Prof. Cihangir İslam: AK Parti 2. sağcılaştırma projesinin mühendisi oldu.Türkiye’de ikinci sağcılaştırma programı yürütüldüğünü belirten İslam, “AK Parti ‘ikinci sağcılaştırma projesi’nin mühendisi olarak davranıyor” dedi. İslam’a göre AK Parti iktidarının topluma yaşattıkları nedeniyle dine ve dindarlara karşı da öfke birikti.Gazeteduvar sitesinden Sadık Güleç’e konuşan Cihangir İslam AKP muhafazakarlığıyla ilgili önemli yorumlarda bulundu.
Son KHK ile 330’un üzerinde akademisyenin işine son verildi. Bunlardan biri de, muhafazakâr camiada yakından tanınan Prof. Dr. Cihangir İslam’dı. Kısa bir süre Saadet Partisi’nde bulunmuş, daha sonra Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarının kurduğu HAS Parti’de yer almış; her iki partide de hem kurucular kurulu üyeliği hemde GİK üyeliği yapmıştı. Bugün Başbakan Yardımcısı olan HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarının AK Parti’ye katılmalarını şiddetle eleştiren, beş profesörün imzaladığı deklarasyona imza koyan isimlerden biriydi.
90’LI YILLARDA ÜNİVERSİTEDEN ATILDI
Doksanlı yıllarda Mazlum-Der’in kuruluşunda yer alan Prof. Dr. Cihangir İslam o yıllarda da insan hakları alanında yaptığı çalışmalardan dolayı üniversiteden tam üç kez atılmıştı. Bugün ‘Barış Bildirisi’ nedeniyle üniversiteden atılan akademisyenlerin yaptığının düşünce özgürlüğü olduğunu savunarak onların atılmasına karşı çıkan bildiriye imza atan Cihangir İslam’ın Saadet Partisi ve HAS Parti’de politika yaptığı arkadaşlarının birçoğu bakanlık, milletvekilliği, belediye başkanlığı yapıyor, ailesinden birçok kişi de AK Parti içinde yer alıyor.
-Sizin üniversiteden atılmanız birçok kişiyi çok şaşırttı. Atılmanıza barış bildirisi sonrasında yaşananlar yol açtı sanırım. Siz atılmalara karşı yayınlanan ikinci bildiriye imza atmıştınız; üniversiteden uzaklaştırılmanıza bu olay mı yol açtı sizce?
1182 imzalı ilk bildiriden sonra hatırlayacaksınız hukuk dışı uygulamalar, işten atmalar ve gözaltılar başlamıştı. İkinci bildiri bu hukuk dışı uygulamaları iktidara ve YÖK’e hatırlatan ve haksızlıklara uğrayanlara destek imzasıydı. Yani “insan hakları,” “demokrasi” ve “ifade özgürlüğü”nü ön planda tutan destek bildirisine verilen imzaydı. Burada olup biten Türkiye’deki olan bitenle iç içe olan bir mevzudur. Şöyle bir siyaset izleniyor. Şu andaki iktidar kendisini destekleyenlere bütün alanları açmış vaziyette, yani destek baki kaldığı ve devam ettirildiği müddetçe. Ancak en ufak muhalif sese hatta “insan hakları,” “ifade özgürlüğü” gibi temel hakları dillendiren en ufak muhalif sese meydan vermiyor ve tahammül edemiyor. Bir kamplaşmayı adeta yürürlükte tutmak istiyor. Bu kamplaşmayı tanımayan ve reddeden insanları da hukuk dışı yollarla bu duruma getiriyor. Zulmediyor. Yani KHK’larla onları damgalayıp bir kenara atmayı seçiyor. O zaman “Yeni Türkiye’nin post-modern toplama kampı” oluyor bu uygulamalar. Peki bekliyor muydum? Evet. Teorik olarak, potansiyel olarak, AK Parti ile yollarım kesişmediği için, AK Parti’nin bilinçli olarak dışında olduğum için, onlardan hiçbir talebim olmadığı için bekliyordum.
‘İMZAMIZI ÇEKSEK KENDİMİZİ İNKAR ETMİŞ OLURDUK’
Kısa Saadet Partisi tecrübesi -orada da rahmetli Erbakan Hoca’dan izin alarak doktorluğuma mesleğime dönmüştüm- daha sonra iki yıllık HAS Parti tecrübesi ile ama daima bu hareketin yani AK Parti’nin dışında kaldım. Kendi gücüm yettiğince ahlaki ve insan hakları temelinde; zaman zaman da yanlış siyasetlerine ilişkin eleştirel yaklaştım. O yüzden teorik olarak “evet bekliyordum” diyebilirim. Dönemin başbakanının ve YÖK başkanının bir çağrısı vardı imzaları geri çekmeye yönelik. Ben o bildiriyi o kadar düşünüp taşınarak, muhakeme ederek bir vicdan muhasebesi yaparak imzaladım ki, onu çektiğiniz anda son derece meşru bir hakkınızı ve kendinizi, değerlerinizi inkar ediyorsunuz demektir. Bu nedenlerden ötürü imzamı çekmeyi hiç mi hiç düşünmedim. Benim varoluş gerekçelerimle bağdaşmazdı. Yani imzamı çekseydim aynaya bakamazdım. Halbuki şimdi bu uygulamaları yapanlar yüzümüze bakamıyor. Bu durumu dayattılar. Üniversite soruşturma açtı. Halbuki yüksek yargının verdiği kararlar, üniversitenin bu konuda soruşturma açmasını zaten engelliyordu. Anayasa bunu engelliyordu. Bir yıl uğraştılar ve hukuk içinde beni üniversiteden atma yolunu bulamadılar. O yüzden, Kanun Hükmünde Kararname’e (KHK) sıkıştırdılar ve attılar. Yani her muhalifin başına gelebilecek bir şey yaptılar. KHK’ya benim adımı sıkıştırarak benden de hesap sormuş oldular kendilerince.
