Fethullah Gülen Hocaefendi, bu haftaki sohbetinde, zorunlu bir şekilde dünyanın
çeşitli ülkelerine zorunlu göçeden veya Türkiye’de işinden alıkonun, mal ve mülküne el konan Hizmet
Harketi mensuplarına yardım elini uzatma çağrısında bulundu. İşte Gülen’in konuyla ilgili
çarpıcı açıklamaları:
Kimse Yok Mu”nun da gadre uğratıldığı günümüzde mazlum, mağdur ve
muhtaçlara el uzatmak için dünya çapında umumi bir seferberlik yapılsa sezadır.
Bu arada, antrparantez: Mağduriyete, mazlumiyete uğrayan insanlar
var, dünyanın değişik yerlerinde. Belli bir dönemde, arzu edilen şeylerin
kısmen yerine getirildiği dönemde, bir “Kimse Yok Mu” vardı. Dünyanın neresinde
olursa olsun, mazlumların, mağdurların imdadına koşuyordu. Kurbanlar
kesiliyordu, o muhtaçlara yetiştiriliyordu. Myanmar’a götürülüyordu, Gazze’ye
götürülüyordu; girebildiğiniz, sınırları size açık olan her yere götürülüyordu.
Meseleye insanî çerçeveden bakılıyordu, hümanizm mülahazasına bağlı olarak her
şey yapılıyordu. Din ayırımı gözetilmeden, meşrep ayırımı gözetilmeden, mizaç
ayrılığı gözetilmeden, mezâk ayrılığı gözetilmeden herkese el uzatılıyordu.
Gün geldi, bir yerdeki şeytanî kıskançlık ve haset böyle bir hayır
yuvasını, hayır sistemini bile baskı altına alma, kapama, öldürme gayreti/cehdi
içine girdi. Şimdi dünya kadar insan, mazlumiyete, mağduriyete uğradıkları
halde, yardıma muhtaç; binlerce insan… On bin mi, yirmi bin mi, otuz bin mi,
kırk bin mi?!. “Fârr”ı ile, “muhtefî”si ile, “mağdur”u ile, “mazlum”u ile,
“muzdarr”ı ile, “mevkûf”u ile, “mescûn”u ile, “müstantak”ı ile, bir sürü insan,
bir sürü yuva… Bir insanı götürmüşlerse, bütün bir yuvanın fertlerini aynı
zulme, aynı mağduriyete uğratmışlar demektir.
ENSAR MÜLAHAZASIYLA YARDIM ETMEK
İnsan olan insana düşen şey, tıpkı Ensâr mülahazası ile bunlara
yardım etmektir, destek olmaktır. O müessese (Kimse Yok Mu) kapandı belki ama
değişik yerlerde fonksiyonunu edâ edebilir. Bir yerde, bir merkezde kapatırlar,
ben dilerim Amerika’da şubesini açarlar, İngiltere’de şubesini açarlar,
Almanya’da şubesini açarlar, Birleşmiş Milletler’de şubesini, Afrika’da
şubesini açarlar ve yine mazlumların-mağdurların imdadına koşarlar, herkesi
kucaklarlar. Renk-desen gözetmeden, herkese bağırlarını açarlar. Olur inşaallah
öyle!..
Fakat şu anda sistem, bu mazlumların, mağdurların hepsine yetecek
güçte değil. Onun için herhalde bu mevzuda dünyanın değişik yerlerinde bulunan
arkadaşlara daha umumî manada bir “seferberlik” düşüyor. Bir taraftan kendi
vatandaşlarımız… Çok önceden gitmiş, oralarda iş tutturmuş; Amerika’ya gelmiş, iş
kurmuş; İngiltere’ye gitmiş, Almanya’ya gitmiş, Hollanda’ya gitmiş, Fransa’ya
gitmiş, Benülüks ülkelerine gitmiş; iş kurmuş oralarda. Hakikaten el uzatacak
mahiyette… Bu insanlara, meseleyi usulünce anlatarak, o mübarek “himmet”
mevzuunu hatırlatarak onların himmetlerine başvurulabilir.
