27 Mayıs günü bu yıl Ramazan’ın ilk gününe denk geliyor. 27 Mayıs deyince tüylerimiz diken diken oluyor, bedenimizin her azası sızlıyor… Mayıs kirazların çiçek açtığı, güzelliklerin de dal budak boy attığı bir ay. 29 Mayıs’ta Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethetti. 27 Mayıs günü ise askeri darbeye imzanın atıldığı gün aynı zamanda…
Dünyaya hükmeden imparatorluğun Mayıs ayının bir gününe armağan ettiği güzellik ile genç cumhuriyetin, adeta lanetli bir güne dönüştürüldüğünün bir zaman dilimidir. Yani, Mayıs’ın 29’u sevinç, 27si ise hüznün gözyaşları ile ıslanmışlığına şahittir.
29 Mayıs günü koca bir tarihi aydınlatıyor, 27 Mayıs günü ise Cumhuriyet döneminin önünü tıkayan kara bir dönemdir.
İsterseniz her iki olayı karşılıklı olarak ele alalım…
Çünkü biri Osmanlı Devleti’nin yükselişini diğeri ise; Cumhuriyet döneminin önünü, inişe sürüklediği bir süreçtir.
Fethin 29 Mayıs’ı anılırken, 563 yıl geçmesine rağmen büyük bir heyecan ve sevgi dalgası meydana geliyor.
Öteki ise sürekli bir kartopu misali büyüyen bir nefreti biriktiriyor.
Fetih günü milli ve manevi azmimizi kamçılarken, darbe günü Anadolu halkının tüm değerlerini yok sayarak ümitsizliği ve tükenmişliği temsil ediyor.
Biri yaşatırken, diğeri tahrip ediyor, öldürüyor.
Biri kurtarırken, diğeri asıyor.
Birisi hala insanların duasına muhatap oluyor.
Diğeri ise bedduanın temel taşı oluyor.
DÜNKÜ DARBECİLER İLE BUGÜNKÜ BASKICILAR KUCAK KUCAĞA
Geçmişinden ders almayanın, geleceğinden söz etmesi mümkün değildir.
27 Mayıs, hukuku çiğnemekle kalmadı milli birliğimizin bozulmasına, halkın polarize olmasına yol açtı.
Yani 1960’ın, 27 Mayıs’ı hatırlaması yönü ile sevinip övüneceğimiz, hasretle anacağımız bir yıldönümü değil.
Peki ders çıkarıldı mı?
Ne yazık ki hayır!
Zira 29 Mayıs’ı gerçekleştiren Fatih Sultan’ın dehasından ibret alsaydık, bugünkü Türkiye’nin basiretsiz muktedirleri sayesinde, tüm komşularıyla problemli olan bir ülkeye sahip olmayacaktık.
1960 darbesinden ders çıkarsaydık, sonraki darbeler tekrar etmez, dahası bugün; Saray darbeleriyle çakma darbeler devam etmezdi.
1960 mezalimini ‘devrim’ diye kutsayan dünkü darbeci akım ile bugünkü baskıcı anlayış, kucak kucağa, omuz omuza durmazlardı.
Hem de, “27 Mayıs bir devrimdir” diyen Ergenekoncu ve Ulusalcılar, bugünkü Siyasal İslamcılarla işbirliğini sürdürmezdi.
Ülkeyi yeniden dizayn eden 1960 darbesinin üzerinden 56 yıl geçmesine rağmen, bataklığa saplanmış ağır vasıta misali, ülkeyi batırmaya devam etmez, yurdumuzun dört bir yanını kan gölüne çevirmezlerdi.
Dün, 27 Mayıs ile kamu kurumlarındaki tasfiyelerle devlet yeniden biçimlendirildi, bugün ise Saray sultası, hem hukuk hem de adalet mekanizmasını yerle bir etmeye devam ediyor.
Kamu kurum ve kuruluşları tasfiye ediliyor bir taraftan, diğer taraftan ise günahsız ve suçsuz insanlara, faşizm ve Hitler Almanya’sının görmediği zulümler yaşatılıyor.
