[Veysel Ayhan/tr724.com]
Nifak ve zulmün cenderesinde velayet yollarını kat eden on binler var.
Hem de dikey olarak. İşte o insanlardan ikisinin mektubu. Biri dışarıda
bir Anadolu kadını olarak iki küçük çocuğuyla zulme yiğitçe direnen
‘Haticecik’; diğeri içeride Medrese-i Yusufiye’de arşiyesini tamamlayan
bir ‘Yûsufcuk’.
İşte onların mektupları:
‘KİMSEYİ ARAYAMADIM, SADECE AĞLADIM’
“Eşimi almaya gelen polisler çok ukala tavırlar sergilediler. Eşimi
aşağı kapıya kadar uğurladım. Götürülürken polisler bana: ‘Niye aşağıya
kadar yolculuyorsun? Suçu yoksa geri gelir’ dedi. Polise: ‘Ben eşimi hep
kapılara kadar uğurladım. Ona hep hürmet ettim. Hürmetim size değil.
Siz böyle tavır göremezsiniz çünkü layık değilsiniz’ dedim ve el
sallayarak uğurladım eşimi.Beş ay oldu eşim gideli. O gitmez, o bizden geçmez; götürüleli… Olsun
ben iki çocuğumla dimdik ayaktayım. Kızım babasız uyumayı, oğlum
kardeşini sahiplenme duygusunu, ben maddi hiçbir şeyin önemi olmadığını
öğrendim.
Gurbetteydim. O gurbeti iliklerime kadar hissettim. Kimseyi arayamadım. Sadece ağladım.
İş yerinde telefon, zımba bile kullanmayan eşim terörist muamelesi görmüştü.
Olsun… Allah onu sevmiş; sevdiği için terbiye edecekti. Silkelendim, toparlandım.
Eşimi ilk ziyarete gittiğimde, cezaevinde anneler eşler herkes
ağlıyordu. Tek tek dolaştım aralarında. ‘Ağlamayın. Onlar iyi… Allah
onları sevdiğinden burada istihdam ediyor; zayi etmez. Onlar iyidir;
ağlarsanız yıkılırlar’ dedim. İnanamıyordum kendime.
Çocuğum düştü diye ortalığı ayağa kaldıran ben büyümüştüm. Şimdi
benim durumumda olan tanımadığım insanlara bile aynı şeyi söylüyorum.
Biz ağlar kederlenirsek, omuzlarımız düşerse; acizlenir isyan edersek,
zalim o zaman zulüm etmiş olur. Dua etmeyi öğrenmek lazım mı. Zor çok
zor…
Etrafında herkesin sana bakışlarıyla bir şeyler söylemesi… O bakışları okumak…
Kimi acıyor ‘Yazık oldu onunla evlenmeseydi böyle olmazdı’ diyor.
Kimi ‘Suçu olmasa bırakılırdı’ diyor. Kimi ‘Olan çocuklara oluyor’
diyor.
Ben yine dimdik duruyorum. Bir an bile eşimle evlendiğime pişman
olmadım. Olur muyum? Yusuf yürekli yiğit nasip olmuş bana. Çocuklarım
zorda değil. Özlemek ne güzeldir. Bir babayı özlemek her evlada nasip
olmaz. Onların yanında Allah var. Dört aydır ben onlara abur cubur
almıyorum. Çünkü erzağımız bitmiyor. Krakerlerine bile bereket veren
Rabbleri var. Allah’ın bana nasip ettiklerini haketmiyorum. Acizim
günahlarım var. Eşimin ibadetleri oruçları hatimleri bizi bereketli
nasipli kıldı.
Dışarıya pasta yapıp satıyorum. Aldığım 2 kilo un hiç bitmedi. Kaç
tepsi kaç çeşit yaptım. Cebimde param hiç bitmedi. Sevinçten ağladım
bunları yasarken. Şimdi de yazarken.
Ama bir an bir an bile isyan etmedim. Niye biz demedim. Demem. Allah o
hale getirmesin. Herkes ne kadar güçlüsün diyor. Oysa ben güçlü
değildim. Herkes beni evhamımla zayıflığımla bilirdi. İmtihanı veren
Allah kalbe serinliğini de veriyor. O, en güzel Vekil.
Yaşadığım bir hadiseyle bitireyim. Çok uzattım, hakkınızı helal edin.
Dolmuşum konuşacak kimse olmayınca. Akşamları dua saati yapıyoruz altı
yaşında oğlum ve üç yaşında kızımla. Eşim ve onun durumunda olanlara
sekine, tefriciye… Fetih gibi bazı sureler okuyorum; onlar dinliyor.
Kızım ayağımda tam uyuyacaktı; gözlerini açıyor kapıyor, benim sağ
tarafıma dikiyor gözlerini. Anlam veremedim. Dalmaya çalışıyor diye
düşündüm. Sonra dedi ki ‘Anne bak o da seninle okuyor’. Kimse yoktu
bizden başka ama varmış demek ki.