HİMMET, HER TÜRLÜ RIZIKTA BULUNMAK VE DİNE HİZMET ETMEKTİR
Himmet, Allah’ın lütuf buyurduğu her türlü rızıktan infakta
bulunarak dine/insanlığa hizmet etmektir; beşer onu kâmil manada İnsanlığın
İftihar Tablosu’ndan öğrenmiştir.Himmete müracaat, esasen… Bir tanesi kalktı,
ne dediğini bilmeyen, zil-zurna cahil… Bazen diplomalı cahiller, diplomasız
cahillerden daha tehlikelidir; çünkü diplomalı cahil, diğer cahilleri
inandırır, sürü gibi şeyin arkasına takılır yürürler. Himmet’i tenkit ediyor…
İnsanlığın İftihar Tablosu, dini i’lâ adına himmete müracaat etti
mi, etmedi mi?!. Hem de çent defa. Hatta insanların, O’nun o mevzudaki
telkinine rağmen biraz alakasız kalmaları karşısında, teessür duydu mu, duymadı
mı?!. O’nu, yüksek basiretiyle, firasetiyle keşfeden, O’ndaki insibağ ile
duyguları uyanık olan, hüşyâr olan bir sahabi, evine koştu mu, koşmadı mı?!.
Avuç dolusu bir himmet ile geldi mi, gelmedi mi?!. Meselenin öyle yapılması
gerektiğini sahabe-i kiram, anladı mı, anlamadı mı?!. Ve sonra her biri evine
koşup getireceği şeyi getirdi mi, getirmedi mi?!. Kimisi bütün varlığını
getirip oraya döktü mü, dökmedi mi?!.
HİMMETLE, HASETÇİNİN ÇEKEMEDİĞİ MÜSSESELER AÇILIDI
“Himmet, milletin yaptığı yardımlar, suiistimal edilerek, bu türlü
şeylerde…” Nede kullanılıyormuş?!. Dindar nesil yetiştirme okulları açmakta..
üniversiteye hazırlık kursları açmakta.. zalimin, hainin, hasetçinin çekemediği
müesseseler açmakta.. dünyanın değişik yerlerinde cehalete karşı, fakirliğe
karşı, ihtilafa karşı -üç tane, dört tane, beş tane yaygın maraza karşı- bir
yönüyle, i’lân-ı harp etmekte… Bunları akıllıca bertaraf etme istikametinde
himmete müracaat ediliyor. O zavallı, diplomalı cahil, “Himmet, falan yerlerde
çar-çur edildi!” demek suretiyle… Zavallı!.. Cenâb-ı Hak, hidayet etsin; o da
aklını başına alsın, aynı haltı bir daha yapmasın, sizinle beraber -inşaallah-
cennete girsin! Hüsn-i zan ediyoruz.
Geriye dönelim… Değişik yerlerde himmet organizasyonları yapmak
suretiyle, yurt içinde ve yurt dışındaki muhtaçlara yardım etmeli.Malı mülkü
zalimlerce gasp edilen, mağduriyetler sarmalında eziyet çeken ve zulümden kaçıp
cebrî hicret yollarına düşen insanlara mutlaka maddî manevî yardım edilmeli!..
Hazreti Musa demişti ki: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ
“Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtım.” (Şuarâ, 26/21) “Kaçtım sizden!..”
Zindanlara girip bazıları ölüyor, kimsenin haberi yok; dövüle dövüle ölüyor.
Bazıları işkenceye maruz kalıyor. Bazıları günlerce hücrede kalıyor. Bazılarına
namaz kılma, abdest alma imkânı bile verilmiyor. Kafalar karıştırılmaya
çalışılıyor. Ve aynı zamanda itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor o insanlar.
Dolayısıyla onlar da فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ “Sizin şerrinizden
korktuk, kaçtık!” diyor gidiyorlar. Ama her şeylerini arkada bırakıyorlar.
