Dinî anlayış bile hükümete göre belirleniyor. Böyle bir
durum oluşmuş. Adam kendi dinindeki güzellikleri ve insaniyet anlayışını
görmenin değil, siyasî kaygılarla hükümete taraftarlık yapmanın derdinde.
Diyor ki ‘hükümet ne derse onu diyeyim.’ Uyarıyorsunuz ve dinde, insaniyette
böyle birşey olmadığını söylüyorsunuz. Bu defa da seni duymak istemiyor.
Taraftarlık ruhu insanları inanılmaz yerlere getirmeye başladı. Senin
kriterin din ise, din “Barışı, huzuru sağlayın, insanlara haksızlık yapmayın”
diyor. Ötekinin hakkını savunmak ve korumak için insan olmanız yeterlidir. İnsan
hakları anlayışı da dinî değerlerimizden farklı değil. Evrensel olan bu hak
savunuculuğu ötekinin varlığını ve hakkını hatırlatarak bizlere adil olmayı
öğütlüyor.
İster Türk olayım, ister Kürt, ister Hıristiyan
ötekinin hakkını savunmak durumundayım. İzmit Protestan Kilisesi’ne saldırı
yapıldığında ilk ben açıklama yaptım. Pastör bana telefon açtı ve şaşırdığını
ifade etti. Bir dindar olarak nasıl bizi koruyan bir açıklama yaptın dedi, ben
de “bir Müslüman olarak bunu ilk benim yapmam lâzımdı” dedim ve “eğer bu
açıklamayı yapmazsam esas o zaman şaşırman lâzımdı” dedim. İnanç özgürlüğü
varsa ve birisinin inancına saldırılmışsa bunu tel’in edecek olan ilk biziz.
Benim açığa alınma hadisesi geldiğinde beni ilk arayıp “geçmiş olsun, sizin
için duâcı olacağım” diyen de o Pastör oldu. Bir Müslüman Hıristiyan’a, bir
Hıristiyan Müslümana sahip çıkıyorsa haksızlık anında bu ortak paydanın
oluşması demektir. Bizler her alanda bunu yapmaya çalışıyoruz. Sadece
Kürt meselesinde değil her alandaki haksızlıklara karşı bunu yapmaya çalıştık.
Ömrümüz bu gayretlerle geçti.
“TEK İSTEDİĞİMİZ BARIŞ, HUZUR”
Filipinlerde, Kolombiya’da… Her ülkede öyle veya
böyle bir çatışma yaşanıyor. Toplumlar dünyanın farklı yerlerinde yaşanan
çatışmaların çözümlerini bulmaya çalışıyor ve buluyor. Dünya genelinde
çatışmanın yaşanmadığı bir toplum yok. Ben de yıllardır bunları inceliyor ve
bunlarla uğraşıyorum. Kendi ülkemdeki çatışmalara nasıl duyarsız kalabilirim,
buna reçeteler sunmadan nasıl durabilirim ki. Tabiî ki bir şeyler diyeceğiz,
kendimizce reçeteler sunmak durumundayız. Ama sen reçete sunan adamı bile
boğmaya kalkarsan o toplumun hali haraptır. İnsan hakları aktivistleri
devletten ve tüm kimliklerden bağımsızdır. “Mazlûmlar için dayanışma” dedik ve
yıllar önce bu yola çıktık. Son derece değerli yaklaşımlar bunlar. Bu gibi
insaniyet dolu yaklaşımlar, toplumun koruması gereken yaklaşımlardır. Ama siz
kalkıp insan hakları kavramını şeytanlaştırmaya başlarsanız bu artık iplerin
koptuğu bir çıldırma noktasıdır.
BEDİÜZZAMAN DİNLENSEYDİ BUNLAR
OLMAZDI
Bediüzzaman’ın Kürt sorununa
yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bediüzzaman’ın sunduğu çözüm
önerileri dinlenseydi, şu andaki bu durumlar olmayabilirdi. O Türk-Kürt
kardeşliğini işledi hep. Anadilde eğitimin olmazsa olmaz olduğunu vurguladı. Van’da
gerçekleştirmek istediği Medresetüzzehra gibi dev bir eğitim projesinin tesisi
son derece değerli bir öneriydi. Risale-i Nur’da bu konuda son derece önemli
çözüm önerileri getirilmiş durumda. Bediüzzaman 100 yıl sonrasını gören bir
bakış açısıyla Kürt meselesinin nereye gideceğini görüyordu. Ama maalesef
dinlenmedi. Hayatı ilim, amel, iman yolunda geçen çok nadide bir insandır o.
İlim, zekâ, kalem açısından son derece örnek bir insandı. Büyük bir mücadele
vermişti Türkiye’nin ve dünyanın tüm sorunları için. Türkiye Cumhuriyeti
kurulurken Kürt meselesi ortada duruyordu ve çözüme muhtaçtı. O günün
yöneticileri ilim adamlarını dinleyerek adil çözüm bulabilirlerdi ve onca kan,
gözyaşı, kayıp yaşanmazdı. O coğrafyalara ilim, fen, hikmet inşa edecek böylesi
projeler yapılsaydı insaniyet adına çok iyilik yapmış olurlardı. Ben bu noktada
Bediüzzaman’ın görüşlerini son derece önemli buluyorum. Getirdiği öneriler
müthiş bir düşünce ortamının yerleşmesine vesile olacaktı, demokrasi ve sivil
toplum anlayışını sağlayacak, kardeşliğin ve barışın olduğu bir anlayışın
yeşermesine vesile olacaktı. Çok eza ve cefa gördü. Gelinen noktada ne kadar
haklı olduğu ortaya çıktı. Yeni Asya-Röportaj: N. Nur Ener