‘Hoş gelmiş annem… Kim geldiyse sizin hatırınıza gelmiştir’ diyebildim.
Oğlum babasının durumunu biliyor, saklamadım. Çocuklar öyle altından
kristalden değil. Bu onların da imtihanı. ‘Avukat olup bir gün bunu
babama bunları yapanlara hesap sorucam’ diyor. Çok mutlu oluyorum.”
MEDRESE-İ YUSUFİYE’DE 50.GÜN
“…Bu gece, medrese-i Yusufiye’ye gireli 50. günümüz oldu. Nasipte
size cezaevinden mektup yazmak varmış! Yazı yazmayı çok beceremediğimden
50 gündür kâğıt ile kalem bana bakıyor ben de onlara bakıyorum.
Alamadım elime, başlayamadım kelimeleri kâğıda dökmeye ama bu sabah
tesbihat yaparken her biriniz ayrı ayrı gözümün önüne geldiniz!
Görüşemiyoruz belki aramıza mesafeler giriyor ama dualarda buluşmanın huzurunu yaşıyoruz bu gârip yerlerde!
Çok güzel günler geçiriyoruz burada. Kardeşlik, uhuvvet, Allah’a iman
ve itimat… Zaten bu duygular olmazsa çok zorlanırdık bu demir
parmaklıkların ardında. Aile özlemi, eş ve çocuk hasreti bazen bir
yumruk gibi oturuyor göğsümüze. Ama değil mi ki hepsi Allah için. Feda
olsun. Rabbim inşallah ebedisini verir.
Burada içinde bulunduğumuz bu güzelliklerin değerini iliklerimize kadar hissediyoruz.
Küçük bir dünyamız var. Adı C -28.
İki katlı, bahçeli, müstakil. Bizden başka giren çıkan yok.
Bahçemiz var ama bir çiçeğimiz yok, bir yeşil yok. İnsan burada bunlara hasretlik duyuyor.
Tahmini on metreye beş metre bir bahçe. Yüksek duvarlarla çevrili ve o
yüksek duvarların üstünde teller. Bir gökyüzü var bakıp rahatladığımız
ama oraya da başımızı kaldırdığımızda gözümüze teller ilişiyor.
O yüzden benim başımı kaldırıp gökyüzüne bile bakasım gelmiyor.
Bahçemizin bir köşesinde tüm betonlara inat o taşların arasından bir ot
çıkmış o otu seyretmek doyumsuz geliyor bana.
Bir de çatıda bir baykuşumuz var ne zaman tesbihata başlasak o da
başlıyor ötmeye. Diyeceksiniz ki şimdi ottan baykuştan niye
bahsediyorsun!
Dedim ya bizim burda küçük bir dünyamız var. Bazen Üstad Hazretleri geliyor aklıma.
Onun o tek sepetlik dünyası. İşte bizim de burada tek sepetlik bir dünyamız var.
İlk geldiğimiz günlerde mutfak eşyalarımız yoktu. Çorba geliyordu.
Yemekte kaşığımız olmadığı için ya ekmek banarak içtik ya da plastik
şişeleri bir tane kaşık kenarıyla kesip bardak yaptık o şekilde içtik.
Neden kaşık kenarı derseniz. Burada bıçak yok. Tüm kesme işlemlerini
kaşık kenarı ile yapıyoruz. Artık hepimizin bir bardak, bir çatal ve bir
kaşığı var. Çok zenginiz Elhamdulillah.
Burada sabah hayatımız erkenden başlıyor. 04.30 gibi kalkıyoruz.
Teheccüd, dua, sabah namazı, tesbihat derken 06.00’a kadar devam ediyor.
Sabah 8’deki sayıma kadar serbest. 8.30’da kahvaltı ve sonra herkes
okuyacaklarını okuyor, sohbet ediyoruz. Zaman o kadar güzel ve hızlı
geçiyor ki bilemezsiniz.
Tabi her birimiz burada duygu yoğunlukları da yaşıyoruz kâh gülüyoruz kâh ağlıyoruz!
Ancak bu gözyaşları sevinçten, mutluluktan biraz da özlemden…
Ama yalnız değiliz. Kimler gelmiyor ki ziyaretimize. Bizde sır olarak
kalsın. Rüyalarımız sır, yakazalarımız sır, gözümüz açık gördüklerimiz
sır… Emin olun biz yalnız değiliz.
Siz kendi sıkıntılarınıza üzülün bize değil. Söyleyip aklını ve
imanını dünyaya kaptırmış zavallılara malzeme vermeyeyim. Görmek için
tüm hayat ve varlığımı feda edeceklerimi Allah burada hepsinin birden
nasip etti.
Daha ne diyeyim!”