MALI TALAN EDİLMİŞLER, YURTDIŞIN ÇIKANLAR ÜÇ- DÖRT BİR EVDE
YAŞIYOR
Malına el konmuş, malı gasp edilmiş; tagallüp, tahakküm, tasallut,
temellük, gırtlakta. Dün bir arkadaş, kendisine “Malınıza ne oldu?” deyince,
hislerine hâkim olamadı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Alın teriyle kazanmış… O
müesseseler de alın teri ile yapılmış. Yememiş, içmemişler; yedirmiş,
giydirmişler. Aynı zamanda o müesseseleri meydana getirmişler. Saf, temiz,
duru; dıştan gelmemiş, Anadolu’ya sızmamış, öz be öz Anadolu insanının yaptığı
müesseseler onlar. Evet, bunlara karşı düşmanlık ilan etmişler, her şeylerine
el koymuşlar. Hayatın değişik birimlerinden bir sürü insan, yurt dışına kaçmış.
Bunlar, üçü-dördü bir araya gelerek belki, bir evde kalıyorlar.
Burada antrparantez bir şey arz edeyim: Birisi, duygulanarak
anlattı. Gittikleri bazı yerlerde, yabancılar gelip diyorlar ki: “Benim falan
yerde bir evim var, yaz günleri (mi, hilaf olmasın), oturuyordum; orada
oturabilirsiniz, kira vermenize de gerek yok. Bir mali sıkıntınız varsa, onu da
ben karşılayabilirim!” Bir yabancı… Bir yabancı kadar bile merhamet, şefkat,
mürüvvet, insanlık duygusu taşımayan kimselerden ne beklenir, bilmiyorum!..
MAĞDUR İNSANLAR MEVZUSUNDA SEFERBER OLMAK LAZIM
O mağdur insanlar mevzuunda -bence- seferber olmak lazım. Tıpkı
Ensâr-ı kirâm efendilerimizin, Muhâcirîn-i fihâm efendilerimize bağırlarını
açıp onları bağ ve bahçelerine ortak yaptıkları gibi, bu mülahazayı
geliştirmek, böyle organizasyonlara gitmek lazım. Hemen, birden bire arzu
ettiğiniz ölçüde, büyük çapta bir şey olmayabilir. İlk planda, bulduğunuz
üç-dört tane samimi insana, hislerinizi ifade edersiniz; mazlumiyeti,
mağduriyeti anlatırsınız. Onlar ne yapıyorlarsa, onu yaparlar. O himmet de öyle
başladı. Evvela beş-on tane insanla başladı; sonra kocaman bir Anadolu insanı,
şimdi sağa-sola sürgüne gönderilen, içeriye atılan o insanların hepsi, binlerce
insan, o himmet seferberliğinde yarışa girdiler. Orada müsabakaya girdiler
âdeta; “Ben de vereyim, ben de vereyim, ben de vereyim!..”
Civanmert Anadolu insanı alın teriyle dünyanın yüz yetmiş
ülkesinde Hizmet müesseseleri yaptı ama şimdi her biri katillerin gördüğü
muameleyi görüyor, zalimler tarafından!..Bu mevzuda da bir şey arz edeyim:
Kıtmîr, o ilk dönemlerde -arkadaşlar o meseleyi Kıtmîr’den daha iyi edâ
edecekleri güne kadar- o himmet toplantılarının hepsinde bulunmaya
çalışıyordum. Şu yarım yamalak ifade tarzımla “Himmet”in ne demek olduğunu,
işte o biraz evvel arz ettiğim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in
himmet sistemi esasına dayandırarak anlatmaya çalışıyordum. Bir yerde
-zannediyorum- böyle tam gönlüme göre bir coşma, bir heyecanlanma olmadı. İlk
zamanlardı… İnsanlar bilmiyorlardı.
“Bir yurt yapalım, fakir-fukara çocukları alalım, yedirelim,
içirelim, onlara bakalım orada!..” demiştim. Aslında, çocukluğumda kendi
kendime söz vermiştim. Çünkü ben, kulübede kalarak derslerime devam ettim.