‘İSLAMOVİÇ ADIYLA BURAYA GELMİŞİZ’
-Şöyle bir gözlemim var. Bilmem katılır mısınız? AK Parti’nin dindar, mütedeyyin insanların muhalefeti olsa bile onları tolere etme noktasında bir duruşu vardı. Ama son dönemde F.. ilişkilerinin çok dışında örneğin Mazlum-Der’den insanlar da görevden alındı. Yani sizin aile kimliğiniz, durduğunuz yer anlamında bir koruma kalkanı olabilir miydi diye düşündüm?
AK Parti çevrelerinden bana, “senin ismin oraya yanlışlıkla girmiştir” tezi dillendiriliyor. Ben de onlara şunu söylüyorum: Bir, ben KHK’yla ne için alındığımı ne ile suçlandığımı dahi bilmiyorum. Biz yüzyıldır bu topraklarda yaşayan Bosnalı göçmen bir aileyiz. İslamoviç adıyla buraya gelmişiz. Ve İslam ailesini az çok tanıyan bilir, siyasetle de hemhal olmuş bir aileyiz. Babamın 1973-1977 yılları arasında bir dönem milletvekilliği var. Rahmetli dedemin yine kültürel ve siyasi bir duruşu var. Dönemin TRT’sinde Boşnakça Radyo Spikeri, Eski Yugoslavya Büyükelçiliği resmi mütercimi. İktidarlardan nemalanmamak, daima hakkı söylemek bizde bir aile geleneği. Kimden öğrendim ben bunu? Bosnalı bir yetim olan dedem Hacı Hüseyin İslam’dan öğrendim.
Şimdi gelelim listeye yanlışlıkla girme meselesine. Yanlışlık nerede? Ölçüyü ortaya koymadığımız zaman yanlışlığı tespit edemeyiz. Siz bu listeyi hazırlarken, hangi ölçüyü aldınız da insanları bu listenin içine koydunuz? Yani siz ölçüyü bir söyleyin; belki ben itiraz etmem ‘evet haklısınız’ diyebilirim. İronik yaklaşıyorum elbette. Çok şükür, atıldıktan sonra hiçbir kesim tarafından hakkımda kötü bir söz söylenmedi. AK Parti’ye yakın gazetelerden, Cumhuriyet’e kadar hakkımda kötü bir şey söylenmedi. Söylenemedi. Bu da hakikaten beni mutlu etti diyebilirim. Ölçüyü burada ortaya koymadıktan sonra yanlışlığın nerede olduğunu bilmek imkansız. Yani bu “Yeni Türkiye’nin post modern toplama kampı”na, kimleri topluyorsunuz, kimleri alıyorsunuz, hâlâ belli değil. Ama benim görebildiğim şu, muhalif olan herkes burada yerini alabilir ve almakta.
‘İKİNCİ SAĞCILAŞTIRMA PROJESİ’
-AK Parti özgürlükler noktasında iktidarının ilk döneminde geniş bir kesimi etkiledi. AK Parti’ye oy vermeyenler dahi bir Alevi meselesi tartışıldığında pratikte çok önemli adımlar atılmasa dahi, ya da Kürt meselesi tartışıldığında bunu olumlu bir şey olarak gördüler. Ama sonradan farklı bir noktaya geldik. Bunları AK Parti’ye yönelik girişimlerle 17-25 Aralık ya da darbe girişimi ile açıklamak ne kadar doğru?
Bu söylediklerinize ara sonuçlar olarak bakılabilir. Bence asıl hadise şudur: AK Parti hakkı savunmak için. Yani insanı esas alıp, hakkı savunmak için yola çıkmıştı. Şunu da eklemişti o günlerde: “Reel siyaset yapacağız.” Daha sonra kendi siyasi zihniyetinde bir dönüşüm yaşadı. Haktan ziyade kendi gücünü tahkim etmek ve iktidarda kalmak üzere davranmaya başladı. Reel’e teslim oldu. Biraz daha geniş perspektiften bakarsak, ben bunu ‘Türkiye’deki Müslüman kitleyi ikinci sağcılaştırma projesi’ olarak telaffuz etmek istiyorum. Birinci sağcılaştırma projesi biliyorsunuz, Cumhuriyet sonrası dönemde çok partili hayata geçişte yaşandı. Bir devlet politikasıydı. Burada, Müslümanlığa, Anadolu insanını, Alevi’yi de Kürt’ü de dahil ediyorum, dindar kitleyi de dahil ediyorum, çünkü hepsi aynı dertten muzdaripti. Öyle bir dönem yaşanmıştı ki ‘İslam’ sözcüğünü ağzına alan dahi kanunların yaptırım gücü ile karşılaşıyordu ve hapis yatabiliyordu. 141, 142 ve 163. Maddelerin yaktığı canları hatırlayınız.
