[ALİ MİRZA YAZAR-TR725.COM]
Türkiye’nin üyesi olduğu Avrupa Konseyi ve müzakere sürecini yürüttüğü Avrupa Birliği (AB) yöneticilerine karşı en büyük kozu, maalesef, Suriyeli mülteciler. Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan 3 milyondan fazla sığınmacının Avrupa’ya ’akın etme’ ihtimali, Avrupalı siyasetçileri, tabiri caizse, titretiyor. Birçok Avrupa ülkesinde seçimlerin yaklaşması ve göçmen karşıtı partilerin her geçen gün oylarını arttırması, böyle bir mülteci akınının direkt politik etkileri olacağını da gösteriyor. Bunu iyi hesap eden Türkiye ise, içeride ’ensar-muhacir’ kardeşliği olarak pazarladığı Suriyeli mültecileri, Avrupa’yla ilişkilerde ’şantaj malzemesi’ olarak kullanıyor.
Son açıklanan AB ilerleme raporu ve HDP’li vekillerin tutuklanması sonrası Avrupa’dan yükselen ’müzakereleri askıya alalım’ çağrılarına karşı yine aynı taktik devreye sokuldu. Al Jazeera Türkçe’ye konuşan Erdoğan ”Bakın Türkiye’de şu anda 3 milyon mülteci var, bu mülteciler Avrupa’ya doğru gidebilir, yürüyebilir. Biz 3 milyon mülteciyi burada barındırırken, AB’nin Türkiye’ye destek vermesi lazım. Bu mülteciler Avrupa’ya bir yürürse Avrupa ne yapacağını şaşırır.” sözleriyle ’tehdidini’ yineledi. Geçen yıl Suriyeli mültecilerle ilgili ’pazarlıkta’ 3 milyar Euro maddi yardım ve Türk vatandaşlarına ’vize muafiyeti’ konuşulmuştu. Şubat 2016’da basına yansıyan, AB yetkilileri ile Erdoğan arasındaki ’pazarlık’ tutanaklarında, Erdoğan’ın AB’yi açıkça mültecileri göndermekle tehdit ettiği görülmüştü. Peki, Avrupalılar ’mültecilerden’ neden bu kadar rahatsız? Tek sorun, giderek artan ’yabancı düşmanlığı’ mı?
Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden Avrupa’ya mültecilerin ‘akın etmesi’ yeni bir uygulama değil. Ancak Suriye nüfusunun yarısından çoğunun iç savaştan ötürü dünyaya dağılması ve önemli bir kısmının Avrupa’da yaşamak istemesi, Avrupalılar için çeşitli riskleri beraberinde getiriyor. İstatistikler aksini savunsa bile, Avrupalılar mültecilerin kriminal suçları beraberinde getirdiklerini ve topluma asla uyum sağlayamadıklarını düşünüyor.
Bir de olayın maddi boyutu var. Örneğin Almanya, her sığınmacı için aylık ortalama 1000 Euro masraf yapıyor. Eğitimli göçmenlerin bile bir topluma katkı sunacak seviyeye gelmesi, dil öğrenmesi, kalıcı bir iş bulması yaklaşık 3-4 yıl sürüyor. Eğitimsiz olanlar ise gettolarda ya da güvencesiz işlerde ömürlerini geçiriyor. Bu sürede sosyal yardımlardan faydalanmaları ise Avrupalı orta sınıfın ‘gözüne batıyor’. Mültecilerin sebep olduğu ya da sebep olarak görüldüğü her problem, merkez partilerin oy kaybetmesi, aşırı sağ partilerin ise güçlenmesi anlamına geliyor.
Aslında AB yetkilileri Türkiye ile mülteci pazarlığını ‘gizli’ tutmaktan yanaydı fakat Erdoğan’ın bu konuyu iç kamuoyunda kullanmak istemesi ve meydanlarda yüksek sesle mültecileri ‘otobüslere doldurup göndermekten’ bahsetmesi, Avrupa’da da belirli bir toplumsal tepki oluşturdu. Bu olayın ardından Türkiye’nin giderek otoriterleşen yönetimi, gazetecilerin, siyasetçilerin hapse atılması, ülkedeki muhalefetin susturulması, basın kuruluşlarına ve iş yerlerine el konması ve yargının tamamen kontrol altına alınması, Avrupa kamuoyundaki baskıyı da artırdı. Ahmet Davutoğlu ile ‘iyimser havada’ gerçekleşen mülteci pazarlığı, artık Avrupa kamuoyu için “Erdoğan’ın önünde boyun eğmek” olarak görülüyor.