Selçuklu döneminde yapılmış, sonra yıkılıp harabeye dönmüş bir caminin ön
tarafında, mihrap girişinde, kendi elimle bir duvar yaparak orada iki
arkadaşımla beraber kaldım. Bazen yiyecek bulamadık. Üç gün, dört gün bir ekmek
bile bulamadığımı hatırlıyorum. Sonra fırından bir ekmek aldığım zaman, öyle
acıkmıştım ki, dershaneye gelinceye kadar ekmeğin yarısını yolda yedim.
Talebeliğim böyle sıkıntı içinde geçti.
HİZMETİ BİR
ŞAHSA MAL EDEREK, ŞİRKETE GİRDİLER
Hatta o sıkıntı içinde geçen talebeliğimden dolayı, bazı
fakirlerin hallerinden şikâyetlerini bir televizyon programında görünce çok
şaşırmıştım. Muhabir, evlerine gitmiş, orada bir sofrada oturuyorlar. “Biraz
zeytin var, bir tane yumurta var, ekmek var, peynir var, bir de filan… İşte
böyle fakirâne yaşıyorlar.” Hiç unutmam, birden bire ağzımdan kaçırdım,
“Gözünüze, dizinize dursun!” Biz bazen peynir değil, ekmeği bile bulamıyorduk!..
Evet, çocukluğumda kendi kendime, Cenâb-ı Hak bir gün, hangi
yollarla imkân verirse, talebeleri bir yerde toplamak suretiyle, hem rahat
yatıp-kalkmalarını, hem de bedava yiyip-içmelerini temin edeceğime söz
vermiştim. “Cenâb-ı Hak onu nasip etsin!” demiştim. Ve gün geldi, Allah onu
nasip etti. Değişik yurtlar yapıldı, pansiyonlar yapıldı, evler açıldı. Anadolu
insanı yaptı.
“Şirk”i ve “tevhid”i bilmeyenler, onu (Hizmet’i) bir şahsa mal
etmek suretiyle evvela şirke girdiler. Sonra da ona mal etmek suretiyle onun
hakkında kendilerini haset çağlayanına saldılar. İki hata yaptılar. Esasen, o
kalbleri yumuşatan, “Allah” idi (celle celâluhu). O umum seferberliği temin
buyuran, meşîet-i İlahiye idi, Rahmet-i İlahiye idi. O işin önünde şöyle-böyle
bir şeyler söyleyen insanlar, şart-ı âdî planında zavallı birer vasıtadan
ibaretti. Onlar, bir, bunu bilemediler; çünkü her meselelerini şirke bağlı,
esbaba bağlı götürdüklerinden dolayı, orada da onu sebep gibi gördüler.
İkincisi de, ona haset ettiler, çekememezliğe düştüler; kâfirin yapmadığını
yaptı, küfrün yaptırmadığını yaptırdılar. Kocaman iki tane cinayet!..
HİMMETLER
ÖNCE DAR DAİREDE BAŞLADI
Bu mülahaza vardı ve dolayısıyla himmetler öyle dar dairede
başladı. İşte o dar dairedeki himmetlerden bir tanesinde, ciddî boşlukları
kapatabilecek bir şey olmadığından dolayı, dedim ki “Ben, birkaç tanesinin
elini, eteğini öperim; ben de yüz bin lira taahhüt ediyorum!” Bin lira maaş
aldığım bir dönemde.. devlet dilencisi.. o parayı benim bulmam mümkün değildi
esasen.
Bir dönemde cami penceresinde yatan biri… Onu bile bir kısım zift
cerâidi değerlendirirken, “Yok, Hüseyin Efendi ev tutmamış da…” Hüseyin Efendi
ev tuttu, bir mahallenin içinde. Fakat geçip giderken, gelirken -Sen iffetten
anlamazsın ki, a be bohem!..- taife-i nisânın bakması karşısında rahatsız
olduğundan dolayı, o Allah’ın kulu, caminin penceresinde halvetî hayat yaşamayı
tercih etti. Ve orada belki yüz tane kitap okudu. Elmalılı Hamdi Yazır’ın
tefsirini de orada gözden geçirdi ve o tefsirden bulduğu her şeyi, cami
kürsüsünden halka ifade etmeye çalıştı. Zavallı, sen anlamazsın ki bunu; çünkü
hakiki Müslümanlıktan haberin yok senin! “Yok, Hüseyin Efendi…” Hüseyin Efendi,
gül gibi bir ev buldu ama o zavallı, cami penceresini tercih etti. Sonra da
tahta kulübede yaşadı, altı sene tahta kulübede yaşadı. Minnet etmemek için,
dünyaya hırs göstermemek için. İsteseydi her şey olurdu, onun için de!..