[Veysel Ayhan/tr724.com]
Nifak ve zulmün cenderesinde velayet yollarını kat eden on binler var.
Hem de dikey olarak. İşte o insanlardan ikisinin mektubu. Biri dışarıda
bir Anadolu kadını olarak iki küçük çocuğuyla zulme yiğitçe direnen
‘Haticecik’; diğeri içeride Medrese-i Yusufiye’de arşiyesini tamamlayan
bir ‘Yûsufcuk’.
İşte onların mektupları:
‘KİMSEYİ ARAYAMADIM, SADECE AĞLADIM’
“Eşimi almaya gelen polisler çok ukala tavırlar sergilediler. Eşimi
aşağı kapıya kadar uğurladım. Götürülürken polisler bana: ‘Niye aşağıya
kadar yolculuyorsun? Suçu yoksa geri gelir’ dedi. Polise: ‘Ben eşimi hep
kapılara kadar uğurladım. Ona hep hürmet ettim. Hürmetim size değil.
Siz böyle tavır göremezsiniz çünkü layık değilsiniz’ dedim ve el
sallayarak uğurladım eşimi.Beş ay oldu eşim gideli. O gitmez, o bizden geçmez; götürüleli… Olsun
ben iki çocuğumla dimdik ayaktayım. Kızım babasız uyumayı, oğlum
kardeşini sahiplenme duygusunu, ben maddi hiçbir şeyin önemi olmadığını
öğrendim.
Gurbetteydim. O gurbeti iliklerime kadar hissettim. Kimseyi arayamadım. Sadece ağladım.
İş yerinde telefon, zımba bile kullanmayan eşim terörist muamelesi görmüştü.
Olsun… Allah onu sevmiş; sevdiği için terbiye edecekti. Silkelendim, toparlandım.
Eşimi ilk ziyarete gittiğimde, cezaevinde anneler eşler herkes
ağlıyordu. Tek tek dolaştım aralarında. ‘Ağlamayın. Onlar iyi… Allah
onları sevdiğinden burada istihdam ediyor; zayi etmez. Onlar iyidir;
ağlarsanız yıkılırlar’ dedim. İnanamıyordum kendime.
Çocuğum düştü diye ortalığı ayağa kaldıran ben büyümüştüm. Şimdi
benim durumumda olan tanımadığım insanlara bile aynı şeyi söylüyorum.
Biz ağlar kederlenirsek, omuzlarımız düşerse; acizlenir isyan edersek,
zalim o zaman zulüm etmiş olur. Dua etmeyi öğrenmek lazım mı. Zor çok
zor…
Etrafında herkesin sana bakışlarıyla bir şeyler söylemesi… O bakışları okumak…
Kimi acıyor ‘Yazık oldu onunla evlenmeseydi böyle olmazdı’ diyor.
Kimi ‘Suçu olmasa bırakılırdı’ diyor. Kimi ‘Olan çocuklara oluyor’
diyor.
Ben yine dimdik duruyorum. Bir an bile eşimle evlendiğime pişman
olmadım. Olur muyum? Yusuf yürekli yiğit nasip olmuş bana. Çocuklarım
zorda değil. Özlemek ne güzeldir. Bir babayı özlemek her evlada nasip
olmaz. Onların yanında Allah var. Dört aydır ben onlara abur cubur
almıyorum. Çünkü erzağımız bitmiyor. Krakerlerine bile bereket veren
Rabbleri var. Allah’ın bana nasip ettiklerini haketmiyorum. Acizim
günahlarım var. Eşimin ibadetleri oruçları hatimleri bizi bereketli
nasipli kıldı.
Dışarıya pasta yapıp satıyorum. Aldığım 2 kilo un hiç bitmedi. Kaç
tepsi kaç çeşit yaptım. Cebimde param hiç bitmedi. Sevinçten ağladım
bunları yasarken. Şimdi de yazarken.
Ama bir an bir an bile isyan etmedim. Niye biz demedim. Demem. Allah o
hale getirmesin. Herkes ne kadar güçlüsün diyor. Oysa ben güçlü
değildim. Herkes beni evhamımla zayıflığımla bilirdi. İmtihanı veren
Allah kalbe serinliğini de veriyor. O, en güzel Vekil.
Yaşadığım bir hadiseyle bitireyim. Çok uzattım, hakkınızı helal edin.
Dolmuşum konuşacak kimse olmayınca. Akşamları dua saati yapıyoruz altı
yaşında oğlum ve üç yaşında kızımla. Eşim ve onun durumunda olanlara
sekine, tefriciye… Fetih gibi bazı sureler okuyorum; onlar dinliyor.
Kızım ayağımda tam uyuyacaktı; gözlerini açıyor kapıyor, benim sağ
tarafıma dikiyor gözlerini. Anlam veremedim. Dalmaya çalışıyor diye
düşündüm. Sonra dedi ki ‘Anne bak o da seninle okuyor’. Kimse yoktu
bizden başka ama varmış demek ki.
