Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ilk ve değerli talebelerinden Hulûsî Yahyagil (V. 1986) ve Ahmed Feyzi Kul (V. 1972) Ağabeylerin İzmir’de Mustafa Birlik ağabeyin evinde yaptıkları bir sohbeti oğlu arkadaşımız Abdullah Birlik teybe kaydetmiş… Bu tarihi sohbetin bir hatıra olarak önemi büyük… Ahmed Feyzi Kul Ağabeyimiz, Üstad Hazretlerinin misyonu ve mânevî görevinin mâhiyeti hakkında Hulûsî Ağabeyi konuşturmak istiyor. O da mahrem sırların mevzubahis edilmesini pek istemiyor ve uygun bulmuyor. Israrlı zorlamalara rağmen Hulûsî Ağabey meseleyi kapatmaya çalışınca, Ahmed Feyzi Ağabey, Ege şivesiyle “Eh gâri biz bu hakikatleri kabirde mi konuşacağız?” diyor…. Hizmetin bilhassa Üstad’ın mazhar olduğu İlahî inayetleri şöyle anlatıyor:
“Ben, altı eserin yazılmasına Denizli ve Afyon Hapisanelerinde şahit oldum… Her iki hapishanede de o kadar engeller ve kayıtlar yani bir kelime bile yazılmaması için öyle şiddetli baskılar vardı ki, âdeta hiçbir yazının içeri girmesine, dışarı çıkmasına, kuş uçmasına bile imkân yoktu… Bu şartlar altında altı eser yazıldı. Bilhassa Meyve Risalesi… Meyve Risalesi bir şaheserdir… Denizli’de hapishanede, başgardiyan elde edildi. Üstad ayrı, tek hücrede, biz de ayrı ayrı koğuşlardayız. Ispartalılar bir koğuşta; hep oraya gönderiyorlar. Kâğıt yok, bir şey yok, imkân yok… Mahkumlar tabiî sigara içiyor. Paketlerin kağıdını atıyorlar. O kağıtlar toplanıp alınıyor. Gardiyanlar, başgardiyan toplanan o kağıtları alıp ‘Hâfız Ali!…’ diye çağırıyor. Bu kağıtlara kibrit kutularının içinde Üstad’ın üç satır yazıp gönderdiği Meyve Risalesinin cümleleri yazılıyor. Yani bir gün üç satır, ertesi gün beş satır daha… Meyve Risalesi böyle tamamlanıyor. Bugün Meyve Risalesini okuduğunuz zaman, ondaki ifade azameti karşısında insan donakalır. Böyle yazıldı, bunu ben gördüm… Altı eser bu şekilde, bütün imkânsızlıklar, engeller ve yasaklamalar içerisinde yazıldı. (Yazıldı da bu sefer) Dışarıya çıkmasına imkân ve ihtimal bile yok… Ama her şeye rağmen bu eserlerin hepsi de dışarıya çıkıyor, dışarıda neşrediliyor. Biz buna şâhidiz. Hatta bir gün Afyon hapishanesinde bir tek pusula yakalanmış… Bu pusula için öyle dehşetli bir tahkikat yaptılar. O tahkikat yapılıyorken, o bizim büyük Afyon Müdafaası ve daha neler dışarı çıktı. Onlara bir şey olmadan da dışarıda intişar etti. Neşredilenlerden de bir nüsha temyiz (yargıtay) başsavcısına verildi. Öyle olduğu halde, hem de ağır ve şiddetli hücumu olan bir müdafaa olmasına rağmen, Baş Müdde-i Umumî (Baş Savcı) benim beraatimi talep etti! Bu harikadır, görülmemiş bir şeydir.
“Ben Bediüzzaman Hazretlerinin yüzlerce kerametine şâhit olmuşumdur. Fakat en küçük bir keramet bile zuhur etse, hemen ‘Hizmetin kerametidir, Nur’un kerametidir, benimle alâkası yok’ derdi… Bir gün Emirdağ’a gittim. Beni hemen içeri aldı. Biraz sohbetten sonra ‘Kardaşım! Sen bugün mutlaka buradan git; zira buranın Kaymakamı çok münafık, bir hadise çıkarma ihtimali var’ dedi. Emri alınca hemen çıktık. Mehmet Çalışkan’ın dükkanına vardık. Onlar yemek hazırlamışlar. ‘Siz yemek hazırlamışsınız; ama ben emir aldım, vasıtaya bakıverin’ dedim. Onlar ‘Ooo… Vasıta bir defa geliyor buraya, o da gitti. Senin fazla paran varsa, hususî bir taksi tutalım, seni gönderelim’ dedim. Nerede Hacı Ahmet’te kav çakmak’..
“Bugün burada mecburî kalıyorsun’ dediler. ‘Aman!’ dedim, ‘Duyarsa ne hâle gelirim sonra? Ona haber vermemek şartıyla…’ İkindi oldu, camiye sapa yerlerden gittik ve geldik. Büyük bir camileri vardı. Mehmet Çalışkan’ın evine kapandık. Orada misafir kalacağız, başka yolu yok. Ertesi gün gidilecek. Akşam Allah ne verdiyse yedik. Misafirler gelmeye başladı. Hâkim, doktor gibi hep yüksek tabakadan insanlar, hepsi de müdakkik… Bana kabir suali sormaya başladılar. Bir fütuhat geldi, gece yarısına kadar, hiç aklıma gelmeyen şeyleri orada inayet-i İlâhî ile onlara söyledim. ‘Artık bu gece tam doyduk, bütün müşküllerimiz halloldu’ dediler. Gece yarısı dağıldılar. Biz de yatsıyı kılıp yattık.
“Sabah namazından sonra gitmeye hazırlanırken Zübeyir geldi ‘Kardeşim, Üstad Hazretleri sizi istiyor’ dedi. ‘Eyvah, yandık!’ dedim. Mehmet Çalışkan’a dönerek, ‘Kalk bakalım’ Suç senin, beni göndermeyen sensin…’ dedim. O da, ‘Sen korkma!’ dedi. Üstad’ın yanına gittik… Ben önünde diz çökerek oturdum; Mehmet Çalışkan ayakta, sonra o da oturdu. Bize, ‘Niçin kaldın, niye gitmedin?’ gibi bir şey demedi. ‘Kardaşım’ Bu gece kalmanız çok isabetli oldu, çok isabetli oldu…’ dedi. Sanki mübarek, gece konuşulanları aynen dinlemişti. Yani o gece yapılan sohbet, Üstad tarafından aynen telkin edildi, tasarruf edildi. Daha başka neler söyledi, hatırlamıyorum. Biz buna benzer daha neler gördük kardeşim! Ne hâdiselere şâhidiz… Üstadın önünde gönlünden geçen bir şeyin cevabını, daha ağzını açmadan almamak mümkün değildi…”
Eserlerin yazılmasının zorluğuna, hizmeti anlatmanın büyük engellerine rağmen ihlas ve sadakatla çalışanlar, Cenab-ı Hakkın inayet ve desteğiyle her zaman bir çıkış yolu ve çaresi bulmuşlardır. Şu anda, şu sürecin zalimliğine ve gaddarlığına rağmen elhamdülillah şimdi de aynı güzelliklere mazhariyetlere şâhit olunmaktadır…