AB’nin Türkiye’ye şu andaki bakışını doğru okumak için Almanya’ya bakmak gerekiyor. Almanya başından beri Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmakla beraber, Türkiye ile köprülerin atılmaması yönünde bir siyaset benimsedi. Bunun en önemli nedeni iki ülke arasındaki tarihi ilişkiler ve Almanya’da sayıları 4 milyonu bulan Türklerin varlığıydı. Son yıllarda buna 1 milyonu aşkın Suriyeli mülteci de eklendi. Türkiye’nin ‘tampon bölge’ olmayı kabul etmesi karşılığında Şansölye Angela Merkel, geçen yıl açıklanacak AB İlerleme Raporu’nu 1 Kasım seçimleri sonrasına erteletmiş, sık sık Türkiye’yi ziyaret ederek ’arayı sıcak’ tutmuştu. Ancak Cumhuriyet gazetesine yapılan baskın sonucu Merkel uzun süren suskunluğunu bozup, “Türkiye’de olup bitenler azami tehlike sinyali vermektedir ve son hadise de, zaten üzücü olan bu gelişmeye işaret etmektedir.” açıklamasını yaptı.
Avrupa’ya gelen mültecilerin çoğunu barındıran Türkiye’nin AB ile vardığı mutabakat Merkel açısından şimdiye kadar alternatifsizdi. Avrupa’dan her ses yükseldiğinde Türk dışişlerinden yapılan mülteci anlaşmasının feshi tehditlerine bu sebeple uzun süredir sessiz kalınmıştı. Türkiye’nin karşılığında alacağı vize muafiyetiyle ilgili takvim de, istenen 72 kriterden 65’inin yerine getirilmemesi sebebiyle, sürekli erteleniyordu. Ancak artık Avrupalı siyasetçilerden gelen yüksek tondaki eleştiriler, Türkiye’nin ‘mülteci kozunun’ ömrünün iyiden iyiye kısaldığını gösteriyor.
Nitekim, Avusturya Savunma Bakanı Hans Peter Doskozil yaptığı açıklamayla, bunun işaretlerini verdi. Bakan Doskozil, “Türkiye ile AB arasındaki anlaşmanın AB kendi sınırlarını etkin bir şekilde korumaya başlayarak mülteci akınını durduracak hale gelene kadar geçici bir çözüm olduğunu hep dile getirdim” sözlerini kullandı. Türkiye ile yürütülen müzakerelerin durdurulmasını güçlü şekilde dile getiren ülkelerin başında yer alan Avusturya’nın Savunma Bakanı Doskozil, Türkiye’deki son gelişmelere ilişkin olarak da “Türkiye diktatörlük olma yolunda ilerliyor” ifadesini kullanarak, “tehdit edilmeye daha fazla göz yummayacağız” dedi.
Avrupa mülteci akınına karşı kendi içinde bazı önlemler almaya çalışıyor. AB üyesi ülkeler arasındaki serbest dolaşımı öngören Schengen Anlaşması’na rağmen Avusturya, Macaristan, Almanya, Fransa, Danimarka ve İsveç sınır kontrolü uygulaması başlattı. Bazı ülkeler Türkiye ile yapılan mülteci anlaşmasına güvenerek sınır kontrolü uygulamasını yavaşlatırken, İsveç gibi ülkeler hâlen bu uygulamayı sürdürüyor. Bu ülkelerdeki merkez siyasî partiler, göçmen meselesinden ötürü daha fazla oy kaybetmek istemiyor. Öte yandan Erdoğan’ın şantajına boyun eğmekle, dağılan imajlarını toparlamaları da mümkün görünmüyor.
Elbette bu siyasî hamleler ve pazarlıklar en çok mültecileri yaralıyor. Her ne pahasına olursa olsun Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler, sığındıkları Ortadoğu ülkelerindeki otoriter yönetimlerin altında ‘insanca yaşayamadıklarını’ her fırsatta dile getiriyorlar. Avrupa’da ise göçmenlere yönelik öfkenin giderek artması, onları kararsız bırakıyor.