Her devir ve dönemde Allah‘ın gönderdiği perygamberlerin en büyük derdi, kavimlerine Allah‘ı anlatmak ve tanıtmak, mükellef oldukları dini tebliğ etmek, insanların imanlarını kurtarıp onları, dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmak olmuştur.
Efendimiz (sav) de gece gündüz bütün ömrünü insanlığın hidayete ermesini sağlamak için çırpınmıştır. İnsanlığın iftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav) başta olmak üzere hiç bir Peygamber yoktur ki, halkını hidayete davet ettiğinde, şeytan bütün gücüyle karşılarına çıkarak, inanmak isteyenlerin ümidini kırıp vesvese vererek, onları Allah’tan Peygamberden uzaklaştırmaya çalışmış olmasın.
Kavmini Allah’a davette ısrarlı olan Hz.Adem’den (as) Hz. İbrahim (a.s.)’a, O’ndan Efendimiz (sav)’e kadar bütün peygamberler ve Nebiler; her türlü zahmet, sıkıntı ve tuzaklara, şeytan ve avanelerinin bütün gücüyle saldırmalarına rağmen, davalarını kavimlerine duyurabilmek için gayret göstermişler ve vazifelerini ihmal etmemişlerdir.
İnsanlığın iftihar tablosu Hz. Muhammed (s.a.v), Hz.İsa’dan (as) sonraki fetret karanlığının boğucu atmosferi içinde, ağır ve mesuliyetli bir yükün altına davet edilmiş, tevhid nurunu bütün insanlığa duyurma, İslam’ı temsil ve tebliğ etme sorumluğu ile tavzif edilmiştir.
Cenab-ı Hak, Ankebut suresi 18.ayette Efendimize (sav), “Şayet siz beni yalancı sayarsanız, sizden önceki bir takım ümmetler de Resul’lerini yalancı saymıştı. Elçinin görevi imana zorlamak değil, sadece açıkça tebliğ etmektir” demesini emretmektedir.
Ahzab suresi 45 ve 46.ayetlerde, “Ey şanlı Peygamber! Biz seni insanlar hakkında şahit, müjdeci, uyarıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna dâvet eden bir peygamber ve aydınlatan bir lamba olarak gönderdik”,
Sebe suresi 28.ayette ise, “Ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik, lâkin insanların ekserisi bunu bilmezler.” buyurmaktadır.
Efendimiz (sav) bu vazife ve sorumluğunu yerine getirirken; her geçen gün gelişen, büyüyen, kuvvetlenen davası karşısında, müşrikler ve hasımları rahatsız olmaya başlamışlar, hatta bu rahatsızlıklar saldırıya ve işkenceye dönüşmüş ve bunun neticesinde Taif, Habeşistan ve nihayet Medine hicreti gerçekleşmiştir.
Medine-i Münevvere’de Ensar ve Muhacirler arasında, Kur’an’ın ‘İ’sar hasleti’ olarak anlattığı ‘kardeşini kendine tercih etme’ şuurunun gerçekleşmesi, bu vak’anın tarihe altın harflerle yazılmasına ve kıyamete kadar böylesine güzel bir kardeşliğin devam etmesine örnek olmaları açısından takdire şayandır.
Bu faziletli duygu ve düşüncenin devam etmesi, ancak İslami şuurun gönüllere yerleşmesi sayesinde mümkün olacağından, Allah Rasulu (s.a.v) ve yıldızlar kadar değerli ve kıymetli Sahabe Efendilerimiz (r.anhüm), bir ömür boyu bu ruhu insanlığa anlatma ve şuurlandırma yolunda kimsenin ulaşamayacağı gayret, azim ve fedakarlıklarda bulunmuşlardır.
Allah’ın (cc) ehl-i imana karşı şeytana vesvesede bulunma fırsatı vermesi; kalblerinde bir hastalık, bir şüphe olanlar ve kalpleri katılaşanlar hakkında bir imtihan vesilesi yapmak içindir.