‘Hoş gelmiş annem… Kim geldiyse sizin hatırınıza gelmiştir’ diyebildim.
Oğlum babasının durumunu biliyor, saklamadım. Çocuklar öyle altından
kristalden değil. Bu onların da imtihanı. ‘Avukat olup bir gün bunu
babama bunları yapanlara hesap sorucam’ diyor. Çok mutlu oluyorum.”
MEDRESE-İ YUSUFİYE’DE 50.GÜN
“…Bu gece, medrese-i Yusufiye’ye gireli 50. günümüz oldu. Nasipte
size cezaevinden mektup yazmak varmış! Yazı yazmayı çok beceremediğimden
50 gündür kâğıt ile kalem bana bakıyor ben de onlara bakıyorum.
Alamadım elime, başlayamadım kelimeleri kâğıda dökmeye ama bu sabah
tesbihat yaparken her biriniz ayrı ayrı gözümün önüne geldiniz!
Görüşemiyoruz belki aramıza mesafeler giriyor ama dualarda buluşmanın huzurunu yaşıyoruz bu gârip yerlerde!
Çok güzel günler geçiriyoruz burada. Kardeşlik, uhuvvet, Allah’a iman
ve itimat… Zaten bu duygular olmazsa çok zorlanırdık bu demir
parmaklıkların ardında. Aile özlemi, eş ve çocuk hasreti bazen bir
yumruk gibi oturuyor göğsümüze. Ama değil mi ki hepsi Allah için. Feda
olsun. Rabbim inşallah ebedisini verir.
Burada içinde bulunduğumuz bu güzelliklerin değerini iliklerimize kadar hissediyoruz.
Küçük bir dünyamız var. Adı C -28.
İki katlı, bahçeli, müstakil. Bizden başka giren çıkan yok.
Bahçemiz var ama bir çiçeğimiz yok, bir yeşil yok. İnsan burada bunlara hasretlik duyuyor.
Tahmini on metreye beş metre bir bahçe. Yüksek duvarlarla çevrili ve o
yüksek duvarların üstünde teller. Bir gökyüzü var bakıp rahatladığımız
ama oraya da başımızı kaldırdığımızda gözümüze teller ilişiyor.
O yüzden benim başımı kaldırıp gökyüzüne bile bakasım gelmiyor.
Bahçemizin bir köşesinde tüm betonlara inat o taşların arasından bir ot
çıkmış o otu seyretmek doyumsuz geliyor bana.
Bir de çatıda bir baykuşumuz var ne zaman tesbihata başlasak o da
başlıyor ötmeye. Diyeceksiniz ki şimdi ottan baykuştan niye
bahsediyorsun!
Dedim ya bizim burda küçük bir dünyamız var. Bazen Üstad Hazretleri geliyor aklıma.
Onun o tek sepetlik dünyası. İşte bizim de burada tek sepetlik bir dünyamız var.
İlk geldiğimiz günlerde mutfak eşyalarımız yoktu. Çorba geliyordu.
Yemekte kaşığımız olmadığı için ya ekmek banarak içtik ya da plastik
şişeleri bir tane kaşık kenarıyla kesip bardak yaptık o şekilde içtik.
Neden kaşık kenarı derseniz. Burada bıçak yok. Tüm kesme işlemlerini
kaşık kenarı ile yapıyoruz. Artık hepimizin bir bardak, bir çatal ve bir
kaşığı var. Çok zenginiz Elhamdulillah.
Burada sabah hayatımız erkenden başlıyor. 04.30 gibi kalkıyoruz.
Teheccüd, dua, sabah namazı, tesbihat derken 06.00’a kadar devam ediyor.
Sabah 8’deki sayıma kadar serbest. 8.30’da kahvaltı ve sonra herkes
okuyacaklarını okuyor, sohbet ediyoruz. Zaman o kadar güzel ve hızlı
geçiyor ki bilemezsiniz.
Tabi her birimiz burada duygu yoğunlukları da yaşıyoruz kâh gülüyoruz kâh ağlıyoruz!
Ancak bu gözyaşları sevinçten, mutluluktan biraz da özlemden…
Ama yalnız değiliz. Kimler gelmiyor ki ziyaretimize. Bizde sır olarak
kalsın. Rüyalarımız sır, yakazalarımız sır, gözümüz açık gördüklerimiz
sır… Emin olun biz yalnız değiliz.
Siz kendi sıkıntılarınıza üzülün bize değil. Söyleyip aklını ve
imanını dünyaya kaptırmış zavallılara malzeme vermeyeyim. Görmek için
tüm hayat ve varlığımı feda edeceklerimi Allah burada hepsinin birden
nasip etti.
Daha ne diyeyim!”
