Önden Giden Atlılar kitabının
yazarı Harun Tokak, Aktifhaber.com için yazdı. İşte o yazı:
ŞİMDİ VEFA ZAMANI
Ben bir köy
çocuğuyum. İlkokulu dağlar arasındaki küçük köyümüzde okudum. Bir sonbahar günü
babam ağabeyimle benim elimden tutarak İmam Hatip Okuluna yazdırmak için şehre
götürdü.
Annemi hala
toprak evimizin önünde, bir elini hafifçe bize sallarken diğer eliyle göz
pınarlarına biriken yaşları beyaz yaşmağının ucuyla silerken hatırlarım.
yıllardı… O yıllarda şehirde okumak zordu. Kurda kuşa yem olmak kolaydı. Köy
hayatından gelen çocuklar için şehirde tuzak çoktu.
derslerim iyiydi. Yıllar bir bir geride kalırken ben de lise yıllarının sonuna
yaklaşıyordum. Bütün hayalim bir gün köyüme geri dönmekti. O yıllarda bütün
hayali köyünün dağları ile sınırlı bir insandım.
giyimli, beyefendi, beş vakit namazında öğretmenlerimin yaşantıları kültür
kimliğimde kıpırdanmalara vesile oldu.
öğrencilerden daha farklı yaşantıları olan Nur talebelerini çok sevdim.
İsmail’in Minyeli Abdullah’ı, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı, Tarık
Buğra’nın Küçük Ağa’sıyla yeni ufuklara yelken açtım.
Sokağı “Birleşen Yollar” adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Feyza (Türkan
Şoray)’ın namaz sahnesi beni derinden etkiledi. Beyaz başörtüsüyle bir meleği
andıran Feyza’nın bağrında baharlar çağlıyor gibi geldi bana.
bir zamanlar Anadolu’da bir fırtına gibi esen Şule Yüksel Şenler’i İstanbul
Bahçelievler’deki evinde ziyaret ettiğimde o sahneyi sordum;
icabına benzemiyordu.” Dedim.
ağladı o sahnede. “Namazın rol icabı olanı bu kadar insana huzur verirse ya
hakiki namaz insana nasıl bir saadet verir, beni bırakma ne olur.” dedi. Ama
kopardılar onu bizden.
İsmailler, Şule Yüksel Şenler, Necib Fazıllar Anadolu’yu bir baştan bir başa
dolaşıyorlardı. İmam Hatip Okulları, Kuran Kursları, cemaatler hummalı bir
gayret içindeydiler.
İslami yeni bir
diriliş besteleri oradan buradan yükseliyordu. Ama asıl güçlü bir ses Ege
taraflarından, cami kürsülerinden, minare gölgelerinden geliyordu. O ses beni
çağırıyordu. Ama nasıl gidecektik. O yıllarda böyle bir yolculuğa muktedir
değildim. Sanırım 1973 yılıydı. Birkaç kişiden tedarik
ettiğim para ile bir Cuma Sabahı Edremit’e gitmek üzere iki arkadaş yola
çıktık. Mahkeme Camii’nin avlusundaki şadırvandan abdestimizi alıp mütevazı
mabede girdiğimizde kürsüdeki hatiple göz göze geldik. İfk hadisesini, Hazreti
Aişe Annemize atılan iftirayı anlatıyordu.
geçti aradan fakat öylesine aşkla yaşandı ki her şey, bu yüzden öyle berrak ve
dün gibi gözümün önünde.
efsane fark etmez, Arşimet nasıl madde âlemindeki o büyük keşfinden sonra bir
deli gibi çırılçıplak koşarak insanlığın kaderini değiştirecek bir gerçeğe
uyanmağa çağırmışsa; O da mânâ âleminde gördüğü hakikate, bütün benliğini hiçe
sayarak gözyaşları içinde çırpınarak çağırıyordu bizi. İnsanlığın kaderini
değiştirecek bir hakikate koşmaya çağrıydı bu. “Gördüğümü görmekle uğraşıp
ateşlerde yanarak zaman kaybetmeyin, ben yandım, hepiniz adına yandım, siz
koşun!” diyordu.
Yıllarca
kürsülerde ateşten bir gömlek içinde gözyaşları döken bu adam;
ataerkil saltanatın, kılıcın kutsandığı, erkekliğin hâlâ neredeyse zulüm ve
katı kalplilikle bir görüldüğü, geçmişin hüsranıyla tahammülsüzleşmiş, himmeti
unutmaya yüz tutmuş bir ülkenin kürsülerinde ağlıyordu. Durmadan ağlıyordu. Biz
onu gören, dinleyen yarı yaralı, yarı yarıya hayatın kenarında doğmuş çoğunluk
şaşkındık. Erkek ağlamazdı da bu hepimizden daha mert ve cesur adam neden
ağlıyordu? Dinmek bilmeyen bu gözyaşları nasıl ateşin bir ruhtan fışkırıyordu?