KIVILCIMLI’NIN MÜSLÜMAN KİTLEYE HİTAP EDEN DİLİ
Çok partili döneme geçişte Türkiye Komünist Partisi’nin üst düzey yöneticiliğini yapmış Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın partisi irticaya destekten kapatıldı. Onun ünlü Eyüp konuşması vardır; Hazreti Muhammed’in adaletine vurgu yaptığı. O konuşmada bile irtica bulundu…
Çünkü hem emekten bahsediyordu hem de Müslüman kitleye hitap eden bir dili vardı. Bu sistemin en korktuğu kombinasyon budur. “Emeğe saygı duyan Müslüman bir kitle…” Bugün de bunu yaşıyoruz. Burada ‘Müslüman kitle’ demekle kimseyi dışarıda bırakmıyorum. Kültürel olarak Anadolu havzası, bütün insanları ile gayrimüslimler dahil, İslam geleneği altında yüzyıllardır yaşamış kendi içinde dengelerini kurmuş bir toplumuz. Şu oldu, İslam’ın temel ilkeleri, adalet gibi prensipler, sivil bir uygarlık prensibi, doğrudan telaffuz edilemez, ancak milliyetçilik ve ancak sağcılık altında telaffuz edilebilir hale geldi. O dönemin siyasi diline bakın, bu kitleler milliyetçi ve muhafazakar partiler, dönemin Demokrat Partisi, Adalet Partisi altında konumlandılar. Bu yukarıdan aşağı bir hareketti. Devletin projesiydi ve onlara açtığı siyaset yapabilme alanı buydu. Buna birinci sağcılaştırma projesi diyebiliriz. Yukardan aşağıdır, devlet merkezlidir ve devletin topluma empoze ettiği bir dildir. Bu yüzden Hakkı değil gücü esas alır.
Birinci sağcılaştırma hareketi böyleydi. Ama bu sistem yine dar geldi bu kitleye. Bildiğiniz gibi İslami anlamda dindar bir topluluk var, Alevi toplumu var, ayrıca Kürt kimliği problemi var. Bütün bu sorunları aşmanın bir yolu olarak AK Parti insan hakları, özgürlükler ve demokrasi yolunda ilerleyeceğine “ikinci sağcılaştırma projesi”nin mühendisi olarak davranıyor. Milliyetçi ve sağcı bir tutum takınıyor. Başlangıçta her ne kadar Kürt ve Alevi topluluklar ile yola çıkmaya çalıştıysa da iktidarı kendisine yakın olan insanlara bir menfaat kapısı olarak gördüğü ve uyguladığı için, Alevilerin ve Kürtlerin haklarını göz ardı etti ve onları sağcılaştırma imkanı bulamadı. Ama kendi içinden çıktığı dindar mütedeyyin insanları sağcılaştırmaya çalışıyor. Daha önce devletin üstlendiği bir politikayı üstleniyor ve bir Truva atı gibi bu kitleyi sağcılaştırıyor.
Sağcılaştırmanın anlamı nedir? Bunun üzerinde biraz duralım. Sağcılaştırmak bir statüko oluşturmaktır. Mevcut çarpık ekonomik ilişkinin devamını arzulayan kesimin diğer kesim üzerinde tahakkümüne göz yuman bir siyasetin adıdır sağcılık. Avrupa kökenlidir. Kökenine indiğiniz zaman hakim grupların güçsüzler üzerindeki tahakkümünü yansıtır. Bu yola çıkarken söyledikleri gibi “reel siyaset”tir ama nebilerin insanları çağırdığı siyaset modeli değildir. Bu nebilerin karşında durduğu; firavunların, nemrutların, Makyavellerin siyaset planıdır. Sapma şuradan başladı, eğer siz muhalefetteyken haktan hukuktan adaletten bahsediyorsanız, bunun sınav yeri sizin iktidarda olduğunuz zamanlardır. AK Parti iktidar sınavından kaldı.