Burs ve zekât verenleri “terörist” ilan ediyor, dünyanın en büyük Sivil Toplum Örgütü, bakanlar kurulu kararıyla, darbe dönemlerinde bile rastlanmayan bir uygulamayla “terör örgütü” ilan edilmeye çalışılıyor.
Hem de, “Fetih Marşı” eşliğinde, darbecilerle aynı türküyü, tempoyu tutarak.
Bu “Şeref”in yeni sarayımızın yeni sultanına ait olması ise ülkemiz adına büyük talihsizlik!
Ne ilginç, bugünkü sultanımız cumhuriyetten sonra dünya çapında elde edilen başarıları, markaları yok etmeye de azmetmiş durumda ve ülkenin yarısı bu durumu alkışlıyor.
Hizmet Hareketi gibi Türkiye’nin bir elin parmakları kadar bile olmayan dünya markası kurum ve kişilerini de bitirmek, tüketmek, ezmek, parça pinçik etmek için uğraşıyorlar. Sarayın büyükelçileri yurt dışındaki vatandaşlarına da Türkiye’de yaşatılan zulmü yaşatmaya and içmişler.
Yazıma tam nokta koyarken, AB’nin ‘en yoksul iki ülkesi Bulgaristan ile Romanya vatandaşları, Avrupa Birliği’nde dolaşım hakkına sahip olduğu haberi ajanslara düştü.
İşin kahredici ve vahim tarafı aynı gün,Türkiye’nin Romanya’daki Aktrol Büyükelçisi ise; bir ajan gibi kendi vatandaşının peşine düşmüş durumda.
Ünlü NBA oyuncusu Enes Kanter’i Romanya’ya sokmamak için uğraşıyordu.
Dünün yoksul ülkeleri vatandaşının refahı, bizimkiler ise tuzaklar peşinde…
Önceki gün Romanya Havaalanında yaşanan hadise dünya çapında yankılandı.
Enes Kanter’in pasaportunu iptal etme kahramanlığını sergilemiş çakma Büyükelçi…
Böylesi bir şerefsizliği 1960 darbesinin cellatları bile yapmadı.
Yaşadığımız onca millet karşıtı harekette hiç bir zaman kadınlar bugün olduğu gibi üretilmiş bahanelerle kundaktaki bebeleriyle hapislere tıkılmadı, tecavüz ile tehdit edilmedi.
Türkiye cezaevleri hiç bir zaman bu kadar vali, kaymakam, öğretmen, polis, kamu görevlisi, öğretim üyesi profesör, sivil vatandaş ile doldurulmadı.
Yeni ‘Sultan’ sayesinde Türkiye dünyada cezaevleri en eğitimli insanlarla dolu olan bir cezaevi olma ünvanına kavuştu bu dönemde.
Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Basri Bağcı, TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu’ndaki sunumda, cezaevlerindeki dramı dile getirdi.
Meclis tutanaklarına yansıdı bu utanç verici rapor.
Cezaevlerinde yaklaşık 221 bin 607 kişi bulunmakta.
Artırılmış kapasitesi 203 binken, bunun bile yüzde 9 üzerinde çıkılmış durumda.
İnşaat aşamasında 76, proje aşamasında 113 ceza infaz kurumu var.
Tarihin en utanç ifadesi ise; cezaevlerinde vardiya sistemiyle, evet vardiyayla binlerce insana zulüm edildiğini sıkılmadan söylüyor Müsteşar Yardımcısı.
Gelişmiş ülkeler fabrika, ilim ve eğitim yuvalarını açıyor, bizde üniversiteler kapatılıyor, cezaevlerinin temeli atılmakla övünülüyor.
Yazık…
Çok yazık…
İşin vahimi bu tabloya alkış tutan sürüler var.
Manzara o kadar net ki…
Eğer bir ülkede cezaevleri “suçlulara” yetmiyorsa o ülkede Adalet sorunu vardır.
Neyse…
Zulüm payidar olsaydı, 27 Mayıs’ın cellatları, bugün nefretle değil rahmetle anılırdı.
Kutlu ayın yine her zaman olduğu gibi en zor zamanımızda yetiştiğine şehadet ederken, Mübarek Ramazanı’nızı tebrik ederim.