FEHMİ KORU:
“Fitch’in, Moody’s’in veya S&P’nin
ne dediğine bakılmadan, yatırımcının zenginliğini paylaşmaya koştuğu bir
ülkeydik”
Kredi derecelendirme
kurumu Fitch, Türkiye’nin ‘BBB-’ ile yatırım yapılabilir
seviyede olan kredi notunu, gece geç saatlerde, ‘BB+’ ile
spekülatif seviyeye indirdi.Fitch’in kararı öncesinde, diğer bir kredi
derecelendirme kurumu olan Standard&Poor’s’un (S&P), Türkiye’nin
görünümünü yeniden negatife indiren kararı açıklanmıştı.Ekonomimiz, bu
uluslararası kurumların dünyaya duyurdukları kanaate göre, ‘yatırım
yapılamaz’ duruma düştü.
Üst akıl kumpası
“Üst
akıl yine devrede” diyebilir, Fitch ile S&P’yi –hatta
aynı çizgide duran Moody’s’i de bu ikiliye ekleyerek hepsini birden– “Türkiye’yi
dize getirmek isteyen uluslararası kumpasın birer parçası” olarak
suçlayabiliriz… Nitekim bunları söyleyecek ve yazacaklar çıkacaktır.Hep
unutuluyor: Fitch ve S&P’nin, üstelik ciddi rakamlar da
ödeyerek, “Bizi derecelendir” diye kapısını çalan biziz; Türkiye’dir.Gerçek
değişmiyor: Türkiye yabancı sermayenin uzak duracağı, daha önce gelmiş ve hâlâ
kalmakta ısrar eden yabancıların gözlerinin kapıya kayacağı bir ekonomi
görüntüsünde…Kimsenin sevinemeyeceği bir durum bu. Bu kurumların duyuruları
sonrasına yansıyacak gelişmeler, zengin-fakir ayırımı olmaksızın, hepimizi
etkileyecektir.Türkiye 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak dünya
ekonomisinin parçasına dönüştü. O yıllara kadar yılda birkaç milyar doları
geçmeyen ihracatımız, o sayede, bugünkü 150 milyar dolar seviyesine ulaştı.
Kalabalık ve çalışkan nüfusuyla Türkiye, dünyanın en büyük ekonomileri arasında
yerini aldı. İnişli-çıkışlı ilişkilerimize rağmen, şimdilerde ülkemiz
için ‘yatırım yapılamaz’ notu veren kurumların da yardımıyla…
Ne yapacağız? Karalar mı bağlayacağız?
Ülkemizde bugün
ekonominin kırılganlığını sağlıklı biçimde tartışmayı mümkün kılacak bir ortam
yok. Sorunların sürekli etrafında dolaşılıyor ve sıkıntıların temel sebepleri
üzerinde durmak yerine teselli edici sözler sarf ediliyor.Bu da, doğal olarak,
sıkıntıları daha kemikleştirdiği gibi, çözümleri de zorlaştırıyor.“Faiz bindir
– faiz indir” ikilemi arasında paramızı pula döndüren yine bizleriz.
Ekonomi de siyasetin uzantısıdır
Ekonomide alınacak
kararlar.. tek başlarına.. ekonomik sorunları çözemeyecek durumda bugün.Gerçek
şu: Ekonomi siyasetin etkisinde; siyasi iyileştirmelere gidilmeden ekonomiye
yeniden nefes aldırabilmek zor.Türkiye’nin, bugün itibariyle, önünde iki yol
bulunuyor:İlki, AK Parti’nin 2002 değerleri istikametinde, günün şartlarına
uygun bir yenilenmeye de kendisini tâbi tutarak, büyük bir hamle başlatmasıdır.“Daha
fazla demokrasi, daha fazla özgürlük” genel başlığı altına girebilecek
değerler skalası, ülkeyi kaderi gibi görülen OHAL’den kurtarmış, vaktiyle
onların ikinci adresi haline dönüştürülmüş cezaevlerini yazarlar ve gazeteciler
için uğrak yeri olmaktan çıkarmıştı…Kimsenin kimliğinden feragat etmesi
gerekmeyen, açık görüş ve tartışma mekânı olmuştu ülkemiz.Çoktan kapılarını
yüzümüze kapatmış Avrupa Birliği (AB), uzakta tutmak ile içine almak arasındaki
maliyet hesabını yapmış ve “Gelin, sizi üye yapacağız” demek zorunda
kalmıştı.Bunlar sayesinde, daha önce hülyası bile kurulamayan reformlar
gerçekleştirilebilmişti.Terör örgütleri bulunan, ancak terör eylemlerine sahne
olmayan bir ülkeydik.Dost ve düşmanın hayretle baktığı, dostun takdir ettiği,
düşmanın eskisi kadar düşmanlık yapamadığı bir ülkeye dönüşmüştük.‘Arap
baharı’nın esin kaynağıydık.Ekonomimiz de, bu güzellikler eşliğinde, şaha
kalkmıştı; bugünlerde açılışı yapılan veya yenilerine cesaret edilen büyük
projeler o günlerin eseridir. Uzaydan gelenler
başarmamıştı bunu; ne oldu ve ne yapıldıysa, Tayyip Erdoğan’ın başbakanı
olduğu hükümetin dirayeti ve AK Partili kadroların gayretleriyle
gerçekleşmişti.ABD ve Avrupa’nın öndegelen gazeteleri, TV kanalları ülkeyi ve yöneticilerini
öve öve bitiremiyor.. dergileri fotoğraflarını kapaklarına taşıyor..
Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar hangi ülkenin “Gel, bizi ziyaret
et” davetine “Evet” diyeceklerini şaşırıyorlardı.Fitch’in, Moody’s’in
veya S&P’nin ne dediğine bile bakılmadan, yatırımcının zenginliğini
paylaşmaya koştuğu bir ülkeydik.Yine öyle olabiliriz. Yine öyle olmalıyız.Türkiye’nin
önündeki birinci yol bu: 2002’inin fabrika ayarlarına dönmek…
İran veya Venezüela da olabiliriz
İkinci yol ise,
yakın-uzak komşulara aldırmaksızın kendi içine kapanmak ve üretebildiği
kadarıyla yetinmektir. Kıt olan kaynaklarını israf etmeden sınırlı yatırımlara
yönelterek ‘içine kapalı bir ülke ekonomisi’ ile varlığını
sürdürebilen başkaları gibi…Ancak öyle ülkelerin bunu yapmalarına kısmen izin
veren doğal kaynakları bulunuyor.İran öyle bir ülke, kendi çapında başarılı da
sayılabilir.Venezüela da öyle bir ülke; ama petrolü olmasına rağmen başarısız…Bazılarımızın ‘Asr-ı
Saadet’ gözüyle baktığı ‘çok-partili hayat öncesi Türkiye’ de öyleydi.Öyleydi,
ama akıllı yöneticiler, başarının öyle olmamaktan
geçtiğini görebildikleri için, ülkeyi kısmen de olsa dünyaya
açma kararı alabilmişlerdi.Şimdilerde sanki ikinci türden bir ülke olma tercihi
yapılmış hissini veren gelişmeler yaşanıyor..Naçizane.. “Bir daha
düşünelim” demekle yetiniyorum.