Bugün mü‘minler iman ve inançlarının gereği olarak, olması muhtemel bazı hadiselerle karşılaşmışlardır. Bu türlü sıkıntılar karşısında onlar, “…Ya Rabbena! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma! Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlamız, yardımcımız! Kafir topluluklara karşı sen yardım eyle bize!” (Bakara,286) diye dua ve niyazda bulunurlar.
İnsan bazen beklemediği hadiselerle karşılaştığı zaman sarsılabilir. Bu sarsılma, asla ümitsizliğe sebebiyet vermemelidir. Ashab-ı Kiram (r.anhüm) Efendilerimiz de Uhud ve Huneyn’de sarsılmışlardı.
Bilhassa Huneyn’de Efendimiz’e (sav), ‘Sen Allah’ın Resulü değil misin? diyenler bile olmuştu. Olmuştu ama Efendimiz (sav), ‘Ben Allah’ın Resulüyüm, bunda yalan yok deyip’ atını mahmuzlayıp yürümüştü. Böylece Ashab-ı Resulullah (r.anhüm) da cesaretlenip Efendimiz’i takip etmişler ve asla geriye adım atmamışlardı.
Evet, bu türlü sarsıntılarda Allah’a güvenip dayanarak geriye adım atmayanlar, dik durup devrilmeyenler; Allah’ın izniyle neticede kazanan onlar olacaktır. Bu dönemde de bazı sarsıcı hadiseler olmaktadır. Mü’minler bu hadiseler karşısında katiyyen sarsılmamalı ve katlanmalıdırlar. Çünkü, canlılar, hususiyle insanlar için mukadder olan ecelin, nerede ve ne zaman kapısını çalacağı belli olmayan bir dünyada misafireten bulunulmaktadır.
Binaenaleyh, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, geçici dünyada moral bozucu birtakım sıkıntılar ümitsizliğe sebebiyet vermemeli ve doğruluğunda şüphe ve tereddüdü olmayan bu yolda, iman ve Kur’an hizmetine gönül verip sahip çıkarak; dünya huzur ve barışına katkıda bulunmanın yanında, insanların güven içinde yaşamalarına gayret gösterilmeli, bu şerefli hizmeti gelecekte temsil edecek hayırlı nesillerin yetişmesine ağırlık verilmeli ve arkadan gelenlere ümit ve moral takviye edilmelidir.
Dünyanın ve eşyanın kıymeti insana bağlıdır. Öyleyse insan unsuru üzerinde ısrarla durulmalıdır. Her şeyimiz yok olsa da, yaratılan varlıkların en şereflisi olan insan koruma altına alınmalıdır. Mevcudu korumanın yanında, şeytan ve nefsin esir aldığı nesiller kurtarılmaya çalışılmalı ve bu en büyük derdimiz olmalıdır.
Müslümanlık sadece Araplara ait olmadığı gibi, Hizmet de sadece Türklere ait değildir. Dolayısıyla, rengi, dili, dini ve inancı ne olursa olsun, yeryüzündeki bütün insanların İslam’da ve Hizmet’te hakkı vardır. Binaenaleyh, mü’minler liyakatı olan Allah kullarına Din-i Mübin-i İslam’ı ve Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’yi ulaştırmak ve sevdirmek mes’uliyetini ve sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Çünkü, Allah (cc) insanı varlık aleminin en mükemmeli, en mükerremi ve en güzeli olarak, fıtrat-ı İslam üzere yaratmıştır.
Muhtevası ile beraber dünyanın ve kainatın kıymet ve değeri onun varlığına bağlıdır. İnsanın olmadığı bir yerde hiç bir şeyin kıymet ve değeri olmayacaktır. İmanın, ahlakın olmadığı yerde de, insanın değeri korunamamaktadır.
Allah (cc) insanı zıt kabiliyetlerle donatmıştır. İman, sevgi, şefkat ve merhamete mukabil; küfür, gayz, kin ve nefret gibi… Şayet insan iyi terbiye edilirse, meleklerle yarışacak liyakata ulaşır. Yoksa şeytanları bile utandıracak tavır ve davranış sergileyebilir.
İnsan düzgün olursa, dünyada da ahenk, huzur ve güven olur. O bozulursa dünya yaşanmaz hal alır. Onun için mü’minin dünya ve ahiret mutluluğu, dinin iman ve ahlak esaslarına uymak ve sorumluluk duygusunun vicdanda duyulmasına bağlıdır. İnsan bu halet-i ruhiye ile hareket ettiği, hayatını tanzim ettiği zaman, Allah (cc) onu aziz kılar, yoksa zelil olur.
İnsan ilimle kafasını aydınlatır, imanla gönlünü tezyin ederse; o zaman ferdi, ailevi ve içtimai bütün hayatını kontrol altına almış ve böylece, aklı, kalbi ve ruhuyla beraber her şeyin düzenli ve faydalı olmasını sağlamış olur.
İnsan Allah’dan, Peygamber’den, dinden, dolayısıyla mes’uliyet şuurundan uzak yaşarsa, kendi rahat ve huzurunu, menfaat ve çıkarını esas alırsa; bu defa kavga, çatışma, yani; gayz, kin ve nefret toplumu sarar. O zaman huzur, güven ve emniyet diye bir şey kalmaz.
Bugün insanlar birbirlerine karşı düşmanca tavır alıyorlarsa, ortalığı yakıp yıkıyor ve zulümde yarış yapıyorlarsa, gerektiği gibi iman erkanına inanamadıkları, Mevla’yı hakkıyla tanıyamadıkları için, ihlas, samimiyet, vefa ve sadakatten de mahrum kalmaktadırlar.
İnsanın bütün bu sıkıntılardan uzaklaşması, şeytan ve nefsin esaretinden kurtulması; kamil manada Allah’ı ve Resulü’nü tanımasına ve hayatını amel-i salih ile donatmasına bağlıdır.
İmanın zevkini tatmış, hayatını Allah’ın rızasına adamış, iradelerinin dışında Medrese-i Yusufiye’ye girme zorunda kalmış, bazıları da hak bildikleri davalarını muhtaç gönüllere duyurabilme adına muhtelif ülkelere hicret etmiş olan kadın-erkek, çocuk, genç ve yaşlı bu kahramanlar, dün olduğu gibi bu gün de hakikat-i İmaniyenin inkişafına hizmet etmektedirler.
Bu kahramanların içerideki ve dışarıdaki dostları ve aile efradları dahi, zulmün en şiddetlisine maruz kalmalarına rağmen; asayişi bozucu, milletin itibarını sarsıcı bir tavır ve davranış içine girmeden, kanunlara karşı gelmeden, ülkenin menfaat ve çıkarlarını da hesaba katarak, sulh-ü umuminin tesisi adına kendilerine yakışanı yapmaktadırlar.
Mü’minler, Allah’tan başka kimsenin karşısında boyun eğmemiş, bel kırmamıştır. Her ne kadar gaddar zalimlerin zulmüne maruz kalsalar bile, İman ve Kur’an hizmetinde bulunan, kalplerini ahlak ve faziletle donatan bu insanlar; bulundukları ülkelerde insanlığın dünya ve ahiret saadetine vesile olmaları itibariyle, maddi planda sıkıntılar içinde olsalar dahi, vicdanları mutmain ve huzur içindedirler.
Bu insanların, bütün gayretleri ve fedakarlıkları, insanların ahiret hayatlarını kaybetmemelerine vesile olmak ve dünyada da herkesi kendi konumunda kabul etmek suretiyle mutlu ve huzurlu bir dünyaya kavuşmalarını sağlamaktır.