İmam-Hatip son sınıflarda iken 1967-1968 yıllarında İzmir Buca Cezaevinde Cuma günleri vaaz eder, akşamları teravih namazı kıldırırdım… Orası hapishane olduğu için Bediüzzaman Hazretlerinin Denizli Hapishanesi’nde yazdığı Meyve Risalesinden konular hazırlardım. Üstad Hazretleri hapishaneye Medrese-i Yusufiye dediği için, Yusuf Suresi’ni de anlatmak istedim.
Bir Cuma vaazından sonra yanıma bir mahkum geldi, bir hoca tavrıyla “Vallâhü ğâlibün alâ emrihî velâkinne eksera’nnâsi lâ ya’lemûn” (12/21) Yani “Allah Teâlâ, iradesini yerine getirmekte her zaman mutlak ğâliptir.” Âyetini ele alarak şöyle bir soru sordu: “Ğalibün’ ism-i fâildir, onun yeri muzârî fiil ile ‘yağlibü’ kelimesi de aynı mânâyı ifade ederdi, niye bir isim kelime kullanılmış da fiil kullanılmamış?” dedi.
Biz, Kestanepazarı’nda Hacı Ali Efendi’den Meânî okumuştuk, ayrıca o günlerde Üstad Hazretleri’nin İşârâtü’l-İ’caz tefsirini de okuyordum. Onun için, “İsim cümlesinde devam ve sübut vardır. Fiil cümlesinde hareket ve teceddüt vardır. Eğer yağlibü fiili kullanılsaydı ‘her zaman mutlak gâliptir’ mânasını tam ifade etmezdi.” dedim. Takdir etti.
Meğer bu zât Karadenizli bir hâfız ve hoca imiş. Ailevî bir davadan dolayı mahkûm olmuş. Bu günlerde üzerinde çok durulması ve çok okunması gereken bir cümle…
Bizlere bakan yönü var: Yusuf Aleyhisselam Allah’ın fazlına ve lütfuna mazhar, muhlis ve muhlas bir peygamber. Maalesef, hasede uğramış, hem de kardeşleri tarafından kuyuya atılıyor, çıkarılıp kervanlara satılıyor, memleketinden uzaklaştırılıp bir köle olarak, Mısır’ın köle pazarında satışa çıkarılıp satılıyor. Bütün bunlar kötü… Vicdanı kanatıyor. Ama kader de örgülerini durmadan hayır ve güzellik yönünde örüyor. Bütün bu olup bitenlerden sonra Kur’an-ı Kerim şöyle bir değerlendirme yapıyor:
“Nihayet Mısır’a varınca, Yusuf’u düşük bir fiyata, birkaç paraya sattılar. Zaten ona pek kıymet biçmiyorlardı. Mısır’da Yusuf’u satın alan vezir, hanımına ‘Ona güzel bak!’ dedi. Belki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz!’ Böylece Yusuf’un o ülkede yerini sağlamlaştırdık, ona imkân verdik ve bu cümleden olarak, ona rüyaların yorumunu öğrettik. Allah Teâlâ iradesini yerine getirmekte her zaman mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf Suresi, 12/21)
Yani zâhiren Yusuf’u insanlar alıp götürdü ve sattı. Amma gerçekte Cenab-ı Hak, insan eliyle Yusuf’u getirip Mısır’ın Mâliye Bakanı’nın evine yerleştirdi.
Bu süreçte de zulüm ambalajlarının altında da işte böyle temkin ve itibarlı yerleştirmeler var.
Üstad Hazretleri, bâtılın, hak üzerine musallat edilmesinin hikmetini anlatırken dördüncü maddede “Bir hak, bil kuvve (potansiyel olarak) kalmış veya kuvvetsiz kalmış veya mahlut hem mahşuştur. Ona taze bir kuvvet vermek lazım gelmiştir. Muvakkaten bâtıl ona musallat edilir.” diyor. 1925’lerde, dünyayı aydınlatacak eserler yazma potansiyelinde olan Üstadın, dört-beş talebesiyle Erek Dağına çekilip çok güzel ilmî sohbetler yaptığını biliyoruz. Vefat tarihi 1960’a kadar Üstad, Erek Dağında böylece kalsaydı, insanlığa oradan hiçbir bilgi mirası kalmayacaktı. Konuştuklarını yazan, hiç olmazsa ufak-tefek not tutan tek bir kimse yoktu. Zaten orada mahalli dili kullanıyorlardı. Ama zulmen Ramazan günü, karda, kışta yayan olarak oradan sürülüyor. Dolaştırıla dolaştırıla Burdur’a getiriliyor. Orada Türkçe “NURUN İLK KAPISI” kitabını yazıyor. Oradan da Barla’ya sürülüyor, orada Sözler, Mektubat ve Lem’alar gibi hârika şaheserleri yazıyor…
Bu süreçte de milyarlar sarfedilseydi asla başaramayacağımız bir tanıtım ve ilanat ile Hizmet, cihana tanıtıldı.
Senelerdir, yüz akımız muhlis ve muhlas öğretmenlerimiz gibi, her Hizmet erinin hamallığı bile göze alıp dünyaya dağılmaları tavsiye ediliyordu ama bu tavsiyenin hikmetini tam anlamıyorduk. Ama bu süreçte zâlimler eliyle bu operasyon başlatılmış oldu.
Seneler önce Amerika’ya gelmiş bir mütevelli Ağabeyi ziyaret etmiştim. Dedi ki: “Buraya ilk geldiğimde her şey bana yabancı geldi. Sanki kuşlar ve ağaçlar bile… Türkiye’de nereye gitsem, yazılar, konuşmalar, varlıklar herşey dost görünürdü. Ama burada her şey farklı ve yabancı!. Kendi kendime ‘Ben buraya neden geldim ki?’ diyerek sorgulamaya başladım. Bir müddet sonra baktım ki, Çinliler, Koreliler, Japonlar, Hindistanlılar, Pakistanlılar, Hispanik, Portarik herkes burada.
Sadece biz geç kalmışız. San Francisco’da, Los Angeles’ta Silikon Vadisi’nde, Şah döneminden gelen İranlılar bile yüklerini tutmuşlar. Sadece bir şirketin bütçesi Türkiye Bütçesinin iki katı… Buraya gelen Ermeniler, Rumlar bile çok zengin ve itibar sahibi olmuşlar. Ama bizden ciddi bir geliş olmamış…”
Sadece biz geç kalmışız. San Francisco’da, Los Angeles’ta Silikon Vadisi’nde, Şah döneminden gelen İranlılar bile yüklerini tutmuşlar. Sadece bir şirketin bütçesi Türkiye Bütçesinin iki katı… Buraya gelen Ermeniler, Rumlar bile çok zengin ve itibar sahibi olmuşlar. Ama bizden ciddi bir geliş olmamış…”
Sadece Amerika mı? Dünyanın her tarafında hâlâ çok azız… İşimize bakalım. Müşteriler bekliyor.