[Veysel Ayhan/tr724.com]
Nifak ve zulmün cenderesinde velayet yollarını kat eden on binler var.
Hem de dikey olarak. İşte o insanlardan ikisinin mektubu. Biri dışarıda
bir Anadolu kadını olarak iki küçük çocuğuyla zulme yiğitçe direnen
‘Haticecik’; diğeri içeride Medrese-i Yusufiye’de arşiyesini tamamlayan
bir ‘Yûsufcuk’.
İşte onların mektupları:
‘KİMSEYİ ARAYAMADIM, SADECE AĞLADIM’
“Eşimi almaya gelen polisler çok ukala tavırlar sergilediler. Eşimi
aşağı kapıya kadar uğurladım. Götürülürken polisler bana: ‘Niye aşağıya
kadar yolculuyorsun? Suçu yoksa geri gelir’ dedi. Polise: ‘Ben eşimi hep
kapılara kadar uğurladım. Ona hep hürmet ettim. Hürmetim size değil.
Siz böyle tavır göremezsiniz çünkü layık değilsiniz’ dedim ve el
sallayarak uğurladım eşimi.Beş ay oldu eşim gideli. O gitmez, o bizden geçmez; götürüleli… Olsun
ben iki çocuğumla dimdik ayaktayım. Kızım babasız uyumayı, oğlum
kardeşini sahiplenme duygusunu, ben maddi hiçbir şeyin önemi olmadığını
öğrendim.
Gurbetteydim. O gurbeti iliklerime kadar hissettim. Kimseyi arayamadım. Sadece ağladım.
İş yerinde telefon, zımba bile kullanmayan eşim terörist muamelesi görmüştü.
Olsun… Allah onu sevmiş; sevdiği için terbiye edecekti. Silkelendim, toparlandım.
Eşimi ilk ziyarete gittiğimde, cezaevinde anneler eşler herkes
ağlıyordu. Tek tek dolaştım aralarında. ‘Ağlamayın. Onlar iyi… Allah
onları sevdiğinden burada istihdam ediyor; zayi etmez. Onlar iyidir;
ağlarsanız yıkılırlar’ dedim. İnanamıyordum kendime.
Çocuğum düştü diye ortalığı ayağa kaldıran ben büyümüştüm. Şimdi
benim durumumda olan tanımadığım insanlara bile aynı şeyi söylüyorum.
Biz ağlar kederlenirsek, omuzlarımız düşerse; acizlenir isyan edersek,
zalim o zaman zulüm etmiş olur. Dua etmeyi öğrenmek lazım mı. Zor çok
zor…
Etrafında herkesin sana bakışlarıyla bir şeyler söylemesi… O bakışları okumak…
Kimi acıyor ‘Yazık oldu onunla evlenmeseydi böyle olmazdı’ diyor.
Kimi ‘Suçu olmasa bırakılırdı’ diyor. Kimi ‘Olan çocuklara oluyor’
diyor.
Ben yine dimdik duruyorum. Bir an bile eşimle evlendiğime pişman
olmadım. Olur muyum? Yusuf yürekli yiğit nasip olmuş bana. Çocuklarım
zorda değil. Özlemek ne güzeldir. Bir babayı özlemek her evlada nasip
olmaz. Onların yanında Allah var. Dört aydır ben onlara abur cubur
almıyorum. Çünkü erzağımız bitmiyor. Krakerlerine bile bereket veren
Rabbleri var. Allah’ın bana nasip ettiklerini haketmiyorum. Acizim
günahlarım var. Eşimin ibadetleri oruçları hatimleri bizi bereketli
nasipli kıldı.
Dışarıya pasta yapıp satıyorum. Aldığım 2 kilo un hiç bitmedi. Kaç
tepsi kaç çeşit yaptım. Cebimde param hiç bitmedi. Sevinçten ağladım
bunları yasarken. Şimdi de yazarken.
Ama bir an bir an bile isyan etmedim. Niye biz demedim. Demem. Allah o
hale getirmesin. Herkes ne kadar güçlüsün diyor. Oysa ben güçlü
değildim. Herkes beni evhamımla zayıflığımla bilirdi. İmtihanı veren
Allah kalbe serinliğini de veriyor. O, en güzel Vekil.
Yaşadığım bir hadiseyle bitireyim. Çok uzattım, hakkınızı helal edin.
Dolmuşum konuşacak kimse olmayınca. Akşamları dua saati yapıyoruz altı
yaşında oğlum ve üç yaşında kızımla. Eşim ve onun durumunda olanlara
sekine, tefriciye… Fetih gibi bazı sureler okuyorum; onlar dinliyor.
Kızım ayağımda tam uyuyacaktı; gözlerini açıyor kapıyor, benim sağ
tarafıma dikiyor gözlerini. Anlam veremedim. Dalmaya çalışıyor diye
düşündüm. Sonra dedi ki ‘Anne bak o da seninle okuyor’. Kimse yoktu
bizden başka ama varmış demek ki.
