Cezaevine konulan bir annenin hikayesini okumak ister misiniz?
Parça parça olmuş bir sîne isterim ki, derdimi ona anlatayım…
Dört ay önce, benim için sıradanlaşan meselelerin her biri, renk değiştirdi nazarımda.. Eş ne demek, evlad ne ifade ediyor, şefkatin manası ne, hasret neymiş, ailemin yanımda olmaları nasıl bir nimetmiş, onlardan haber almak için kaç gece gözyaşı dökülürmüş…
Yaşadığım günleri, dakikaları unutmak istemiyorum. Rabbi’min bana emaneten verdiklerinin kıymetini anlamak için..
Eşim haksız yere tutuklanan binlerce Anadolu insanından biriydi. Olanları sindirmeye çalışıyorduk. Çocuklarla babalarını, cezaevinde bir kere ziyaret edebilmiştik. Bir sonraki açık görüşü de sabırsızlıkla bekliyorduk. Henüz üç hafta olmuştu ki, sabah 7’de zil çaldı, çocuklar heyecanla, ‘anne, babam geldi’ deyip kapıya koştular.
Gelenler polisti, niyet belliydi. Evi arayacaklarını söylediler, arama esnasında yanlarında bulunmam gerekiyordu ama, bu kanuni hakkım, zerre kadar önem taşımıyordu benim için. Bir yolculuk görünüyordu. Çocukları sakinleştirip, kendime valiz hazırlamaya başladım. Gideceğim yerde ihtiyacım olabilecek her şeyi koydum valize. Çünkü sonrasında, sekiz ve dört yaşındaki miniklerim bunları getirebilecek güçte değildi. Evlatlarımı bırakma vakti idi. O melekleri, bana emanet olarak verene geri emanet ediyordum. O an Rabbimden başka derdime çare olacak kimsem yoktu yanımda. Babaları tutsaktı, annem babam çoktan vefat etmişlerdi. Abim Anadolu’nun bir ucunda oturuyordu. Şimdi haber versem bile en az 24 saat gerekirdi burada olması için. Polisler evi arayadursun ben çaresiz komşumun kapısını çaldım:
-‘Ailemden biri gelene kadar evladlarımı size bırakabilir miyim’ dedim
-‘Tabii ki’ dedi.
Son bir kez daha kızıma okul kıyafetlerini giydirdim. Oğulcuğumu hazırladım. Sarıldım, öptüm kokladım onları, bıraktım.
Polislerle tam asansöre binecekken kızım:
-”Anne düğmemi ilikleyemiyorum bana yardım eder misin?” deyince, asansörden tekrar indim, bir kere daha kuzucuklarımı kokladım, düğmeyi ilikledim ve Rabbim sana emanetler deyip yola çıktım..
Gözaltında on gün kaldım. Biz nezaretteyken, bir çingene getirdiler, dört yaşlarında kızı vardı yanında. Aralık ayı sonlarındaydık. Çocuğun ayakları çıplaktı, üzerinde kapri vardı, ama o kadar mutluydu ki annesinin kucağında. Annesinin yanaklarını okşuyordu. Bir kaç saat sonra da salındılar. Evlatlarım aklıma geldi, içim yandı. Bizden önce burada kimler vardı diye sordum memura.. Dört kız getirdiler dedi. Yaşları 19-20, yurtta 3 ay kadar kalmışlar. Tutuklandılar dedi. Benim o kızları görmem lazım diye geçirdim içimden.
Abim beni ziyarete geldi nezaretteyken. Abiciğimi hayatım boyunca iki defa ağlarken gördüm. İlki ben gelin olurken, ikincisi de hakkımda tutuklama kararı verilip de cezaevine götürülürken.
Hakkımızdaki hüküm biz buraya getirilmeden netleştiği için fazla oyalamadan hemen tutukladılar bizleri. Cezaevine getirdiler. İlk girerken çok iğrenç ve aşağılayıcı bir şekilde üst araması yaptılar. Koğuşa getirildiğimde gece saat 01:30 sıralarıydı. O demir kapılar üstüne kapanınca acizliğini çok derinden hissediveriyorsun, koğuştaki ilk alınan ablalardan biri benimle yatağını paylaştı, yağmur yağıyordu o gece, hiç uyuyamadım. Zaman durmuştu, saatler akmıyordu. Yağmur sesinden başka dışarıdaki hayata dair hiçbir ses duyulmuyordu. Tıpkı balığın karnında gibiydik.