Derin ela gözleri neler görüyordu? Ruhunda hiç dinmeyen nasıl bir ateş
yanıyordu da böyle bir âlemde yakasını yırtarak, göğsünü parçalayarak kendini
teşhir ediyordu.
“Niye?” Diyordu.
“Sizin ne eksiğiniz var kahramanlardan, haydi davranın, iki el bir
baş içindir.”
coşup taşan adam onlardandı, Allah’ın yolunun delisi olanlardan… Bu sır
değildi; sır, bundan sonra olacaklardı. “Velilik de nedir.” Diyordu. Geçin
onları, bize O’nun yolunda deli lazım. Allah’ın yolunun delilerini arıyorum.
Sır, her insanın yapıp ettiklerinde açılırdı.
Batı’ya, Kuzey’den Güney’e ne yöne dönersen dön, insandan ve gönüller yapmaktan
geçen bir tezyin istiyor o sonsuz boşluk. Kendi içine bak göreceksin, onun nefesinde
var olduğunu ve ona doğru koş, acele et, zaman dar, iş çok, yoldaş az. Kendi
acılarını, sıkıntılarını, kusurlarını, emellerini at O’nun boşluğuna… Daha
olacağım/olgunlaşacağım diye kendini kandırarak nefsini süslemekle zaman
kaybetme. Bu dünyada vefa yok, ölümden dönen yok, ölmeden öl… Tehdide pabuç
bırakma, kendi ayaklarınla gir ateşe, seni atacakları ateş kalmasın, sen yan!”
Böyle diyordu
bize.
çocukların gözleri gibi hayretten iri iri açıldı.
camide ağlıyordum. Hem de hıçkıra hıçkıra… Ama ağlayan sadece ben değildim,
koca koca profesörler, hâkimler çocuklar gibi ağlıyordu.
vardı… Bu ateşten hemen yanmayan kaçabilirdi, bir an evvel daldırıyordu her
eline geçirdiğini ateşten göle ve açılıyordu gözlerimiz; kendimize rağmen.
bakarken o günleri günün saltanatlı saatlerine, fecirlere benzetiyorum. Nereden
geldiğini bilmediğiniz ama hissettiğiniz bir geleceğin, kader olan bir
geleceğin, bir talihin acılarla, yaralarla, dikenlerle yürünen saltanatlı
yoluna. Çoğu zaman endişe verici olsa da yalnız yürümediğimizi bilmenin, dahası
kendi adınıza yürümediğinizi bilmenin tesellisi oldu hep.
böyle başlamıştı geçmişi kadar geleceği de uzun yürüyüş…
hatipler dinlemiştim ama bu ses başkaydı…
hayallerim, düşlerim, sevdalarım değişti.
Bölgesi Camilerinde dinlemeye başladığım Fethullah Gülen Hocafendi’nin
kürsülerden kükreyişini, inleyişini, ağlayışını, ıstırabını, yeni bir neslin
dirilişi için cami cemaatine yalvarışını gözlerimle gördüm. Coşkun akan pınara
ulaşıp da göz göze geldiğimizde, bahar görmüş bir dal gibi damarlarıma can
yürüdüğünü hissettim. Onun bakışlarında bütün bir
insanlığa yetecek aşkı ve sevgiyi gördüm. Yaşamak değil yaşatmak idealiydi
onunkisi. Onun için o günleri bir ömre bedel bilirim.
köyünün dağları ile sınırlı bir köy çocuğu idim. O gün Hocaefendi şöyle
sesleniyordu;
ummanlar gibi olun kalmasın dünyada mahzun bir gönül.”
davasına, insanlığa vefalı olmaya çağırıyordu.
“Vefa, dost
ikliminde yetişen güllerdendir.” Diyordu. “Evet, üzerlerine aldıkları
mükellefiyetleri, iki adım öteye götürmeden vefasızlık edip bir kenara
çekilenler, zillet ve hakaret damgasını yiyerek aşağıların aşağısına itildiler.
Mukaddes yük ve yolculuğa çeyrek gün bile tahammül gösteremeyip yan çizenler
ise o gün bugün doğru yolu kaybetmiş sapıklar gürûhu hâline geldiler.