Din bir imtihandır. Mü’min iman, akıl ve iradesiyle şeytandan gelen tayflara itibar etmeden, batılı terk edip Hakk’a sarılmalıdır. Allah’ın inayetine güvenip ye’se düşmeden, Kur’an ve Resulullah’ın emirlerine gönülden inanarak, engellere takılmadan vazifesini ifa etmeye çalışmalıdır.
Zira yeryüzünde inanan mü’minler insanlık adına Hakk’ın şahidi ve Resulullah (sav) da ümmetinin şahididir. Allah Resulü (sav), Allah’a olan imanı ve güveni, takvası, adaletle muamalesi, mükemmel ahlakı, yaşayan bir Kur’an olması itibariyle Allah’ı temsil eden Kur’an’ın tecessüm etmiş bir şeklidir.
O’nu gören Hakkı görmüş gibi olur. Nitekim bir yahudi alimi olan Abdullah ibn-i Selam (ra), Efendimiz’in (sav) yüzünü görür görmez, ‘Vallahi bu simada yalan yok!’ deyip iman etmişti. Müşriklerden ve diğer nice kabilelerden dünya kadar insan, Allah Resulü’nün ahlakı, doğruluğu, emniyet ve güven insanı olması karşısında aynı şekilde imanla şereflenmiş, Allah ve Resulüne teslim olmuşlardı.
Kainatın yaratılış vesilesi Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’in (sav), ölmüş cesetlerimize yeniden ruh olması ile, küfre ait engellerin yavaş yavaş kalkmaya başladığı, insanlığın kararmış ufkunun aydınlandığı, tevhid nurunun dalga dalga gönüllerde makes bulduğu günümüzde; şeytan ve avanelerinin bütün hıncı, kini ve nefreti artmakta ve ehl-i imana tuzak kurmaya devam etmektedirler.
Asırlar sonra yüce ve kudsi davayı bayraklaştırma, imanı ve Kur’an-ı Kerim’i muhtaç gönüllere taşıma adına, veraset-i Nebi şerefine ermiş son karakolun bekçileri, ruh mimarları; bedeni arzularını aşıp, şeytanın tuzaklarını geçip, Allah’a rızasına erme ve vicdani huzura kavuşmanın mutluluğu içinde vazifelerini yapmaya çalışmaktadırlar.
Bu gönül erleri, kalben ve ruhen iman ve Kur’an’dan uzaklaşanların, küfür ve dalalet çıkmazı içinde kıvrananların ve hakikate gözleri kapalı, bedeni arzularının esiri, gaflet içinde gençliğini ve ömrünü zayi eden insanlığın imdadına yetişme gayreti içindedirler.
Bu şuur, bu ruhu yakalayan hak erleri, inandıkları ve huzur buldukları bu iklime bütün insanlığı davet etme adına; sevdiklerinden, yurt ve yuvalarından iradeleri dışı uzaklaştırılmış veya ellerinden her türlü imkanları alınarak, zor durumda bırakılmalarına rağmen, dünyanın dört bucağına giderek, ‘İlay-i Kelimetullah’ı’ muhtaç gönüllere duyurma adına, yılmadan, vefa ve sadakatle hizmetlerine devam etmektedirler.
Bugün bütün insanlık, semavi ses ve soluktan mahrum kalma neticesinde, sıkıcı, üzücü, çile ve ızdırap dolu bir hayat sürdürmenin yanında; rahatını, huzurunu, haram ve günahlarda, içki ve kumarlarda aramakta, dolayısıyla zillet ve sefalet içinde kıvranmaktadırlar.
Gönüller iman ve Kur’an nuru ile tamir edilmeden, ahlak-ı aliye ile tezyin edilmeden, haramdan helale, günahtan sevaba, şeytan tuzaklarından Allah’a hicret etmeden, saadet bulmak ve huzur elde etmek mümkün değildir.