Eğer bir gazete cinayete ortaklıktan suçlanacaksa, bu Ahmet Kaya’nın sürgünde ölmesine gidecek süreci tetikleyen Hürriyettir! “Vay şerefsiz vay!” manşeti ile Kaya’yı kurtların önüne atan gazete, kan kokusunu daha da keskinleştiren haber ve yorumlarla sanatçıya ülkeyi dar etti… Montaj bir fotoğrafla sanatçıyı terör örgütü ile özdeşleştirdi! Kaya’ya tehditler yağıyordu!
Oysa Kaya, bir mağara kovuğundan çıkmamıştı. Hayatı herkesin önündeydi! Fikirleri biliniyordu. Nice mücadeleler vermişti! Demokrasi, barış, özgürlükler en zor zamanlarda bile dilinden düşmemişti. Milyonların sevdiği bir sanatçıydı! Ama bir anda, “bölücü”, “şerefsiz”, “hain”, “satılmış”, ve daha neler neler oldu!
Ahmet Kaya, 28 Ekim 1957’de Malatya’da doğdu. Beş kardeşin en küçüğüydü. Babası Sümerbank’ta işçiydi. Annesi Zekiye ise ev hanımıydı. Adıyaman’dan Malatya’ya göçmüşlerdi. Sahneye ilk kez dokuz yaşında çıktı. Çocukken okuldan geri kalan zamanlarında plak ve kaset satan bir dükkânda çalışıyordu. 1972’de babası emekli olunca, İstanbul’a taşındılar. Kaya, okulu bırakmak zorunda kaldı.
1977’de Nâzım Hikmet Anma Gecesi’nde yaptığı bir konuşmadan ötürü hakkında soruşturma açıldı. Sağmalcılar Cezaevi’nde 5 ay hapis yattı. 12 Eylül Askeri Darbesi döneminde yine cezaevine girdi. Babası vefat etti. Boşandı. Ekonomik sıkıntıya düştü. Kaset çıkardı. Albümünde, “Çok uzakta öyle bir yer var / o yerlerde mutluluklar / bölüşülmeye hazır bir hayat var” derken komünizmi kast ettiği iddia ediliyordu! Kasetler toplatıldı.
28 Şubat (1997) postmodern darbe sürecinde Ahmet Kaya barış, demokrasi ve özgürlükleri savunan demeçleri ile yine ezberleri bozuyordu! Başörtüsü yasağını eleştiriyordu. “Demokraside çifte standart yoktur! ” diyordu. Zinde güçler çok rahatsızdı!
10 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin yılın en iyi sanatçısı ödülünü aldı. Törende Kürtçe şarkı söyleyeceğinden bahsedince kıyamet koptu. Davetlilerin bir kısmı marşlar söyleyip Kaya’ya çatal, bıçak fırlattı. Daha sonra sanatçı, eşi Gülten Kaya ile birlikte törenden ayrılmak zorunda kaldı. Uydurma fotoğraflar, yalan haberler ile linç sürdü. Gazetelerin manşetlerinden hedef gösteriliyordu. Çok geçmeden İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde hakkında iki dava açıldı. Yalan haberler iddianameyi süslüyordu! 10,5 yıl ağır hapsi istendi. Sanatçı, 16 Haziran 1999’da Paris’e gitti. Yargılamaların sonucunda gıyabında toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Sürgünde ve yalnızdı. Haksızlara tahammül edemiyor, ülkesi ve ailesini özlüyordu.
Eşi Gülten Hanım da aynı ızdırabı çekiyordu: “O sürgündeyken ben tek başınaydım. Kızım dokuz yaşındaydı, tek başına okula gidiyor, ‘senin baban Apocu, bölücü’ suçlamalarını tek başına üstleniyordu. Eve elektrik tamircisini çağırdığımda bile ‘bunlar bölücü’ diye gelmiyordu. Can güvenliğimiz yoktu. Hiçbir demokratik örgüt kişi ve kurum benim kapımı çalıp ya da Ahmet’i arayıp ‘dostum merak etme, biz buradayız. Melisciğim merak etme bir şeye ihtiyacın olursa ben de senin amcanım. Baban Paris’te ama ben buradayım.’ demedi. ‘Gülten biz dostuz, bir şeye ihtiyacın var mı?’ demedi bana”
Kaya, daha fazla dayanamadı. 16 Kasım 2000’de bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. 30 binden fazla seveninin katıldığı törenle Paris’te son yolculuğuna uğurlandı. 43 yıllık ömre, 20 albüm 200 civarında şarkı sığdırmıştı. Türkiye’de her kesimden dinleyicisi vardı. Şarkıları acılarımızın tercümanıydı. Gülten Kaya, ‘Dostları onu yalnız bırakmasaydı Ahmet’in ömrü uzardı. Bir tek selama, bir telefona hasret bırakılması, Ahmet’in ömrünü kısalttı” diyecekti.
Ahmet Kaya’yı ölüme götüren zulüm makinesi, bütün aktörleri ve gücüyle, toplumun bütün değerlerini biçmeyi sürdürüyor! Dün Kaya’nın yaşadıklarını bugün Altan kardeşler, Nazlı Ilıcak, zindanlar ve sürgündeki binlerce masum insan yaşıyor!