‘NEYİN BEDELİNİ ÖDEDİĞİMİZ AÇIKLANMADI’
–İbrahim Kaboğlu gibi isimler üniversiteden atıldı. Şöyle de bir durum var; tanınmış isimler atılınca daha çok dikkat çekiyor. O zaman belki haksız olarak görünen bu atılmaların aslında buzdağının sadece görünen kısmı olduğunu düşünüyorsunuz. Bilinen isimlerin uzaklaştırılmasının belki böyle bir etkisi var…
Bazı yanlışlıklar yapıldıysa, önceki KHK’larda da bazı yanlışlıklar yapılmadığının garantisi nedir? Bunu hangi mantıkla izah edebilirsiniz? Burada söz konusu olan darbecilerin cezalandırılması ise “darbeye karışan istisnasız herkesin cezalandırılması” başka bir konudur. Ama avuçla alıp, bir avuç pirincin içindeki birkaç ya da daha çok taş için bütün pirinçleri heder etmek gibi bir şeydir bu. Bakınız şu cümleler en üst makamlardan geldi: “yanlışlıklar oluyordur, olmuştur.” Sanki kamyonla karpuz taşıyorsunuz, bir küfe yumurta taşıyorsunuz da biraz çatlak-patlak olabilir. Bir iktidarın insana bakışı böyle mi olmalı? Bir diğer cümle de şudur: “Akademisyenler de bedel ödeyecek.” Sorun bedel ödemekte değil neyin bedelini ödediğimiz hâlâ açıklanmadı. Bu saatten sonra akademisyenlerin, eğer bu toplumun akademisyenleri ise yollarını bu toplumdan ayırma hakları yoktur. Burada yani mağdur edilen yüz bini aşkın insanı ilgilendiren bu sorunda haklı haksız ayrımı sonuca ulaşana kadar akademisyenler, buradaki masumlarla, bu “Yeni Türkiye’nin postmodern toplama kampı”ndaki masumlarla kader birlikteliği yapmak dışında bir yolları yoktur. Bunun için yapılacak tek şey askıya alınan hukukun işlerliğe geçmesi, insanların töhmet altında iftira altında kalmadan, onurlu bir şekilde yaşamalarının imkanının yolunun açılmasıdır.
Bunun dışında sadece bu “Yeni Türkiye’nin postmodern toplama kampı”na alınanları cezalandırmıyorsunuz; onların ailelerini, küçük çocuklarını, onlara bağımlı olarak yaşayan kişileri de cezalandırıyorsunuz. Bu tip uygulamalar nebilerin sünneti değildir, firavunların geleneğidir. Yani size muhalif olan bir toplumun kökünü kazımak, suçlu suçsuz ayrımı yapmadan kendine muhalif olanların hepsini, bırakın susturmayı, bunları adeta “yok” haline getirmek tümüyle firavunların tarzıdır. “Bunların öğretmenleri nebiler değil firavunlardır” diyorum. Bu uygulamalar furkanı hiçe sayan uygulamalardır. Hak ile batıl ayrımını; doğru ile yanlış farkını hiçe sayan yöntemlerdir.
‘BU ZULMÜN HAYKIRILMASI LAZIM’
Zaman zaman 12 Eylül dönemi ile karşılaştırmalar yapılıyor. Ama 1402’likler atıldığı zaman sayılar bu kadar yüksek değildi…
1402’likler atıldığı zaman ben öğrenciydim. Gerçekten o da büyük bir dramdır. Ama insanların pasaportlarını alıyorsunuz, çalışmalarını engelliyorsunuz, bir yerde çalışsalar o işyerine baskı yapıp bu kişilerin çalışmalarını engelliyorsunuz. Bunun ucunu görebiliyor musunuz? Bunun nerelere varacağını kestirebiliyor musunuz? Bu apaçık bir zulümdür. Bu zulmün haykırılması lazım. 1402’likler ve daha sonra yargılanan akademisyenler, 1960 darbesini yaşayanlar da büyük zulüm yaşadı. İstanbul Üniversitesi’nde bilim tarihi ve felsefesinin en önemli isimlerinden biri olan Fuad Sezgin Hoca 60 darbesi sonrasında zorunlu olarak Almanya’ya gitmiştir. Ama orada adına kürsüler açılan bir insan haline gelmiştir. Fakat bugün akademisyenlere bu yolları da kapattılar. Yani yurtdışına gidip çalışalım deseler pasaportları yok. Ben bunu kendim için söylemiyorum. Ben burada kalacağım ve buradaki masum insanlarla kader birliği yapacağım. Haklarımız için, ifade özgürlüğü için sonuna kadar mücadele edeceğim. Akademisyenlere de çağrım budur. Bizlerin bu yerlere gelmemizde katkısı olan, içinde birer üyesi olarak yaşadığımız bu topluma olan borcumuzu ödemeliyiz. Hukuki bir zemine oturuncaya kadar bizim buradaki masum insanlarla beraber davranmamızın gerekli olduğuna inanıyorum.
Doksanlarda da görevden alınmıştınız. Oradaki suçlama neydi?
