[DOÇ. DR. MAHMUT AKPINAR/TR 724.COM]
Bütün İslamcıları aynı kategoriye sokmak doğru olmayabilir; ancak siyasal İslamcı gruplar benzer refleksleri gösterirler. Siyasal İslamcılar kendilerinin iktidar olmasıyla genelde ülkenin, özelde ülkedeki bütün Müslümanların problemlerinin çözüleceğini düşünürler.
Türkiye’dekilerin hayalciliği daha da ötedir. Osmanlı bakiyesi olmaktan ve yüzyıllarca Hilafet yetki ve gücünün bu topraklarda olmasından kaynaklansa gerektir; bizdeki siyasal İslamcılar iktidar gücünü kullandıklarında bütün ümmetin problemlerinin çözüleceği zehabına kapılırlar ve buna yürekten inanırlar.Siyasal İslamcılar problemleri çözme noktasında siyaseti tek (y)etkili kanal kabul ederler. Kendilerini “öncelikli”, “kapsayıcı”, “çatı”, “kuşatıcı” görür, diğer bütün ekolleri-cemaatleri kendilerine tabi olması gereken “teb’alar” olarak algılarlar. Siyasal İslamcılar “büyük abi”, “lider”, cemaatler/tarikatler ise onların dediklerini yapması gereken küçük kardeşler; önemsiz oluşumlardır. Onlar “ulul emr”, cemaatler “itaat etmesi gereken halk”tır. O nedenle bütün cemaatleri, tarikatları dizayn etme, şekillendirme ve gerektiğinde cezalandırma yetkisini kendilerinde görürler. Parti Müftüsü’nün (Hayreddin Karaman) verdiği “umumun (partinin ve hükümetin kastedilir) selameti adına bazen bir kişi, bazen bir grup ve cemaat, bazen bir bölge feda edilebilir” lafı bu ön kabule dayanır. Son zamanlarda hükümetin İslami, hukuki ve ahlaki hiçbir kural kaide dikkate almaksızın devletin bütün gücünü hoyratça kullanarak bir Camia’yı bitirmeye, imha etmeye çalışmasının altında yatan mantık budur. İktidarlarına biat ve itaat etmeyen, muhalefet eden, eleştiren kim olursa “isyancı”, “baği”, “hain” ilan edilmekte ve üzerilerine coplarla, Tomalarla yürünmektedir. Bunu yapanlar Furkan Vakfı gibi çarşaflı-sakallı dindar bir cemaat de olsa bakış açıları değişmemektedir. İnsanları/grupları kontrol altına almak için ezmeyi, zulmü, işkenceyi, adam kaldırmayı meşru görmektedirler.
Siyasal İslamcılar liderlerini “ulul emr”, kendi yapılarını “mutlak tabi olunması gereken tek hareket” kabul ederler. Eğer iktidarda iseler, onlar bir siyasal partiden öte, bütün İslami cemaatlerin temsilcisi, “meşru İslami hükümet”dir. İslam’a, ahlaka uymaz uygulamalarına, açık haramları helal kılmalarına rağmen bu iddialarından vazgeçmezler. Merhum Erbakan açık haramları meşrulaştırmıyordu. Bazı olumsuzluklara karşı tavırlı ve duyarlı idi. AKP iktidarlarında bu duyarlılık ve duruş tamamen bitmiştir. Siyasal İslamcılar kendilerine biçtikleri “lider” rolünden dolayı diğer İslami cemaatleri “terbiye etme” hakları olduğunu düşünür, cemaatleri bölmekten, yapılandırmaktan çekinmezler. Biat etmeyenleri ayrıştırır, ötekileştirir, mücrimleştirirler. Teslim alamadıklarını kamuoyu önünde linç etmekten, her türlü itham ve iftira ile karalamaktan kaçınmazlar.
Siyasal İslamcılar gücü ve yetkiyi kutsar. İslami kavramları ve değerleri iktidarını tahkim etmek ve alternatifleri yok etmek için sınırsızca ve suiistimal ederek kullanır. Zira İslam’ı ancak onlar temsil ederler ve yönetme hakkı, tekeli onlardadır! Diğer Müslümanlar-cemaatler-hareketler onlara oy deposu ve payanda olmak mecburiyetindedir! Siyasal İslamcılar “yönetici elit”, “seçkin”, “üst tabaka”; diğer cemaatler-hareketler ise sosyal tabandır, yığınlardır! İnsan yetiştirmek, toplumu dergâhlarda, medreselerde, ışık evlerde hazır hale getirmek cemaatlerin görevi, onları kullanmak ve devleti yönetmek ise siyasal İslamcıların hakkıdır! Diğer Müslümanlara bu elitist, seçkinci psikoloji ile bakarlar.