Böyle bir insanın yüz bin lira taahhüt etmesi?!. Nasıl ödeyecek
ki? Hiç unutmam, geniş imkânları olan birisi, bir sabah kahvaltısına
çağırmıştı, belki evine de bir kere gittim ben onun. O sabah kahvaltısına niye
gittim, bilemiyorum? Bir arkadaşla beraber kahvaltıya gittik. Dedi ki: “Hocam,
o gün orada siz böyle bir şey taahhüt ettiniz. Ben de sizi biliyorum, bir
dikili taşınız yok sizin. Bunu elin-âlemin elini-eteğini öpmek suretiyle temin
etmek mümkün değil. Müsaade buyurursanız, o taahhüt ettiğiniz şeyi, bütünüyle
ben ödeyeyim!”
ANADOLU’NUN
CİVANMERT İNSANLARI DÜNYANIN 170 ÜLKESİNDE OKULLAR AÇTI
Anadolu insanı, bu civanmertlikte idi ve bu civanmertlik üzerinde
esasen dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okullar açtı, eğitim faaliyetleri
gerçekleştirdi. Türkiye’de, yüzlerce okul açtı, üniversiteye hazırlık kursu
açtı, evler açtı… Fakir, fukaraya baktı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi
onlar, canilerin gördüğü muameleyi, katillerin gördüğü muameleyi görüyorlar,
zalimler tarafından.Binlerce günahsız insana gadreden, doğum yapacak masum
kadını bile hapse atan ve emzikli yavruyu annesinden ayıran insafsız zalimler,
benzerine az rastlanır zulümleri yapıyorlar!.. Evet, himmet, belki böyle dar
dairede başlayacak; fakat dar dairede olsun, dünyanın değişik yerlerinde, her
yerde, ilk himmet edecek insanlar, on bin lira himmet etsinler. O her şeyini
Türkiye’de kaptırmış, gasp ettirmiş insanların imdadına koşsunlar!..
“Duygulanan bir bayan” diyeyim; yerini, konumunu, kurbetini de
söylemeyeyim. Kalkarken, kardeşinin alın teriyle kazandığı bütün müesseselerine
el konduğunu anlatırken, gayet duygulanarak ayağa kalktı, gitmeye teşebbüs
etti. Giderken “Talan ettiler, kardeşimin malını-mülkünü…” diye ağladı. Her
ağlayan da beni ağlatmıştır. Talan ettiler, alın teriyle kazandıklarını…
Kendine göre kurs açmış, kendi imkânlarıyla…
VALLAHİ,
BİLLAHİ, TALLAHİ, GAVİRLAR, DOĞUM HALİNDEKİ KADINI İÇERİ ATMADILAR
Biliyorsunuz, iş yapan, ticaretle mal kazanan insanların mallarına
bile el koydular. Yemin ederim ben; vallahi, billahi, tallahi, gâvurlar böyle
yapmadılar. Kadını içeriye atmadılar.. doğum halindeki bir kadını içeriye
atmadılar.. onu yeni doğmuş çocuğundan ayrı tutmadılar… Barbaros Frederic’ler
bunu yapmadı, Philip’ler bunu yapmadı, Arslan yürekli Richard’lar bunu yapmadı…
Gavurun yapmadığı yapılıyor!..