Doksanlarda hatırlarsanız Türkiye’nin üç tane önemli sorunu vardı. Birincisi Kürt siyasetinde özgürlükçü tutumun engelleri; ikincisi sistematik olarak, bir devlet siyaseti olarak işkence vardı; üçüncüsü de ağır başörtüsü zulmü vardı. Başörtüsü takanlara karşı hakaretlere varan uygulamalar vardı. Bir hocamızın şu lafını hiç unutmam. Beni de henüz asistanken çileden çıkartan o olmuştu. Başörtülü bir öğrenciye soruyor “Kızım senden şampuan reklamcısı olur mu?”, “Olmaz hocam” deyince “O zaman senden doktor da olmaz çık git dersimden.” Bu sözleri işitmiş, böyle bir havzada yaşamış bir insanım. Sonra ne oldu, mütedeyyin kesimde “insan hakları” söyleminin gündeme gelmesini hatta merkeze oturmasını getirdi. Kimler bu işin içindeydi? O dönemde Mehmet Pamak vardı, İhsan Arslan, Ali Bulaç ve daha şu anda ismini sayamayacağım birçok arkadaş vardı.
‘DEV-SOLCU İÇİN BASIN TOPLANTISI YAPTIK’
Büyük bir konsensüsle Mazlum-Der kuruldu. Bugünün İHD’sinden bahsetmiyorum ama o günün İHD’si, Sayın Nevzat Helvacı yönetimi İHD’yi sadece solcuların hatta solcuların da sadece bir kesiminin dikkate alındığı bir yer haline getirmişti. Başörtüsü meselesini ise bir insan hakkı olarak görmüyordu. “Biz bunu yapmayacağız” dedik. Olayı evrensel boyutta ele aldık. İnsan insandır ve bu dünyada insanın inandığı veya inanmadığı şekilde yaşama hakkı vardır. Bu hakkı hiçbir insan hiçbir insanın elinden alamaz. İçlerinde en gençlerden biriydim; ilk olarak hatırladığım kadarıyla işkenceye maruz kalmış bir Dev-Solcu için basın toplantısı yaptık. Bir kurumun farklı görüşten birine el uzatması belki de bir ilkti ve doktor olduğum için basın toplantısı esnasında yanına ben oturmuştum. O günün zihin yapısına göre devrim mahiyetinde bir şeydi. Dindar kitle de muhalefette olduğu için hak mücadelesine karşı hassastı ve destek veriyordu. Güzel işler yaptık. Bunlar sonucunda İHD de kendi içinde bir dönüşüm yaşadı. Bu çok güzeldi. Ondan sonra Mazlum-Der ve İHD birlikte birçok mücadele verdi. Bu konularda çok çalışmaları olan Ömer Faruk Gergerlioğlu arkadaşımızın memuriyetine geçtiğimiz günlerde Kocaeli Valiliği tarafından son verildi. Ali Bulaç yedi aydır hapiste, kendi emeğiyle yani yazdığı kitaplarla kazandığı helal para ile aldığı iki dairesine ve bir dükkanına el kondu.
Doksanlı yıllarda insan hakları, demokrasi üzerinden bir yakınlaşma da başlamıştı. 89-90’lı yıllarda başörtülü öğrenciler İstanbul Üniversitesi önünde eylem yaparken biz de bir tartışma yaşamıştık. Başlangıçta, “şimdiye kadar üniversite mücadelesinde bizden uzakta durdukları gerekçesi ile” destek vermeme eğilimi vardı. Ama kısa sürede bunun bir insan hakkı mücadelesi olduğuna karar vererek bir grup arkadaşımızı kırmızı karanfillerle o öğrencilere desteğimizi göstermek için göndermiştik. Devlet kendi çıkarları söz konusu olduğunda böyle bir ayrım yapmıyor.
Şimdi yukarıda bahsettiğimiz devletin bir dönem yaptığı sistematik işkenceye sessiz kalmak Müslümanlığın birinci sağcılaştırılmasıyla alakalı bir şey… Çünkü devletin sağlam, muhafazakar ve itaatkar bir tabana ihtiyacı var. O yüzden Müslümanlarla ilişkiyi milliyetçilik, muhafazakarlık ve sağcılık üzerinden kurdu. “Kutsal devlet” tanımı buradaki en büyük problemdir. Devlet kutsal değildir. Devlet Tanrı değildir; insanın kurduğu bir yapıdır. Devlet insan içindir. Önce Adem vardır, önce insan vardır. Devlet bizim, biz insanların aramızda kendi hizmetlerimizi, organizasyonlarımızı yapmak için iradelerimizle kurduğumuz, gerçekleştirdiğimiz bir araçtır. Bunu kutsal olarak ortaya koymak, ciddi bir sıkıntıdır. Zihinlerimiz bu noktada ifsad edildi. Bir de ezilmişliği katın buna, bir mazeret olarak söylemiyorum da, hayatta kalma mücadelesi verildi bu ülkede. Sadece dindarlar değil, Aleviler de bu mücadeleyi verdi. Dersim’de olan biteni bu iktidar kendi ağzıyla söylemedi mi? Bunları ifşa etmedi mi! Kürtler de bu baskı altındaydı.
Devlet Müslümanlarla kendi geleceği için sürekli olarak kapıları bir şekilde açık tuttu ama kendi istediği biçimde ve kendi istediği kimliğe sokarak irtibatı devam ettirdi. Maalesef bu birinci sağcılaştırmadır. İkinci sağcılaşma bu kez AK Parti’yle, taban içinden çıkan önemli bir bayii, önemli bir ajans tarafından gündeme koyuluyor. Bunun taşıyıcısı da AK Parti’dir. Tabandan tavana doğrudur ve kitlelere öğretilmiş ve talep ettirilmiştir.