İlk iki döneminde muhafazakâr demokrat olduğunu söyleyen AKP 2011 sonrası fabrika ayarlarına, siyasal İslamcı reflekslere geri dönmüştür. Ali Bulaç gibi gerçek İslamcılar AKP’nin bu tavrını siyasal İslamcılıktan öte, otoriterleşmeye ve yozlaşmaya vermektedir. Ancak bugünlerde kendisi de hedefe konan Bülent Arınç’ın 2-3 yıl önce kullandığı ifadelerinde görüldüğü üzere AKP, cemaatleri kendine mahkûm ve mecbur görmekte, İslamcı siyaseti bütün grupların/cemaatlerin üstünde konumlandırmaktadır. Hatırlarsanız Arınç: “Biz yoksak siz de yoksunuz; olmazsınız” demişti. Bu aslında devletin, sistemin merkezine oturmanın, ona hâkim olduğu, kontrol ettiği zannının bir sonucudur. AKP iktidarının ilk dönemlerinde, Cumhuriyet mitinglerinin beyaz-aristokratik kesimler adına konuşan laikçi, Çağdaş Yaşam Vakfı kurucusu Türkan Saylan, bir konuşmasında “Biz asılız; bu ülkede bizim istemediğimiz bir şey olmaz” demişti. AKP’nin bugünkü herkesi yok sayan tavrı ile dün kendini her şey, sistemin sahibi sanan Kemalistler arasında halka bakışta aslında hiçbir fark yoktur. Bu tepeden bakışın dindarlara-cemaatlere farklı olacağını sanma bir yanılsamadır. Nitekim son günlerde Furkan Vakfı mensuplarına yapılan şiddet ve baskı buna çarpıcı bir örnektir. Bugün AKP’ye destek veren cemaatler iktidarı eleştirdiklerinde veya “biat”tan vazgeçtiklerinde anında şeytanlaştırılıp ötekileştirilecek, “terör örgütü”, hatta “firakı dalle” ilan edilecektir. Maalesef artık yeni kurbanların sesini duyurabileceği herhangi bir medya/mecra da kalmamıştır. Belki de bu gerçeği gördükleri için, zulüm ve baskı düzenine, iktidarın hergeçen gün batmasına rağmen kayıtsız şartsız desteği sürdürme mecburiyeti hissetmektedirler.
Siyasal İslamcı geleneğin diğer cemaat ve gruplara tepeden bakan anlayışı ile mevcut hükümetin otoriterleşme eğilimleri, Erdoğan’ın tek adamlığı ve hırsı birleşince karşımıza her şeyi yakıp yıkmaya kararlı bir ejderha (Leviathan) çıkıyor. Bu gün bazıları kendilerini emin-mahfuz görseler de az ayrılık yaşandığında, farklı görüşler ortaya konduğunda onlara da benzer yöntemlerin uygulanmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Hemen bütün cemaatlerin, İslami hizmet gruplarının yapılanması benzerdir. Geçmişinde en küçük bir şiddet bulunmayan Hizmet Hareketinin “Terör Örgütü” ilan edilebildiği bir ortamda ülkede terör ithamından kim kurtulabilir?
Referandum sonrası anayasal ve yasal kılıfı da hazırlanan Erdoğan’ın tekelindeki yönetim anlayışı artık sadece laik-seküler kesimler için değil, bütün İslami gruplar-kesimler için tehditttir, tehlikedir. Bu zihniyetin ne zaman hangi grubu şeytanlaştıracağı ve hedefe koyacağı meçhuldür. Ayrıca AKP/Erdoğan kıyamete kadar iktidarda kalmayacaktır. Devran döner ve bir başka kesim-zihniyet iktidara gelirse şu an Erdoğan’ın elini güçlendiren antidemokratik düzenlemelerin dindarlara/muhafazakarlara/cemaatlere yönelmeyeceğini kim garanti edebilir? 16 Nisan sonrası elde edilen devasa güç ve yetki AKP eliyle veya başka iktidarlarca muhalifleri, sivil-sosyal kesimleri devlet gücüyle ezmenin, sindirmenin yolunu açmıştır.
Toplumun muhafazakâr olan-olmayan bütün kesimleri, her türlü cemaat ve tarikat, tasavvuf liderleri, kişisel uygulamaları değil anayasal ve yasal düzenlemeleri esas almalı ve demokratik hukuk düzeninin korunmasına hassasiyet göstermelidirler. Zira kişiler ve hükümetler geçicidir. Ama anayasal ve yasal düzen kalıcıdır, süreklidir. Referandumla bir kişiye padişahı aşan yetikiler verildi. Tarih boyunca tasavvuf ekollerinin, büyük tasavvuf-din âlimlerinin bu tür sübjektif uygulamalardan çektikleri düşünülürse onların destekleriyle şekillenen bu otoriter-hukuk dışı düzenin en başta onları vuracağını söylemek kehanet değildir. Erdoğan’a ve otoriterleşmeye verdikleri kayıtsız-sınırsız destekle dindarlar/cemaatler en başta kendi ayaklarına sıktılar. Ama pek çoğu bunun farkında bile değil!