Araba ıslak yollardan kıvrılarak son sürat Urfa’dan ayrıldı. Emir büyük yerdendi. Bir an önce terörist(!) teslim etmek istiyorlardı. Ayşe boynu bükük bir halde arabada oturuyordu.
1haftalık bebesinin ağlaması kulaklarından gitmiyordu. Haykırmak istiyordu ama hem utancından bunu yapamazdı hem de nefesi buna yetmeyecek gibi hissediyordu. Hani bazen kâbuslarda da böyle olursunuz. Karşınızda sizi korkutan bir şey vardır. Kaçıp kurtulmak istersiniz kurtulamazsınız. Bağırmak istersiniz sesiniz çıkmaz. Ayşe kapkaranlık bir kâbusun içindeydi. Ne yana baksa karanlık ne yana baksa boşluk. Kulaklarında çın çın Umut’un sesi… Birden aklına az önce okuduğu satırlar geldi. Ellerine baktı kelepçeliydi. Gitgide ışık namına her şey kendisinden uzaklaşıyordu. Koşacak bir durumu da yoktu. Abdullah ve Umut’un acısı bir hançer gibi yüreğine saplandı. Şu anda hiç kimse fark etmese de Ayşe’nin yüreği kanıyordu. Ama acısını içinde tutmaya çalışıyordu. Güçlü durmalıydı. Tıpkı diğer masumlar gibi. Acısını belli etmemeli içinde yaşamalıydı. Kendine hâkim olmalıydı. İçinden kopup gelen çığlıklar göğüs kafesini zorluyordu. Kalbi göğüs kafesini parçalayıp çıkacak gibi atıyordu. Sonunu bilmediği bir meçhule doğru tek başına yol alıyordu Ayşe.
Bir ara başını çevirdi pencereden gökyüzüne baktı. Yağmur dinmiş, bulutlar gökyüzünden çekilmişti. Işıl Işıl parlıyordu yıldızlar. Birden yıldızların birinde Umut’un yüzü beliriverdi. Gülümsüyordu Umut… Birden hayaller daldı Ayşe. Umut bir yıldıza kendisi bir yıldıza binmişler güya. Hiç olmadıkları kadar özgürler. Sonsuz gökyüzünde birbirlerini kovalıyorlar. Uçtular… Uçtular. Taki göz alabildiğine yeşilin olduğu bir alana inene kadar. Hayali değişiverdi Ayşe’nin. Abdullah vardı şimdi yanlarında. Bir Pazar günü bebelerini de yanlarına alarak ailecek pikniğe çıkmışlar. Hiç olmadığı kadar mutlular. Gülüyorlar eğleniyorlar. Sonsuz mavi gökyüzünün altında özgürce yaşamanın tadını çıkartıyorlar. Güneş hiç olmadığı kadar parlak ve hiç olmadığı kadar okşayıcı ve huzur verici. Abdullah bir taraftan mangalı yakmaya çalışıyor diğer taraftan Ayşe’ye sofrayı hazırlamasına yardım ediyor. Bir an olsun gözlerini Abdullah’tan alamıyor Ayşe. Bir anda Umut büyümeye, yürümeye, koşmaya başlıyor yanı başında. Göz alabildiğine yemyeşil olan çayırda koşmaya başlıyor Umut. Önünden çayırların arasındaki böcekleri gagalayan serçeler uçuşuyor. Sapsarı saçlarını rüzgâr dalgalandırıyor. Ayşe ve Abdullah oğullarının arkasından gururla bakıyorlar. Böyle anların uzamasını, hiç bitmemesini istersiniz. Haftalar geçse bile ne güzel gündü o öyle diye hep hatırlarsınız. Bir anda arabanın sarsılmasıyla kendine geldi Ayşe. Arabanın içine acı bir tütün kokusu yayılıyordu.