‘HZ. MUHAMMED GÜCÜN DEĞİL ADALETİN SEMBOLÜDÜR’
-Baştan itibaren bir samimiyet sorunu olduğunu mu söylüyorsunuz?
Ben niyetleri okuyucu bir adam değilim. İnsanları ancak amellerine, fiillerine, edimlerine göre değerlendirebilirim. Temel sapma hak mücadelesi veren veya en azında vermesi gereken insanların güce tapınır hale gelmesiyle gerçekleşti. Bu, parasal güçtür, siyasal güçtür, bu koltuk gücüdür, iktidar gücüdür. Güce adeta tapınır hale gelmesidir. Bu tamamen bir yolu şaşırma, ya da yoldan çıkma hadisesidir. Çünkü -isterseniz batı literatürüne bakın, ben islamî literatür içinden konuşacağım- gücün sembolü bu literatürde Firavun’dur, Nemrut’tur. Ne Hz. İbrahim, ne Hz. Musa, ne Hz. İsa, ne Hz. Muhammed gücün sembolü değil, adaletin sembolü halindedir.
-Müslüman terminolojide ‘güç’ biraz da negatif bir kavram…
Şimdi hem haklı hem güçlü olmak en güzel noktadır. Güçlüyken adaleti koruyorsanız, bu çok iyi bir noktadır. Ama şöyle de bir şey vardır, güç elinizdeyse şeytanlar da etrafınızdadır ve ayartılmaya çok yatkın hale gelirsiniz. Kuracağımız dünya kimlikler üzerinden değil, prensipler yani ilkeler üzerinden olmalıdır. Yani adalet, eşitlik, özgürlük bu tip prensipler üzerinden olmalı ki bunu savunurken de güçlü olmalısınız. Ama bu prensipleri ortadan kaldırdığınız zaman işin içine bir keyfilik ya da çıkar girer ve gücünüzü onun doğrultusunda kullanırsınız. Bugünkü iktidarın düştüğü durum da özetle budur. İnsanlar, bilgi ya da –erdem ticareti yapmıyorum da- erdemliliklerine göre değil de maddi durumlarına ve koltuklarına göre itibar görür hale geldi. Bu inandığını iddia eden bir toplum için felaket, bir helak habercisidir. Bu “ölçü”nün ve kriterlerin yok edildiği bir durumdur; o zaman medeniyet olarak da sizin bir iddianız kalmıyor.
‘DİNE VE DİNDARLARA KARŞI ÖFKE BİRİKTİ’
-Sadece Türkiye’deki güncel siyasal bir pozisyon değil, medeniyeti temsil ettiğinden yola çıkarak söylüyorsunuz bunları değil mi? Sanki Müslümanlık adına böyle davranılıyormuş gibi bir algı var toplumda… AK Parti’nin ya da etkili simaların yaptığı olumlu ya da olumsuz söylemler Müslümanların hanesine yazılıyor toplum açısından. Bazı çevreler için böyle olmayabilir ama…
Şimdi öyle bir güne geldik ki dindarlığınızı ifade etmekte zorlanıyorsunuz, çünkü iktidarın bu topluma yaşattıkları üzerinden, adeta dine ve dindarlara bir öfke birikmiş durumda. AK Parti’nin her icraatı Müslümanlara hatta İslam’a fatura edilmektedir ve AK Parti açısından bunun sorumluluğu büyüktür. Bunun ciddi şekilde muhakeme edilmesi lazım. Bakın şimdi ben de İslam içinden konuşuyorum ve benim gibi binlerce, on binlerce, yüz binlerce insan var. Ayrık otu gibi tarlaya başkaldırırcasına bir yerlerde duruyorlar, bu filizleri biliyorum. Evet ölçü nedir? Ölçü benim için şudur, miras bırakmadan bu dünyayı terk eden bir peygamberin takipçileri sarayda mı yaşamalıydı? Müslümanların gönül verdiği peygamber, kendi emeğiyle kazandıklarını da paylaşmış bir insandı. Ve bu dünyayı terk ederken geriye herhangi bir miras da bırakmamıştır. Peki bu bize neyi işaret ediyor? Bu bize emek ve mülkiyet ilişkisinde bir noktayı işaret etmiyor mu? Dünyevi olmak lafını biraz dikkatli kullanacağım, çünkü bu dünya beni sonuna kadar ilgilendiriyor. Ama bütün söylediğim hikaye bu dünyadan ibaret değil, onu da hesaba katıyorum.
‘KAPİTALİZM DIŞI, SÖMÜRÜ DIŞI BİR YOL…’
Artık on beş yıllık bir iktidardan söz ediyoruz. Sermayenin el değiştirmesinden, Anadolu’dan yetişen o küçük işletmeler iş yaptılar artık büyüdüler, önleri açıldı. Artık siyasi iktidar üzerinden onun etrafına da kümelenmiş durumdalar ve orda başka bir şey oluştu. Bütün bu uygulamaları sadece bir hükümet sorunu olarak görmek ne derece doğru?