Ve tabii kaçan kaçana… Zalimin işini kolaylaştırmak, Allah’a karşı
saygısızlıktır. Zalimin, gaddarın, hattârın işini kolaylaştırmak, Allah’a karşı
saygısızlıktır. Hazreti Musa, Firavun’un işini kolaylaştırmadı. Efendimiz, Ebu
Cehil’in, Utbe’nin işini kolaylaştırmadı; hicret buyurdu, azm-i râh etti, Sevr
sultanlığına sığındı, Medine-i Münevvere’yi teşrif etti, şereflendirdi,
Yesrib’i Medine yaptı… Diğer bütün enbiyâ-i izâm, evliyâ-i fihâm, zâlimlerin
şerrinden, fâcirlerin fücurundan, fâsıkların fıskından, hâsidlerin hasedinden
dolayı oldukları yerden uzaklaştılarsa şayet, gidip özür dilemediler. Onların
işlerini kolaylaştırmadılar. Çünkü o, bir vebaldir; yardım sayılır onlara.
Dolayısıyla, onların yardımını elinin tersiyle iten, onlardan bir
şey beklemeyen, el-etek öpmeyen o fedakâr insanlara, fedakârlık yapıp -el etek
öpme pahasına- destek olmak, müminler için bir vecibedir. Bizim için bir
vecibe… Her yerde, hele küçük dairede bir başlayın. Biraz evvel bahsettiğim bir
Hıristiyan gibi, bir Musevî gibi kimseler bile gelecek, diyeceklerdir ki,
“Benim imkânlarım var, ben de size şu kadar yardım edebilirim!” يَا لَهُ مِنْ
إِنْصَافٍ Bir buna bakın, bir de ona bakın! Ona bakın!..
ALLAHA’A
YAKIN OLMAYI DÜŞÜNÜYORSANIZ, MUHTAÇLARA EL UZATIN
Evet, bir gün gelecek, Allah’ın izni ve inayetiyle, “Zâlimlere
dedirtecek kudret-i Mevlâ / “Tallahi lakad âsereke’llahu aleynâ.” Dedirtecek
fakat o güne kadar, “mazlum”un, “mağdur”un, “mehcûr”un, “ma’zûl”ün, “mahrum”un,
“mescûn”un, “mustantak”ın, “muzdarr”ın yanında bulunmak, Allah maiyyeti adına
atılmış bir adımdır. Allah’a yakın olmayı düşünüyorsanız, maiyetten hissedar
olmayı düşünüyorsanız, o muhtaç insanlara el uzatacaksınız..Keşke, benim
bir-iki tane evim olsaydı!.. Dünyada bir kulübemin olmasını bile hiç
düşünmedim. Ben sadece, kabrimin beni sıkmamasını düşündüm, berzahımın
kararmamasını düşündüm. Fakat şimdi diyorum ki, “Keşke bir-iki tane alsaydım,
şimdi satsaydım!” Ama zannediyorum Türkiye’de olsaydı onlara da el koyarlardı,
değil mi? Tüh… İyi ki almamışım. Evet ama dünyanın başka bir yerinde alsaydım,
iki tane evim olsaydı böyle, bir milyonluk, iki milyonluk bir şeyim olsaydı,
beş-on insanın hiç olmazsa bir seneliğini taahhüt etseydim; o mazlumları, o
mağdurları, o “Acaba ne yiyecek, ne içeceğiz?” diyen insanları sevindirseydim;
Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, mahcup olmadan çıkardım.
TÜRKİYE’DE
MÜSADERE EDİLEN KİTAPLAR, BAŞKA ÜLKELERDE DERS KİTABI OLARAK OKUTULUYOR
Fakat hiçbir şeyim yok, yapacak bir şeyim yok. Teliften gelen
şeylerim var; burada kaldığım yerlerin kirasını vermeye çalışıyorum. O
müesseselere de el koydular, kitaplara da el koydular. Gasp adına umumî ilan-ı
harp yaptıklarından dolayı, adeta “Hiçbir şey dışarıda kalmasın!” deyip umuma
karşı bir ilan-ı harp ettiler. “Kimin nesi varsa, hepsine el koymak lazım!..”