‘Hoş gelmiş annem… Kim geldiyse sizin hatırınıza gelmiştir’ diyebildim.
Oğlum babasının durumunu biliyor, saklamadım. Çocuklar öyle altından
kristalden değil. Bu onların da imtihanı. ‘Avukat olup bir gün bunu
babama bunları yapanlara hesap sorucam’ diyor. Çok mutlu oluyorum.”
MEDRESE-İ YUSUFİYE’DE 50.GÜN
“…Bu gece, medrese-i Yusufiye’ye gireli 50. günümüz oldu. Nasipte
size cezaevinden mektup yazmak varmış! Yazı yazmayı çok beceremediğimden
50 gündür kâğıt ile kalem bana bakıyor ben de onlara bakıyorum.
Alamadım elime, başlayamadım kelimeleri kâğıda dökmeye ama bu sabah
tesbihat yaparken her biriniz ayrı ayrı gözümün önüne geldiniz!
Görüşemiyoruz belki aramıza mesafeler giriyor ama dualarda buluşmanın huzurunu yaşıyoruz bu gârip yerlerde!
Çok güzel günler geçiriyoruz burada. Kardeşlik, uhuvvet, Allah’a iman
ve itimat… Zaten bu duygular olmazsa çok zorlanırdık bu demir
parmaklıkların ardında. Aile özlemi, eş ve çocuk hasreti bazen bir
yumruk gibi oturuyor göğsümüze. Ama değil mi ki hepsi Allah için. Feda
olsun. Rabbim inşallah ebedisini verir.
Burada içinde bulunduğumuz bu güzelliklerin değerini iliklerimize kadar hissediyoruz.
Küçük bir dünyamız var. Adı C -28.
İki katlı, bahçeli, müstakil. Bizden başka giren çıkan yok.
Bahçemiz var ama bir çiçeğimiz yok, bir yeşil yok. İnsan burada bunlara hasretlik duyuyor.
Tahmini on metreye beş metre bir bahçe. Yüksek duvarlarla çevrili ve o
yüksek duvarların üstünde teller. Bir gökyüzü var bakıp rahatladığımız
ama oraya da başımızı kaldırdığımızda gözümüze teller ilişiyor.
O yüzden benim başımı kaldırıp gökyüzüne bile bakasım gelmiyor.
Bahçemizin bir köşesinde tüm betonlara inat o taşların arasından bir ot
çıkmış o otu seyretmek doyumsuz geliyor bana.
Bir de çatıda bir baykuşumuz var ne zaman tesbihata başlasak o da
başlıyor ötmeye. Diyeceksiniz ki şimdi ottan baykuştan niye
bahsediyorsun!
Dedim ya bizim burda küçük bir dünyamız var. Bazen Üstad Hazretleri geliyor aklıma.
Onun o tek sepetlik dünyası. İşte bizim de burada tek sepetlik bir dünyamız var.
İlk geldiğimiz günlerde mutfak eşyalarımız yoktu. Çorba geliyordu.
Yemekte kaşığımız olmadığı için ya ekmek banarak içtik ya da plastik
şişeleri bir tane kaşık kenarıyla kesip bardak yaptık o şekilde içtik.
Neden kaşık kenarı derseniz. Burada bıçak yok. Tüm kesme işlemlerini
kaşık kenarı ile yapıyoruz. Artık hepimizin bir bardak, bir çatal ve bir
kaşığı var. Çok zenginiz Elhamdulillah.
Burada sabah hayatımız erkenden başlıyor. 04.30 gibi kalkıyoruz.
Teheccüd, dua, sabah namazı, tesbihat derken 06.00’a kadar devam ediyor.
Sabah 8’deki sayıma kadar serbest. 8.30’da kahvaltı ve sonra herkes
okuyacaklarını okuyor, sohbet ediyoruz. Zaman o kadar güzel ve hızlı
geçiyor ki bilemezsiniz.
Tabi her birimiz burada duygu yoğunlukları da yaşıyoruz kâh gülüyoruz kâh ağlıyoruz!
Ancak bu gözyaşları sevinçten, mutluluktan biraz da özlemden…
Ama yalnız değiliz. Kimler gelmiyor ki ziyaretimize. Bizde sır olarak
kalsın. Rüyalarımız sır, yakazalarımız sır, gözümüz açık gördüklerimiz
sır… Emin olun biz yalnız değiliz.
Siz kendi sıkıntılarınıza üzülün bize değil. Söyleyip aklını ve
imanını dünyaya kaptırmış zavallılara malzeme vermeyeyim. Görmek için
tüm hayat ve varlığımı feda edeceklerimi Allah burada hepsinin birden
nasip etti.
Daha ne diyeyim!”