Kapitalizm batıda feodal ilişkiler içinde, belli bir sınıf olan burjuvazinin feodaliteyi bir yana iterek iktidarı ele geçirmesiyle doğdu. Bu belli bir coğrafyadaki tarihsel gelişimin özetidir. Bu tarihsel duruma öykünerek yani bir burjuvazi oluşturarak, başka tarihten alıp bir şeyi buraya monte ederek tarihe yön verebilir misiniz? Buradaki esas ama sıkça atlanan sorun şudur, bu beldenin kültürü, eğer ki kapitalizmi kendiliğinden üretmediyse, kapitalizm dışı, sömürü dışı, kölelik dışı bir çıkış yolu arayan bir tarihselliğimiz var demektir. Bunu da ancak paylaşım konusunda hassasiyet geliştirerek halledebiliriz. Nebilerin yolu da böyle bir yoldur.
İslami karşı çıkış açısından böyle bir proje olmadı…
Kısa bir maceramız oldu, HAS Parti kesinlikle bu ihtiyaçtan doğdu. Sloganımız, “firavunlaşmayacağız, Karunlaşmayacağız, belamlaşmayacağız.” Burada firavun, güce tapan, kendini hukukun üzerinde gören ve adaleti gözetmeyen yasalar yapan iktidarı temsil eder. Karun, mülkiyet üzerinden iktidar kuranların ve iktidara bu şekilde eklemlenenleri temsil eder. Belam da, bilgisini hakikat için değil de iktidardakileri ayakta tutmak iktidardakilere sunanları, Hakkı dillendirmeyen alimleri temsil eder. Her kesime bunu gönderebilirsiniz ama üç büyük noktaya vurgu vardır, neticede iktidarda bunları birleştirebiliriz. Yani ekonomiyi ve bilgiyi güce tapan bir iktidara hizmete sokmuş, hakikatle bağlantısını kopartmış bir güruhtan bahsediyoruz.
BİNDE YEDİLİK BİR PARTİ NİYE LAĞVEDİLİR?’
HAS Parti de farklı kesimlerde heyecan uyandırmıştı. Ama kısa sürdü… İki yıl.. Numan Bey’in ayrılması o kadar belirleyici mi oldu?
HAS Parti şunu gösterdi; bu ülkede menfaatler üzerine değil de, özgürce, büyük adalet prensibi dahilinde, prensipler üzerinde, farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşayabileceğimizi gösteren bir modeldi. Konjonktüre dayalı olarak aldığı oy binde yedidir. Ama üç yüz elli bin insan çıktı ve bu şeyi haykırdı Türkiye’ye. Gerçekten de küçük partilerin örselenip ufalandığı bir dönemde oldu. Fakat asıl sorulması gereken soru şudur: binde yedilik bir parti niye lağvedilir ve gider? Neden ısrarla gömülmeye çalışılır? Gömdüğünüz iki şey olabilir; ya bir cesettir toprak olur gider, ya da bir tohumdur onun devamı gelir.
‘BU YETKİYİ BANA VERSELER KORKARIM’
Anayasadaki temel itiraz noktalarını da konuşalım. Ayrıntı olarak nelere itiraz ediyorsunuz?
Birincisi usul açısından bütün toplumu içine alan bir teşebbüs değildir. İki partinin koalisyon protokolü gibidir. En temel itiraz budur. İkincisi bu sistem neyi değiştirecektir? Başkanlık hangi sorunumuzu çözecektir? İktidar sayısal olarak hangi istediğini uygulamaya sokamıyor da böyle bir sistemi istiyor? Teknik konulara girmek istemiyorum. Şöyle bir durum var; eğer ikinci dönem başkanlık yarıda kesilirse, ikinci dönem kullanılmamış olarak üçüncü döneme aktarılmış oluyor. Üçüncüyü de yarıda kestiniz diyelim orada da bir şey ifade edilmiyor. Sınırlandırıcı hüküm yok. Yani teorik olarak sonsuza kadar gidebilecek bir tekrar… Bu yetkiyi bana teklif etseniz korkarım ve almam, –doktoralı bir hukukçu olan- babama teklif etseniz derim ki ‘baba alma’. Babam derse ki ‘oğlum bir alayım hele, iyi şeyler yaparım,’ derim ki ‘baba bak, ben senin oğlunum bir baba olarak benim üstümde her türlü yaptırım gücün var, itirazım olmaz ama kamu üzerinde bu kadar yaptırımın gücün olamaz’ derim. ‘Kusura bakma ben sana HAYIR diyeceğim’ derim. Bu kadar netim bu konuda. Konuştuğum AK Partililer de oldukça kaygılı: “bugüne kadar ne istediler de vermedik” diyorlar. Genelde susuyorlar. Teşkilatları da heyecansız.