“En-Nuru’l-halid”e (Sonsuz Nur’a) da el koyuyorlar. Hâlbuki -ülkenin adını
söylemeyeceğim, gider oradakilerin kafalarını da karıştırırlar- üniversitede
ders kitabı olarak okutuluyor o kitap; “İrşad Ekseni” de ders kitabı olarak
okutuluyor. Fakat (Türkiye’de) o kitaplar müsadere ediliyor. O mübarek millet,
kafasını yitirdiği dönemleri yaşıyor, bazıları itibariyle. İdraksiz insanlar… O
idraksizlere karşı, bütün idrak aktivitemizi canlı tutarak, Allah’ın izniyle,
düşmüşün elinden tutup kaldırmamız, açı doyurmamız, ağlayanın ağlamasını
dindirmemiz, kapılarına kilit vurulanların kilitlerine anahtar bulmamız ve hüzün
içinde inleyen insanları sevindirmemiz, bizim için birer vecibedir. Cenâb-ı
Hak, bihakkın bu vecibeyi yerine getirmeye bizleri muvaffak eylesin!..Bize
bugün Ensâr-Muhâcir kardeşliği sergilemek düşüyor; inşaallah, Allah’ın vaz’
ettiği vüdd gelecekte inkişaf edecek ve Hizmet tam bir “dünya meselesi” haline
gelecek.
ÖNEMLİ
DEĞİL AMA ÇEKTİKLERİMİZİ GAVURDAN BİLE GÖRMEDİK HİÇ BİR DÖNEMDE
Bizim çektiğimiz şeyler, önemli değil ama bu dönemde çektiğimiz
şeyleri, gâvurlardan görmedik, hiçbir dönemde. Çekilen şeyler… Fakat olsun..
“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.
Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.
Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”
Aklını peynirle yemiş insanlar; eziyet etmek, işkencede bulunmak
suretiyle, insanları kendi çizgilerine çekeceklerini zannediyorlar. Allah’a
inanan, Rasûlullah’a inanan (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek mü’min; iz’an
mü’mini, yakîn mü’mini, ilme’l-yakîn mü’mini, ayne’l-yakîn mü’mini,
hakka’l-yakîn mü’mini, tevekkül-i tâm mü’mini, teslim-i tâm mü’mini, tefviz-i
tâm mü’mini, sika-i tâm mü’mini, o türlü şeylere katiyen tenezzül etmez.
Acından ölse bile, el-etek öpmez. El-etek öpecekse şayet, لِتَكُونَ كَلِمَةُ
اللهِ هِيَ الْعُلْيَا “Allah’ın nâm-ı celil-i sübhanîsinin bayrak gibi
dalgalanması için..” öper. Onun için yapar; mü’min kardeşlerine yardım etmek
için yapar.
Öyle yardım etmeli ki, bir gün o mü’min kardeşler kapınıza gelse,
tıpkı muhacirîn-i kiram efendilerimizin Ensâr-ı fihâm efendilerimize dedikleri
gibi demeliler. (Birileri “ekremîn”, diğerleri de “efhamîn”.) “Biz artık
şöyle-böyle geçimimizi temin edecek duruma geldik; müsaade buyurursanız, o bağ
ve bahçedeki durumdan elimizi-eteğimizi çekmek istiyoruz ve bundan böyle o
imkânlardan istifade etmek istemiyoruz. Kendimize birer kulübecik yaptık; sizin
hânelerinizde kalmayı da düşünmüyoruz artık!” Gelip dediler muhâcirîn-i kirâm
efendilerimiz. Ensâr, ağlayarak Rasûlullah’a geldiler, “Yâ Rasûlallah! Muhâcir
kardeşlerimiz böyle bir şey diyor; onlar yurtlarını yuvalarını terk ettiler.
Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler –كَمَا كَانَ الْيَوْمَ، كَمَا كَانَ اَلْيَوْمَ
(Bugün de olduğu gibi.. bugün de olduğu gibi.)– onların her şeylerini gasp
etmişlerdi. Tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte bulunmuşlardı.
Haramîlik etmişlerdi. Biz onlara bağrımızı açtık. Ve bu mevzuda onlara destek
olmayı, Cenâb-ı Hakk’ın kurbetine vesile olacak mülahazasıyla yapıyorduk.
