Bundan bir yıl önce Diyarbakır’daki Dört Ayaklı Minare önünde basın açıklaması yaparken vurularak hayatını kaybeden, ölümü üzerindeki sır perdesi hala aydınlatılmayan eski Diyarbakır Barosu başkanı Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi, eşinin vefatı üzerinden geçen bir yılı anlattı.
Milliyet’ten Gökçer Tahincioğlu, 28 Kasım 2015’te hayatını kaybeden Tahir Elçi’ye ayırdığı bugünkü yazısında, soruşturmanın bilhassa darbe girişiminin ardından durma noktasına geldiğini hatırlatarak, şöyle yazdı: “Yarın ölümünün yıldönümünde anılacak Elçi. Bazıları hedef gösterildiğini, teröristlikle suçlandığını, aynı insanların birkaç hafta sonra, ‘barış elçisi’ diyebildiğini anımsamak istemeyecek. Soruşturması da unutulmuş durumda ne zamandır. 15 Temmuz’dan bu yana dosyanın kapağını açmadan dosyayı yeni savcıya devreden savcılar, Elçi öldürüldükten 110 gün sonra keşif yapılabildiği, o keşiften sadece 1-2 gün sonra uzmanlığı olmayan bilirkişilerin, üstelik Adli Tıp’ın elindeki belgeleri bile beklemeden, ‘Ölüme neden olan atışın hangi silahtan gerçekleştiği tıbben ve fiziken bilinemez’ raporu verdiklerini anımsamak istemedikleri gibi.”
Tahincioğlu yazısında Türkan Elçi’nin Tahir Elçi’nin hayatını kaybetmesinin üzerinden geçen bir yılı nasıl değerlendirdiğine de yer verdi.Elçi, olayın üzerinden söz verildiği gibi bir soruşturma yapılmadığını hatırlatarak şunları kaydetti: “Bazen olayla alakalı haberler çıkıyor. Hepsi de gerçeklikten uzak. Bana inandırıcı gelmiyor. Sözde tanıklıklar falan, tümü kurmaca. Bu menfur cinayetin aydınlanmayacağı ilk günden belliydi desem de içimde yine de bir umut taşıdım hep. Çünkü olayın gerçekleşme anına kadar biz toplumca umutlarımızı kaybetmemiştik. Tahir’in katledilmesi bu anlamda bir milattır.”
‘Ben Tahir’i hastalık derecesinde severdim’
Tahincioğlu’nun aktardığı Türkan Elçi’nin geçen bir yıla dair anlatımı şöyle:“Tahir ile ilgili geçen zamanın uzunluğu, kısalığı mevzusu bende her zaman bir kafa karışıklığı yarattı. Bazen dünmüş gibi geliyor. Bazen de yüzyıl geçmiş gibi her şey benden çok uzaklaşıyor. Bazen gülüşüyle yanımdaymış gibi duruyor, hatta uzansam dokunacakmışım gibi. Bazen de yüzü bulanıklaşıyor, silikleşiyor. Zihin işte, zayıf zamanlarımızda bizimle oyun oynuyor.
Bildiğim tek şey Tahir’den sonra bütün hayatımın değiştiği. Çok mütevazı, memnun olduğum, asla şikayet etmediğim bir hayatım vardı. Okula gitmek, çocuklarla ders işlemek. Öğretmenlik en sevdiğim, kendimi bulduğum bir meslekti diyebilirim. Fakat insan hayatının gidişatını değiştirecek önemli bir olayla karşılaştıktan sonra ne kadar istese de eskisi gibi olmuyor hiçbir şey.
Dört Ayaklı Minare kapanmayan bir yara. Olaydan sonra nisan ayında avukatlar haftası vesilesiyle karanfil bırakmak için gitmiştik. Ondan sonra bir daha da görmedim. Eskiden ailece oraya doğru yürürken kendimize ait hissettiğimiz bir şehrin kalbine, ruhuna doğru yürümenin sevincini yaşardık. O sevinci elimizden aldılar.
Bir toplumu yok etmenin en etkili yolu; tarihini, tarihi eserlerini yok etmektir. Tahir’i endişelendiren, harekete geçiren mevzu da asıl burada yatıyor. Bir mekâna ölüm kokusu sinmişse orayla barışmak da biraz zor. Aslında minare bize uzaktan ‘Benim suçum günahım yok’ hüznüyle bakıyor. Neticede o da korkunç bir cinayete tanıklık yaptı.Bu kâbus dolu günlerden kurtulabilmenin yollarından biri de Türkiye’de bazı insanların bu acılara tanıklık yapmış olmanın ezikliğinden kurtulmak istemesi, vicdanlarının konuşmaya başlamasıyla mümkündür…
Bazen olayla alakalı haberler çıkıyor. Hepsi de gerçeklikten uzak. Bana inandırıcı gelmiyor. Sözde tanıklıklar falan, tümü kurmaca. Bu menfur cinayetin aydınlanmayacağı ilk günden belliydi desem de içimde yine de bir umut taşıdım hep. Çünkü olayın gerçekleşme anına kadar biz toplumca umutlarımızı kaybetmemiştik.
Tahir’in katledilmesi bu anlamda bir milattır. Olayların tahmin edilemeyecek bir yöne doğru evrilmesi yönünden bir milattır diyorum. Dosya ile ilgilenildi mi, yok inanmıyorum, verilen sözler tutulsaydı bir ilerleme kaydedilecekti. Ben evimi, çocuklarımı, Tahir’i hastalık derecesinde severdim. Vasat hayatım beni mutlu kılmaya yetiyordu. Tahir’i kaybetmeden bir ay önce Tahir aynen bana şunu söyledi; ‘Türkan senden önce ölmek isterim. Sen çocuklara çok daha iyi bakarsın.’ Bunu hatırladıkça canım acıyor. Evi idare etme konusunda asla kendimi bırakmak istemedim.
Çocukların ayakta kalabilmeleri için evde devam eden bir yas havasını yaratmamaya çalıştım. Bazen bir kayıptan sonra ya duvardaki fotoğraflar bir bir indirilip gözden ırak sandıklara kapatılıyor ya da duvardaki fotoğraflar çoğaltılıyor. Tahir’in duvara asılan fotoğrafları çoğaldı. Tüm fotoğraflarda uzaktan gülüyor bize.”