Bugünlerde ilk defa özellikle muhafazakar kesimlerde, AK Parti’nin bazı uygulamaları, yaptıkları tartışılabilir hale gelmeye başldı. Oralardan daha eleştirel şeyler duymaya başladık. Referandum süreci bir iç tartışmaya mı yol açıyor?
Bu toplum öyle ya da böyle, nebilerin, peygamberlerin sesine kulak veren bir toplumdur. Kadim gelenekleri ve sezgileri olan bir toplumdur. Gücün temerküzü, gücün tek kişide toplanması firavunların arzuladığı bir şeydir. Nebilerin peygamberlerin bize getirdiği ilke bütün insanların eşitliğidir. Burada bir ayrım yapamazsınız. Güçte de eşitliktir. Bir insanı kendi üzerimize çıkarıp onu kendi üzerimizde tanımak bu toplumun temel değerlerine de ters düşer. Bunu şu anda net bir dille ifade edemeseler de zihinleri, hafızaya ve sezgilere sahip olduğu için çok büyük bir tereddüt yaşıyorlar. Bu tereddüt iyi bir şeydir ve düşünceyi tetikler. Düşünerek karar vermek ise arzulanan bir durumdur. Benim en çok korktuğum şey bu dönemde, toplumun bir kamplaşmaya sokularak belli refleksler uyandırılarak, bu referanduma gidilmesidir. Toplum kendi haline bırakılırsa, düşünüp taşınıp doğru kararı verecektir. Ve bu doğru karar da gücün temerküzü, bir elde toplanması şeklinde olmayacaktır. Bunun dışında bu toplumun bildiği çok iyi bir kural var ki; istişare. Bu çok önemli bir kavram. Bir popülasyonun ana konularını o popülasyonun bütün fertleriyle tartışmak zorundasınız. Yani İstanbul’un sorunlarını bütün İstanbullular olarak, Türkiye’nin sorunlarını bütün Türkiye’de yaşan insanlar olarak, dünyanın sorunlarını da bütün dünyada yaşayan insanlar olarak konuşmak zorundayız. Burada kimlikler vs değil ki problem, adil uygulamaların ortaya çıkmasıdır amaç. O yüzden istişare zorunlu bir şeydir. Bütün fikirlerin, isteklerin, taleplerin ortaya çıkması her kesimin taleplerini gündemimize taşır. Siz meclisi hükümeti denetlemeden ayrı tutarsanız benim adıma iktidarı kim denetleyecek? Teknik bir durum daha var, başkanlık kategorik olarak karşı çıkılmayabilecek bir şeydir. Yani, her toplumu temsil edecek bir şahsiyet olacaktır. Önemli olan başkanlığın bu yetkilerle donatılması. Yargıyı belirlemesi, meclisi belirlemesi, partiyi belirlemesi. Bu seçim kanunu da değiştirilmelidir. Tabanın adaylar üzerindeki etkinliği arttırılmalıdır. Eğer altı yüz milletvekili yapılacaksa, bu da neye dayanır bunun mantığı, onu da çözebilmiş değilim bu neyin hesabıdır; meçhul.
’15 TEMMUZ İKİ FARKLI ŞEKİLDE OKUNUYOR’
Son olarak şunları söyleyebilirim. Bu ülkede 15 Temmuz iki farklı şekilde okunuyor. Biri sarayın penceresinden, diğeri sokaktan. Sokağın 15 Temmuz’undan bahsedeceğim. Aslında 15 Temmuz günü bu millet mevcut siyasi paradigmayı değiştirdi. Ötekileştiren , kutuplaştıran, kimlikler üzerinden kategorize eden toplumu geren anlayışı reddetti. Sokakta “demokrasi, insan hakları, öteki, hukuk devleti” gibi konularda gerçekten bir konsensüs oluştu. Ne yazık ki toplumun değiştirdiği bu paradigma parçalanmaya çalışılarak eski paradigmaya dönme çabaları gösteriliyor. Millet yine yapay fay hatları üzerinden kutuplaştırılmaya çalışılıyor. 16 Nisanda yüzde 52 EVET veya yüzde elli iki HAYIR çıksa ne olur? Toplumsal mutabakatla yapılması gereken anayasa üzerinden toplum mevcut siyasetçiler eliyle kamplaştırılarak eski siyasi paradigmaya geri dönülmeye çalışılıyor. Ama millet 16 Temmuzda oluşturduğu siyasi paradigmaya sahip çıkıyor. Toplum gerginlik istemiyor bütün kesimler 16 Temmuzdaki ruhla kucaklaşmak istiyor. Halkımızın oluşturduğu bu yeni paradigma mevcut siyasi anlayışın çok çok önünde. Zaten şimdiye kadar bu halk daima siyasilerin en az bir adım önünde olmuştur. Bundan sora siyeset yapacaklar oluşan bu yeni siyasi paradigmayı göz ardı ederek siyaset yapamayacaklar. Ancak hakikatın izinden giden, hakkı işaret eden, özgürlükçü ve eşitlikçi siyasi anlayış ayakta kalabilecektir.Gazete Duvar