11 kişilik koğuşta 31 kişi kalıyorduk. Üst katta her yer yataktı. İki yatağı yan yana getirip üç kisi yatıyorduk. Yatacağımız yere kadar emekleyerek gitmek gerekiyordu.
Sayım bahanesi ile, bizlere ait Kur’an-ı Kerim’ler toplatılmıştı, Çanakkale’den getirilen bir kızcağızın Kuran’ı vardı sadece. 31 kişi bunu okuyorduk. Kuran hiç durmadan okunuyor hiç elden düşmeden hemen bir başkasının eline geçip orada okunmaya devam ediyordu. Bir arkadaşımız ezbere bildiği sekine duasını yazmıştı bir kağıda. Onu gözümüz gibi saklıyorduk. Bir tane risalemiz vardı, Asa’yı Musa; o da karaborsa gibi, okumak için sıraya giriyorduk.
Çok dertli insanlar vardı.
Uşak’tan tutuklanıp getirilen bir abla; ablaya sorgu esnasında pek çok fotoğraf gösterilmiş sırayla. Hepsine de, ben bunu tanımıyorum diye cevap vermiş. En son bir tane daha konulur önüne. Bank Asya önünde çekilmiş bu fotoğrafta, bir bey elinde pankart tutuyor. Yüzü görünmüyor beline kadar pankart var. Sadece kafasının bir bölüm keli, elleri görünüyormuş. Abla heyecanla:
“- Ben bunu tanıyorum.” demiş.
Savcı şaşkın bir şekilde:
“-Nereden tanıdın, yüzü bile görünmüyor,” demiş.
Kadıncağız:
“-İnsan kaç yıllık kocasını nasıl tanımaz, benim kocam bu, Bekir!” demiş.
Savcı mal bulmuş mağribi gibi sevinmiş. Arkasına yaslanmış,
“- Getirin Bekir’i..” demiş.
Abla koğuşa getirildiğinde;
“-Kızlar galiba ben şaşkınlıkla kocamın iftiracısı oldum,” dedi.
Koğuştakilerin en zor anları, görüş veya telefondan döndükten sonraki anlardır. Artık bir kenara çekilir ve saatlerce ağlarsın geride bıraktıklarına, kimse de rahatlayana kadar dokunmaz sana..
Bir buçuk aylık evli bir kardeşimizi getirmişler. Hakim tutuklarken, “niye şimdi evlendiniz bilmiyor muydunuz tutuklanacağınızı” demiş. Bir telefon görüşünden döndükten sonra o kadar çok ağladı ki; sakinleşince sadece:
“-Abla, ailem boşu boşuna kira ödememek için, evimi dağıtmış” diyebildi. Ne hayallerle kurulmuştu o yuva ve zalim bir pençe gelip altüst etmişti..
Koğuşta 6 aydır tutuklu olanlar vardı. Sizin için çok basit bir mutfak malzemesi, ama onlar hasret. Salça; aylardır kantinden istedikleri halde görevliler izin vermiyorlarmış. Benim gitmemden kısa bir süre sonra salça geldi. O gün bayram gibiydi. Üç gün boyunca, bitirene kadar o salçayı ekmeğe sürerek yedik. Ne müthiş bir lezzetti.
Bir arkadaş getirdiler, resim öğretmeniydi. Orada çiçeğe hasret olduğumuzu görünce, bize faaliyet olsun diye, kantinden alınan renkli el işi kağıtlarıyla bize sümbül yapmayı öğretti, bütün koğuşu mutlu etti.
Banyo şartları çok zordu. Neredeyse bir metrekarelik bir alan. Cezaevinin yapımı çok eski olmasına rağmen, banyo kapısının çıkışına bir kamera koymuşlardı. Ses ve görüntü kaydediyordu. Haftada iki gün, ikişer saat sıcak su veriyorlardı ve biz 31 kişi çamaşırlarımızı yıkamak da dahil, bu iki saatte tüm ihtiyaçlarımızı görmek zorundaydık.
Yemekler çok kötüydü. Eğer size tabak vermemişlerse, orada bulduğunuz çukur olan her madde (sabun kutusu gibi..) sizin için tabak ve kaşık vazifesi görmek durumundaydı. Çamaşırlarımızı beş litrelik pet şişelerde yıkıyorduk.
Nihayet evlatlarımı göreceğim gün geldi. Kuzucuklarım yalnız kalınca, görümcem gelmişti bakmaya… Görüşe getirdi onları ama, girişine izin olmadığı için onu cezaevine almamışlar. O dışarıda beklerken, yavrularım kendi başlarına geçmişler tüm turnikelerden, göz taramalarından, üst aramalarından.
