Yeni Asya Gazetesi, cezaevine haksız ve hukuksuz bir şekilde atılan mağdurların mektuplarını yayınlamaya devam ediyor.
İşte bugün yayınlanan mektuplardan biri:
“Öncelikle gazetenizin yarım asra yaklaşan yıldönümünü kutlarım. Gazeteciliğin zor olduğu fikir ve kalem sahiplerinin fikir ve kalemin bedelini ödeyerek “fikir iffetini” ağır bedellerle ödemesi gerektiği ülkemizde yarım asır yayın hayatına devam etmek dile bile kolay değilken, bu vazifeyi ifa etmek yönüyle de hiç kolay olmasa geker.
Ama tüm bunlara, tüm zor zamanlara rağmen Yeni Asya (ismiyle müsemma olup) görevini ve tarihi misyonunu ifa etmiştir, ediyor ümidim vaki, bu yönüyle etmeye de devam edecektir. Rabbim sizleri aile olarak nice yarım asırlara, asırlara ve ecdad gibi asırlık çınara ulaşmayı nasip ve müyesser eylesin…
Bu zamandaki duruşunuz, bakışınız ailenizin her bir ferdiyle tebrik, takdir ve teşekkürü ziyadesiyle hak ediyor. Allah bahtınızı açık eylesin, kader yürüdüğünüz yollara su serpsin, Hızırvari uğradığınız her yer yeşersin. (Aileden kasıt gazetenin tüm yazarları)
Ben 29 yaşındayım. Tam 6 aydır cezaevindeyim. Suçum mu, bilmem! Bu ülke maalesef evlatlarına kendinden başka birşey düşünme imkânı vermiyor. Bu imkânı vermediği gibi üretme imkânı da vermiyor. Altmışlı yıllarda bedel ödendi bu ülkede, seksende ödendi, yıldönünü idrak etmekte olduğunuz 28 Şubat’ta ödendi ve bu gün yine bir bedel ödeniyor. Her defasında farklı şekillerde ödendi bu bedel ve her defasında şiddetini arttırdı mazlumların üzerine inen yumruklar. Yumrukların şiddeti artarken yumruğa maruz kalan kesimler nicel olarak azaldı. Bu da haliyle yumruğun şiddetini katladı ve yığınlar ezildi. Bu gün de öyle değil mi? Binlerce insan enkaz altındaki depremzede gibi değil mi? Peki iniltileri duyan var mı?
Sizce? Ben kendime dair veya bulunduğum makama dair konuşmak istemiyorum. Tabiiki herkesin imtihanı farklı ve herkesinki ağır… Gazetenizden öğrendimiz ve duyduğumuz ciğersuz olaylar karşısında mağdurum demeye veya kendimden bahsetmeye hicap duyuyorum. Yaşananları gördükçe ürperiyoruz, ağlıyoruz ve zaman zaman konuşmak ihtiyacı duyuyoruz. Çünkü acı ağlatır, dert söylenir… Yaşananlar karşısında zaman zaman tüm hücrelerimiz selasının hissettim ezildim, çaresiz kaldım, dondum, irkildim, sıtmanın ateşiyle titredim, kışın soğuğu ile ürperdim… İkisi arasında bir zamana kadar “Neredesin ey vicdan?” dedim… Ama ses gelmedi kulaklarımı, açtım bekledim, gözlerimi diktim bekledim ama heyhat ne gelen oldu ne giden ve o noktadan sonra artık diyorum ki; Var mısın ey vicdan? Varsan da artık yoksun galiba. Bugün olmadıktan sonra varlığın ne anlam ifade eder ki?
Ne desem az… Kelimeler kifayetsiz kalır… Kelimelerin kifayetsizliğini Allah’a havale ediyorum. Kelimelere döksem ne kadar anlaşılabilir ki? Bir de anlatamayanlar var, anlatılamayacaklar ve şairin dediği gibi “Kalbimin dili bağlı çok bizarım” (M.Akif) ve yine “Neler çeker bu gönül söylesem şikayet olur.” Ah güzel ülkemin mahpushanelerinde kör betonları, sağır duvarları, kalın parmaklıkları, demir kapıları, jiletli telleri, yorulmuş mozaikleri bir dile gelse de konuşsa, anlatabilseler müşahede ettikelerini kör gözlere, sağır kulaklara, katlaşmış kalplere, buz tutmuş dimağlara. Anlatabilirler mi bilmiyorum…
Koğuşta 16-17 kişi kalıyoruz. Herkes silahlı terör örgütü üyesi ve terörist. Bu insanlar argo kelime bile kullanmıyorlar. Bu insanlara terörist demek, “Mimar Sinan’a hendeseden anlamazdı” demek kadar abes, emin olun.
Tüm yaşananlara rağmen ne hicap ne azap duymuyanlara ne demeli. Lisan ne kadar ateşin olursa olsun anlatıyor, yaşayan bilir, çok bilir.
İnsanlar bu günkü yaşananların öşrü kadarını yaşayıp onlardan masallar, hikayeler, romanlar, şiirler, ağıtlar, anılar, türküler yazdılar, yaptılar. Bu günlerin trajikomik anıların filmi çekilip kitapları yazılacak belki. O yüzden yaşayanların yaşadığına dair tescil belgesi olarak belki bu günler…
Kısa bir mesele aslında yaşananları özetliyor. O ise şu: Bir arkadaşımız cezaevinde 20 yıl (müebbet) yemiş. 10 yılını yatmış geriye 10 yılı kalmış birisiyle konuşuyor. Adam cinayetten hüküm giymiş ve diyor ki “Sizin işiniz daha zor, Allah yardımcınız olsun.” Düşünebiliyor musunuz? İşimizin bir katilden daha zor olduğunu… Suç yok ama suçlu var…
“Adlarını buzlar üzerine yazdıran pek çoktur, sert kayalara adını yazdıran pek azdır” demiş şairimiz. Önemli olan bu geçici dünya hayatında bir eser bırakmak değil mi ki? Eser bırakmayan yerinde yeller eser neticede…
Yazacak, söylenecek, konuşulacak çok şey var… Bazen kağıt titriyor, ellerimle tuttuğum kaçmış gibi kalemin helezonik bir yay olduğunu hissediyorum parmaklarımda… Titreyen kağıt mı yoksa yüreğim mi tefrik edemiyorum… Ama neylersiniz ki yaşanıyor bu anlar, bu zamanlar. İşte kaderde varmış deyip soluk alıyor insan…
Ve derken sabır yetişiyor imdada: Ya Sabur, diyor mazlumlar… İnsan olamayanlara, insanca yaşamayı beceremeyenlere inat… “Bu da geçer ya Hu” deyip bir ümit tohumu atıyorlar yüreklerine, ümit tohumuna su olarak göz yaşı serpiyorlar ve güneş olarak tebessümlerini ekliyorlar. Çünkü biliyorlar ki, Allah’ın sevgisini kazananlar mutlaka bir mihnete tutsak olur ve belaya çatar. O yüzden onların en rahat yatakları vicdanları ve en büyük sığınakları gecenin en zifiri karanlığında karıncanın ayak sesini işiten Rabbim… Ve diyorlar ki her şey gelip geçici. Aslolan hoş bir seda bırakmaktır bu gök kubbede. Belki de bu satırlar o yüzden yazıldı… Selam ve dua ile…”