Sabah olmuştu. Güneşin kızıl ışıkları pencerenin buğusunu delerek odanın içerisine yayılıyordu. Pencerede yoğunlaşan buğular ağırlaşarak yere doğru kayıyorlardı. Gece yakılan sobanın etkisi artık geçmeye başlamıştı. Duvarda asılı duran süs maksadıyla asılmış küçük kırmızıbiberlerin üzerine biraz toz çökmüştü. Biberlerin yanında ise Ayşe’nin üniversiteden mezun olduğu gün çektirdiği kepli fotoğrafı vardı. Ayşe’nin annesi Zübeyde Hanım elinde tesbihi dua ediyordu. Tüm gece kâbus görmüştü. Rüyasında kızı Ayşe’yi köpeklerin kovaladığını görmüştü. Ayşe var gücüyle koşuyor, ama bir türlü köpeklerden kurtulamıyordu. Köpekler Ayşe’nin üstünü başını paralıyordu. Kızına yardım etmek istiyor ama yerine çivilenmiş gibi koşup yardım edemiyordu. Çevreden yardım istemek için haykırmaya çalışıyor, başaramıyordu. Haykırarak uyanmıştı. Zübeyde Hanımın sesine kocası Miftah Bey de uyanmıştı.
-Ne var ne oldu Zübeyde?
-Hiç… Bir şey yok… Kâbus gördüm. Ayşe’mizi gördüm. Kötü bir haldeydi. Hayrolsun inşallah.
-Âmin… Kalk bir bardak su iç.
Zübeyde Hanım kalkıp bir bardak su içti. Yatağına girip gözlerini kapattı.
Bu sefer de rüyasına Abdullah’la Umut girdi. Umut büyümüştü. Babasının elinden tutmuş yürüyorlardı. Umut bir anda Abdullah’ın elinden kayıp bir karanlığa doğru koşmaya başlıyordu ve gitgide karanlığın içinde kayboluyordu. Yine gözlerini açtı. Vakit sabah namazına yaklaşmıştı. Kalkıp abdest aldı. Sonra kocasının yanına da bir leğen ve ibrikle su getirdi. Miftah Bey bacaklarından ameliyat olmuştu yürüyemiyordu. Kocasına abdest aldırdı. Yüzünü yavaşça incitmeden kıbleye doğru çevirdi. Az sonra ezan okunmaya başladı. Namazlarını kıldılar. Zübeyde Hanım kocasını yatağına yatırdı. Kendisi de dua etmek ve salavat çekmek için eline teşbihini aldı. Güneş doğana kadar teşbih çekti, elini açıp damadı, kızı, torunu için dua etti.
Miftah Beyin telefonu çalmaya başladı. Yatağından kalkıp Zübeyde Hanım telefonu eline aldı.
Miftah Beye verdi.
Miftah Bey:
-Buyurun Benim…
-Nasıl olur ameliyatlıydı… Ne zaman geldiler?
-Tamam, hemen geliyoruz…
Miftah Bey telefonu kapattı. Yüzü kireç gibi olmuştu.
Zübeyde Hanım:
-Ne oldu Efendi?
-Ayşe’yi polisler götürmüşler.
-Vah yavrum vah yavrum… Nasıl götürmüşler kınalı kuzumu… Nereye götürmüşler yaralı ceylanımı?
-Aksaray’a… Umut’u hastanede bırakmışlar… Telefondaki, bebek çok ağlıyor, çabuk gelin, dedi.
İkisi de ağlamaya başlamışlardı.
Miftah Bey:
-Zübeyde ben bu halimle ne yapayım? Hemen Celilelere git. Celile’nin oğlu sizi hastaneye götürsün. Beni merakta koymayın hemen arayın, dedi. Daha fazla o da konuşamadı ağlamaya başladı.
Zübeyde Hanım hemen kalktı. Üzerine bir şeyler alıp kapıdan çıktı.
Miftah Bey arkasından kahırla baktı. Gözlerinden bir damla yaş yanağından kayıp yorganına düşüverdi.
Medet Ya RABBİ, sözü dudaklarından dökülüverdi…