Nihayet dönüp
dolaşıp mukaddes çile nöbeti bize gelince, en sağlam vefa yeminleriyle yürüyüp
bu koca mesuliyetin altına girdik.
heyecanlı, azimli ve kararlı idik.
Beklenmedik bir dev önümüzü kesti… Bozduk ettiğimiz bütün o yeminleri. Ve
sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ
gibi gitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar güneşler peşi peşine batarken,
ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; “petekler söndü,
ballar kalmadı.”
delicesine vefalı bir talebe hikâyesini de o günlerde ondan dinlemiştim.
talebe yetiştiriyor. Talebeler, bir zaman sonra ufakları açılınca bakıyorlar
ki; Ahiret âlemine ait sicil defterinde efendi hazretlerini cehennemlikler
arasında görüyorlar. Yavaş yavaş ayrılıyorlar onun yanından, birer birer
gidiyorlar. Vefa bahçesinin tek bir gülü kalıyor. “Dine muhalif bir
yanı var mı üstadın?” diye düşünüyor; kılı kırk yararcasına
dini yaşayan, bu zatta dine ters hiçbir şey görmüyor. Herkes gitse de o kalıyor
hocasının yanında.
diyor ki…
neden gitti, sen neden kaldın?”
Sorusunda ısrar
edince vefalı talebe cevaplıyor. “Efendim, onların kalb gözleri açılınca
sizin durumunuzu gördüler ve yanınızdan ayrılmayı uygun buldular. Bana gelince,
gözüm sizde hakikate açıldı. Size vefasızlık edemezdim.”
diyor.
diyor Hak dostu. “Ben o yazıyı kırk senedir öyle görüyorum, gidecek başka kapı
yok ki…” diyor. Bu sözünden sonra ilahi levhalarda değişiklik oluyor,
“cehennemlik” yazısı silinip yerine “cennetlik” yazılıyor.
menkıbeyi de ilkin gözyaşları içinde ondan dinlemiştim.
istidatların kalb gözünün açılmasına vesile olan, dünyayı yeni bir değişime
hazırlayan Hocafendi’nin, davaya vefa çağrıları ile diriliş türküleri küresel
bir besteye dönüşmüş ve ufuklar birbirine sevgiyle seslenmeye başlamıştı.
asrımızın bu büyük bilgesi ve onun etrafında hâlelenmiş fedakâr ruhlar, içte ve
dışta iftira ile durdurulmaya ve çökertilmeye çalışılıyor.
Gözünü bu
hizmetlerde açmış ve şimdilerde 60 yaşını geçmiş, saçları ağarmış bir insan
olarak ben şahitlik ediyorum ki, Önden Giden Atlılar dediğimiz bu fedakâr
ruhlar, bir yere ‘varma’nın değil, ‘yolda’ olmanın ve o yolda ölmenin
sevdasındadır.
Birilerinin
çürümüş kalpleri ve felç olmuş beyinleriyle habire ısıttığı ‘devleti ele
geçirme, şuraya buraya sızma’ safsatası, onların rüyalarının yanında ne kadar
gülünç kalıyor! Devleti ele geçirme sevdasında olan bir insan onca gücünü
dünyanın orasına dört bir yanına dağıtır mı?
büyük insana şöyle bir soru yöneltiyor:
nasıl anılmak istersiniz?”
yakıcıdır.
“Size garip gelebilir, ama ben hatırlanmak değil, unutulmak
isterim. Mezarım hiç bilinmesin, yapayalnız öleyim, o kadar ki insanlar
öldüğümü bile fark etmesin, hatta bir cenazem olmasın. Ben kimse beni
hatırlamasın isterim.”
hayali köyünün dağları ile sınırlı milyonlarca insanın ufkunu dünyaya açan,
bunca güzelliklere vesile olan, dünyanın 160 ülkesinde bayrağımızı
dalgalandıran bir insanın bu cevabı ne kadar ibret verici değil mi?
tercih etse de O’nun neslimize ve insanlığa yaptığı hizmetler asla
unutulmayacak.
ama çiçek çiğnemeyen Önden Giden Atlılar, bir gün
“Leylaları” olan ülkelerine özgürce geri döndükleri gün büyük Türkiye rüyası
tamam olacak.
Bin kez budadılar
körpe dallarımızı,
bin kez kırdılar.
Yine çiçekteyiz
işte yine meyvedeyiz.
Bitmedi daha
sürüyor o kavga ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü
oluncaya dek!”
HARUN TOKAK
Aktifhaber.com