Evlerimizin şerefi olmuştu. Bağ ve bahçelerimizin şerefi olmuştu. Müsaade
buyurursanız, bu kardeşlik devam etsin!..”
ABDURRAHMAN
İBN AVF ,HAMALLIKLA İŞE BAŞLADI, MEDİNE’NİN EN ZENGİNİ OLDU
Ensâr, böyle davranıyordu; Muhâcir de o istiğna ruhuyla, o îsâr
ruhuyla, mutlaka artık alın teriyle kazanmak istiyordu. Onlar ticaretten
anlıyorlardı. Bir-iki sene içinde, Kaynuka, Kureyza, Nadır çarşı ve pazarında
âdeta ticareti ele geçirdiler. Ve çokları, Hazreti Osman efendimiz gibi,
Abdurrahman İbn Avf gibi, hamallıkla işe başladılar. Medine-i Münevvere’nin en
zengini haline geldiler. Fakat o servet de bir yönüyle, beş yüz deveyi birden,
gözünü kırpmadan verecek kadar, bir sehâvet (cömertlik) anlayışına bağlı idi;
elinin tersiyle “Al götür, umurumda değil” diyecek kadar… Dolayısıyla onlar
ayrılmak istiyordu ama öbürlerinin de onlara bakma şerefinden mahrumiyete tahammülleri
yoktu.
Böyle bir mülahaza ve böyle bir anlayış ile… Zalimler tarafından
gadre uğrayan, mazlumiyet ve mağduriyet yaşayan kardeşlerimize yardım
etmeliyiz. İmkanı varsa, ceketimizi satarak, onun parasıyla onlara bakmayı,
insanlığın gereği, İslamiyet’in gereği, îsâr ruhunun gereği, kendimiz için
yaşamamanın gereği, yaşatma mülahazasıyla yaşamanın gereği, “ba’su ba’de’l-mevt
erleri” olmanın gereği, adanmışlık ruhunun gereği bilmeliyiz!..
Evet, o iyiliğimizi devam ettirmeye bakalım, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Bir gün gelecek, o muhâcirîn-i kirâm zatların yardıma ihtiyaçları kalmayacak.
Birileri iradî hicret yapmış, hizmet ediyorlar; onlar hakkında da celpnameler
çıkarılıyor. Birileri de cebrî, ızdırarî hicret yapıyorlar. Biri ızdırârînin
sevabını kazanır; öyle muhacir, onun sevabı kazanır; diğeri de iradînin
sevabını kazanır.
BEYLİK,
PAŞALIK İÇİNDE, MİRAS KONDU DERBEDER RUHLAR,BUNU ANLAMAZLAR
Hicret etmeyen, dinsizden imansızdan işkence görmeyen, hemen her
şeyi beylik-paşalık içinde bulunan, hazıra konan, -efendim, ne derler,
“miras-kondu”- miras-kondu derbeder ruhlar, bunu anlamaz ki!.. Miras-kondu
derbeder ruhlar… Dininden, inancından, mefkûresinden ötürü bir tokat yememiş,
iki gün zindan görmemiş, tecritte yatmamış, keyfin ağaları, sarayın ağaları,
derbeder ruhlar, bunu bilmezler ki!.. Bunu bilenler, bilirler; çekenler,
bilirler!..
Evet, bir gün o muhâcirler gelip diyecekler: “Yapmayın bunu!”
Hizmet edenler, himmet organizasyonlarında bulunan insanlar da diyecekler ki,
“Hayır bizi böyle bir güzellikten mahrum etmeyin, devam edelim!” Muhâcirîn-i
kirâm ve Ensâr-ı fihâm efendilerimiz gibi hareket edecekler. Ve Allah’ın izni
ve inayetiyle, kapılar açılıp Cenâb-ı Hak yeniden yollar oluşturduğunda, bu
dünya meselesi, dünya hadisesi bugün dünyaya sesini duyurduğu gibi devam
edecek. Bugüne kadar Allah’ın belli ölçüde vaz’ ettiği vüdd, inkişaf ederek
devam edecek. Ve mesele bütün dünya tarafından bilinen tam bir “dünya meselesi”
haline gelecek. Vesselam.