[Veysel Ayhan/tr724.com]
Nifak ve zulmün cenderesinde velayet yollarını kat eden on binler var.
Hem de dikey olarak. İşte o insanlardan ikisinin mektubu. Biri dışarıda
bir Anadolu kadını olarak iki küçük çocuğuyla zulme yiğitçe direnen
‘Haticecik’; diğeri içeride Medrese-i Yusufiye’de arşiyesini tamamlayan
bir ‘Yûsufcuk’.
İşte onların mektupları:
‘KİMSEYİ ARAYAMADIM, SADECE AĞLADIM’
“Eşimi almaya gelen polisler çok ukala tavırlar sergilediler. Eşimi
aşağı kapıya kadar uğurladım. Götürülürken polisler bana: ‘Niye aşağıya
kadar yolculuyorsun? Suçu yoksa geri gelir’ dedi. Polise: ‘Ben eşimi hep
kapılara kadar uğurladım. Ona hep hürmet ettim. Hürmetim size değil.
Siz böyle tavır göremezsiniz çünkü layık değilsiniz’ dedim ve el
sallayarak uğurladım eşimi.Beş ay oldu eşim gideli. O gitmez, o bizden geçmez; götürüleli… Olsun
ben iki çocuğumla dimdik ayaktayım. Kızım babasız uyumayı, oğlum
kardeşini sahiplenme duygusunu, ben maddi hiçbir şeyin önemi olmadığını
öğrendim.
Gurbetteydim. O gurbeti iliklerime kadar hissettim. Kimseyi arayamadım. Sadece ağladım.
İş yerinde telefon, zımba bile kullanmayan eşim terörist muamelesi görmüştü.
Olsun… Allah onu sevmiş; sevdiği için terbiye edecekti. Silkelendim, toparlandım.
Eşimi ilk ziyarete gittiğimde, cezaevinde anneler eşler herkes
ağlıyordu. Tek tek dolaştım aralarında. ‘Ağlamayın. Onlar iyi… Allah
onları sevdiğinden burada istihdam ediyor; zayi etmez. Onlar iyidir;
ağlarsanız yıkılırlar’ dedim. İnanamıyordum kendime.
Çocuğum düştü diye ortalığı ayağa kaldıran ben büyümüştüm. Şimdi
benim durumumda olan tanımadığım insanlara bile aynı şeyi söylüyorum.
Biz ağlar kederlenirsek, omuzlarımız düşerse; acizlenir isyan edersek,
zalim o zaman zulüm etmiş olur. Dua etmeyi öğrenmek lazım mı. Zor çok
zor…
Etrafında herkesin sana bakışlarıyla bir şeyler söylemesi… O bakışları okumak…
Kimi acıyor ‘Yazık oldu onunla evlenmeseydi böyle olmazdı’ diyor.
Kimi ‘Suçu olmasa bırakılırdı’ diyor. Kimi ‘Olan çocuklara oluyor’
diyor.
Ben yine dimdik duruyorum. Bir an bile eşimle evlendiğime pişman
olmadım. Olur muyum? Yusuf yürekli yiğit nasip olmuş bana. Çocuklarım
zorda değil. Özlemek ne güzeldir. Bir babayı özlemek her evlada nasip
olmaz. Onların yanında Allah var. Dört aydır ben onlara abur cubur
almıyorum. Çünkü erzağımız bitmiyor. Krakerlerine bile bereket veren
Rabbleri var. Allah’ın bana nasip ettiklerini haketmiyorum. Acizim
günahlarım var. Eşimin ibadetleri oruçları hatimleri bizi bereketli
nasipli kıldı.
Dışarıya pasta yapıp satıyorum. Aldığım 2 kilo un hiç bitmedi. Kaç
tepsi kaç çeşit yaptım. Cebimde param hiç bitmedi. Sevinçten ağladım
bunları yasarken. Şimdi de yazarken.
Ama bir an bir an bile isyan etmedim. Niye biz demedim. Demem. Allah o
hale getirmesin. Herkes ne kadar güçlüsün diyor. Oysa ben güçlü
değildim. Herkes beni evhamımla zayıflığımla bilirdi. İmtihanı veren
Allah kalbe serinliğini de veriyor. O, en güzel Vekil.
Yaşadığım bir hadiseyle bitireyim. Çok uzattım, hakkınızı helal edin.
Dolmuşum konuşacak kimse olmayınca. Akşamları dua saati yapıyoruz altı
yaşında oğlum ve üç yaşında kızımla. Eşim ve onun durumunda olanlara
sekine, tefriciye… Fetih gibi bazı sureler okuyorum; onlar dinliyor.
Kızım ayağımda tam uyuyacaktı; gözlerini açıyor kapıyor, benim sağ
tarafıma dikiyor gözlerini. Anlam veremedim. Dalmaya çalışıyor diye
düşündüm. Sonra dedi ki ‘Anne bak o da seninle okuyor’. Kimse yoktu
bizden başka ama varmış demek ki.