Kapalı görüştü. Cezaevinde evlattan ayrı kaldığınız her bir dakika yıl gibi geçtiği için, hasretten sînem parça parça olmuştu. Onları, camdan da olsa, telefonun diğer ucunda da olsa görebilecek, seslerini duyabilecektim. Bütün o üst aramalarından yorulmuşlardı belli. Önce dört yaşındaki oğlum aldı ahizeyi. Ben daha bir şey diyemeden:
“-Anne çişim geldi.” deyiverdi.
Acizdim ne yapacağımı şaşırdım. Sekiz yaşındaki kızıma söyledim, götürmeye ikna edemedi. Onlara dokunamıyordum, en basit ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyordum. Çaresizce etrafıma bakındım. Gardiyana söyledim, ‘ne yapacağım’ dedim. O da şaşkındı.
“-Ne yapabilirim” dedi.
Ben annelik duygusuyla;
“-Beni geçiriverin camın diğer tarafına yaptırıp hemen gelirim” dedim.
“-Böyle bir şey mümkün olamaz” dedi..
Sonra hemen yan tarafta görüşü olanlara gitti, ahizeyi eline alıp, onların yakınlarından oğlumu tuvalete götürmelerini istedi, götürdüler. Sonra da görüş bitiverdi. Günlerce ağladım. Onlara dokunamadığıma, en basit ihtiyaçlarına dahi yetişemediğime ağladım.
Görüşten sonra gardiyanlar bizim fazla kıyafetlerimizi gelen yakınlarımıza verirler. Benimkileri de gardiyan götürdüğünde karşısında yalnız başlarına iki küçük çocuk görünce şaşırmış ve üzülmüş. Onları mutlaka buraya getiren biri vardır diyerek, dışarıda bekleyen görümcemi bulmuşlar ve en nihayet kıyafetlerimi ona teslim etmişler.
Bir telefon görüşünde oğlum telefonu alınca :
“-Annecim seni çok özledim..” dedi. Koğuşa geldikten sonra, bizim bahçe dediğimiz havalandırma vardı, oraya çıktım çok ağladım. Yakınlarınızı özlediğinizde, burnunuzun kemiklerinin sızlaması tabirini orada anladım.
Bulunduğumuz şartlar ağır olsa da, arkadaşlarla beraber bir şekilde dayanıyorduk. O sabah, saat 5 gibi koğuşun demir kapısı açıldı, gelen gardiyan, benimle beraber iki arkadaşın daha adını bağırıyor ve ‘sevk var’ diyordu. Sabah namazını kılıp hızlıca hazırlandık. Nereye gideceğimiz söylenmiyordu. O gün doğum günümdü ve çocuklarla telefonla konuşma günü idi. Benimle konuşamadıklarında ne hissedeceklerdi. ‘Fesabrun cemîl’ deyip yola çıktık. Cezaevi yönetimi doğum günüm olduğunu öğrenmiş olmalı ki bana iki demir bilezik taktı.
Aylar sonra kelepçeli de olsak, jandarma aracında da bulunsak ağaçları, kuşları görmüştük. Öğle namazı vakti girdi yolda. Hz Üstad gibi keramet izhar etmek arzu ettik ama maalesef kelepçeler elimizden düşmedi. Ne yapalım, biz de ellerimiz bağlı, jandarma arabasında kıldık namazımızı.
İçimizde bir ürperti. Nereye götürülüyorduk!.. Diğer arkadaşlarımın da benim gibi eşleri tutuklu idi. Üç şehir geçtik. Çocuklarımız bu kadar uzak mesafeye bizi görmeye gelebilecekler miydi? Allahümme efriğ aleynê sabran…
Nihayet cezaevine ulaştık. Koğuşumuza girdik. Burada herkese bir yatak vardı. Oradaki tutuklularla tanıştık, hemen kaynaştık. Onlara elişi kağıdından sümbüller yaptık. Çok mutlu oldular çok.. Tabi benim sevk günü yanan çocukları arama hakkımı vermediler.
Koğuşta bizimle sevk edilen bir avukat arkadaşımız da vardı. Herkese umut aşılardı. Koğuşun neşe kaynağı idi. Eşi de tutuklu idi. Kayınpederi vefat etti. Kimse gidemedi cenazesine. Avukat hanımın üç evladı vardı, en büyük kızı üniversiteyi bıraktı, kardeşlerine bakabilmek için..
Yeni yerimize geleli üç hafta olmuştu. Açık görüş yaklaşmıştı. Evlatlarıma dokunamadan yetmiş gün geçirmiştim. Hiç ayrı kalamam zannediyordum.
Bir gece rüya gördüm. Rüyamda oğlumun üzerindeki kıyafetleri kirli idi. Değiştirmek istedim, elime aldığım da kirli çıktı. Temiz bir kıyafet bulamadım. Uyandığımda çok bunalmıştım. Nefes alamıyordum.
Cezaevindeki en büyük imtihanlardan biri, ihtiyacın olduğunda sevdiklerinden haber alamamaktır. Birkaç gün endişe ile kıvrandım.
Sonra cezaevi psikoloğuna çıkmaya karar verdim. Görüşmede yanımda bir bayan gardiyan da vardı. Psikoloğa çocuklarımı anlattım:
“- Küçüğümü yanıma alabilir miyim, ama onu alırsam ablası yalnız kalacak.. O nasıl dayanacak, annesiz babasız kardeşsiz..” dedim… O âna kadar sessiz bekleyen gardiyan hararetli bir şekilde, gözlerindeki yaşlarla konuşmaya başladı:
“-Ne yani, siz bu küçücük çocuğu buraya getireceksiniz, ben onun üstüne demir kapıyı mı kilitleyeceğim, o dışarı çıkmak isteyecek, ağlayacak, ben ona yasak diyeceğim, öyle mi?”
Sonra psikolog konuşmaya başladı:
“-Bakın buranın şartları çok zor. Siz dahi zorlanıyorsunuz, gelin bu çocuğa buraları göstermeyelim. ”
Acizliğimi derinlemesine yudumlayarak, kafamda bir sürü istihfamla döndüm koğuşuma.. Arkadaşlar ağlamama dayanamayıp:
“-Hadi gel bir dilekçe daha yazalım.” dediler. Bir çare dedik yazdık..
Açık görüşe bir gece kalmıştı. Sadece son bir gece.. Yarın yetmiş altı gündür dokunamadığım evlatlarıma sarılacaktım.
Çocuklarımı yanıma getirebilmek için çok uzak diyarlardan abim gelmişti. O gece eşime mektup yazdım. 23 Nisan’da da açık görüş olur mu? O tarihte hepimiz evimizde oluruz inşaallah dedim ve mektubu bitirdim..
Koğuşun demir kapısı açıldı. Adım anons edildi. Kızlar hayırdır dedi. Ben de şaka ile karışık:
“-Tahliye oluyorum onu haber vermek için çağırıyorlardır” dedim. Görüşmeye gittim. Dilekçe neticelenmişti. Tahliye kararım gelmişti. ‘Hemen eşyalarını al çıkıyorsun’ dediler. Koğuşa geldim. Arkadaşlara söyledim, hepimiz sevinçten ağlıyorduk. Hemen orada iki rekat namaz kıldım, hayatım boyunca unutamayacağım bir namazdı. Bir kaç parça eşyamı alıp çıktım. Cezaevi danışmasından abimi aradım. Abim telefonu açtı:
“-Abi ben tahliye oldum geliyorum” dedim. İnanamadılar, görümcem telefonda:
“-Ablacım gerçekten sensin değil mi?”
Hepsi çığlık çığlığa bağrışıyorlardı. Otogara kadar gardiyanların yardımı ile geldim. Bilet alıp tekrar abimi aradım. ‘Sabaha karsı beş gibi gelmiş olacağım beni otogardan alır mısınız’ dedim.
Otobüse bindim, yanımda oturan kız telefonundan müzik dinliyordu. Telefonuna baktım, saatine baktım, aylardır görmemiştim. Bir de kendime baktım, elimde tesbihim ve siyah çöp poşeti içindeki birkaç parça eşyam. Yol boyu uyumamak için sürekli kendimi çimdikliyordum.
Uyuyup kalırsam tekrar koğuştaki yatağımda uyanacağımdan korkuyordum.
Nihayet otogara geldim. Saat beş civarındaydı. Abimler çocukları evde zapt edememişler. Ben aradıktan dakikalar sonra, otogara gelmişler. Bütün gece ayakta, sabaha kadar beni orada beklemişler.
O anki buruk sevincimizi anlatmama kelimeler yetmez. Dedim ya şu dört aydır geçirdiğim hiçbir dakikayı unutmak istemiyorum.
Oradaki kardeşlerimi bir an olsun aklımdan çıkarmıyorum. Evlatlarıma her sarıldığımda, onlara da dua ediyorum.
Gönlü hasretle yanan tüm kardeşlerimizi bir an önce yuvalarına, sevdiklerine kavuştur Allah’ım diyorum..
Amin…
mağdurlar.com…
*İsmi bizde mahfuzdur