‘Hoş gelmiş annem… Kim geldiyse sizin hatırınıza gelmiştir’ diyebildim.
Oğlum babasının durumunu biliyor, saklamadım. Çocuklar öyle altından
kristalden değil. Bu onların da imtihanı. ‘Avukat olup bir gün bunu
babama bunları yapanlara hesap sorucam’ diyor. Çok mutlu oluyorum.”
MEDRESE-İ YUSUFİYE’DE 50.GÜN
“…Bu gece, medrese-i Yusufiye’ye gireli 50. günümüz oldu. Nasipte
size cezaevinden mektup yazmak varmış! Yazı yazmayı çok beceremediğimden
50 gündür kâğıt ile kalem bana bakıyor ben de onlara bakıyorum.
Alamadım elime, başlayamadım kelimeleri kâğıda dökmeye ama bu sabah
tesbihat yaparken her biriniz ayrı ayrı gözümün önüne geldiniz!
Görüşemiyoruz belki aramıza mesafeler giriyor ama dualarda buluşmanın huzurunu yaşıyoruz bu gârip yerlerde!
Çok güzel günler geçiriyoruz burada. Kardeşlik, uhuvvet, Allah’a iman
ve itimat… Zaten bu duygular olmazsa çok zorlanırdık bu demir
parmaklıkların ardında. Aile özlemi, eş ve çocuk hasreti bazen bir
yumruk gibi oturuyor göğsümüze. Ama değil mi ki hepsi Allah için. Feda
olsun. Rabbim inşallah ebedisini verir.
Burada içinde bulunduğumuz bu güzelliklerin değerini iliklerimize kadar hissediyoruz.
Küçük bir dünyamız var. Adı C -28.
İki katlı, bahçeli, müstakil. Bizden başka giren çıkan yok.
Bahçemiz var ama bir çiçeğimiz yok, bir yeşil yok. İnsan burada bunlara hasretlik duyuyor.
Tahmini on metreye beş metre bir bahçe. Yüksek duvarlarla çevrili ve o
yüksek duvarların üstünde teller. Bir gökyüzü var bakıp rahatladığımız
ama oraya da başımızı kaldırdığımızda gözümüze teller ilişiyor.
O yüzden benim başımı kaldırıp gökyüzüne bile bakasım gelmiyor.
Bahçemizin bir köşesinde tüm betonlara inat o taşların arasından bir ot
çıkmış o otu seyretmek doyumsuz geliyor bana.
Bir de çatıda bir baykuşumuz var ne zaman tesbihata başlasak o da
başlıyor ötmeye. Diyeceksiniz ki şimdi ottan baykuştan niye
bahsediyorsun!
Dedim ya bizim burda küçük bir dünyamız var. Bazen Üstad Hazretleri geliyor aklıma.
Onun o tek sepetlik dünyası. İşte bizim de burada tek sepetlik bir dünyamız var.
İlk geldiğimiz günlerde mutfak eşyalarımız yoktu. Çorba geliyordu.
Yemekte kaşığımız olmadığı için ya ekmek banarak içtik ya da plastik
şişeleri bir tane kaşık kenarıyla kesip bardak yaptık o şekilde içtik.
Neden kaşık kenarı derseniz. Burada bıçak yok. Tüm kesme işlemlerini
kaşık kenarı ile yapıyoruz. Artık hepimizin bir bardak, bir çatal ve bir
kaşığı var. Çok zenginiz Elhamdulillah.
Burada sabah hayatımız erkenden başlıyor. 04.30 gibi kalkıyoruz.
Teheccüd, dua, sabah namazı, tesbihat derken 06.00’a kadar devam ediyor.
Sabah 8’deki sayıma kadar serbest. 8.30’da kahvaltı ve sonra herkes
okuyacaklarını okuyor, sohbet ediyoruz. Zaman o kadar güzel ve hızlı
geçiyor ki bilemezsiniz.
Tabi her birimiz burada duygu yoğunlukları da yaşıyoruz kâh gülüyoruz kâh ağlıyoruz!
Ancak bu gözyaşları sevinçten, mutluluktan biraz da özlemden…
Ama yalnız değiliz. Kimler gelmiyor ki ziyaretimize. Bizde sır olarak
kalsın. Rüyalarımız sır, yakazalarımız sır, gözümüz açık gördüklerimiz
sır… Emin olun biz yalnız değiliz.
Siz kendi sıkıntılarınıza üzülün bize değil. Söyleyip aklını ve
imanını dünyaya kaptırmış zavallılara malzeme vermeyeyim. Görmek için
tüm hayat ve varlığımı feda edeceklerimi Allah burada hepsinin birden
nasip etti.
Daha ne diyeyim!”