Kur’an-ı Kerim’de bayram tek bir
yerde İsa (as) ve havarileri hakkında geçer. Havariler kalplerinin mutmain
olması için ısrarla Hz İsa’dan cennet yiyeceklerinden müteşekkil bir sofra
isterler. İsa (as) ise onların bu istekleri üzerine abdest alır, secdeye
kapanıp gözyaşlarını ceyhun eder ve şöyle dua eder. “Ey rabbimiz olan yüce Allah, bize gökten (yüksekten) bir sofra
indir.Öyle bir sofra ki, o, yani onun indiği gün, bize, bizden öncekilere ve
sonrakilere bir bayram ve senden bir âyet-senin tam kudretine ve benim
peygamberliğimin doğruluğuna delalet eden bir delil olsun. Bize böyle bir sofra
indir. Ve ondan bizi rızıklandır. Ki, rızık verenlerin en hayırlısı sensin.
Çünkü Allah rızkın hem yaratıcısı, hem de karşılıksız olarak- vericisidir
(Maide: 114)
Allah duasını kabul eder. Bulutlar
arasından bir sofra iner. İsa (as) sofrayı açmadan önce yine secdeye kapanır,
hüngür hüngür ağlayarak şükreder.
Ayetin tafsirinde müfessirlerin bir kısmı
cennet yiyecekleri üzerinde dururken, bazıları da özellikle tasavvufi tefsirler
işin manevi tarafı üzerinde durur. Onlara göre sofra bilgilerin hakikatlerinden
ibarettir. Çünkü yiyecekler bedenin gıdası, gerçek bilgiler de ruhun gıdasıdır.
Elmalılı Hamdi Yazır konuyu şu şekilde izah eder:
“Ne kadar dikkate şâyandır ki, Havârîler
sofrayı isteyip maksatlarını anlatırken yemeği öne almışlar ve diğer dinî ve
Ruhânî maksatlarını geriye bırakmışlardı. Halbuki Hz.İsa dini maksatları öne
almış ve yeme maksadını hem geriye bırakmış, hem de rızık olmakla ifade etmiş
ve sonra rızıkta kalmayıp rızkı veren Allah’a geçmiş ve onu ululamış ve onu
yüceltmekle şükrünü de arzetmiştir. Bunlar düşünülünce ruhların derecelerindeki
mertebeler ne büyük bir fark ile ortaya çıkmış oluyor.”
Evet, Cenâbı Allah’ın inam ettiği nimetler
karşısında secdeye kapanıp gözyaşı döken İsa (as), babası şehit düşmüş kimsesiz
çocuğun bayramda göz yaşlarını silip sevindiren ve bayram günlerini “Salih
amellerin Allah’a en ziyade sevgili olduğu günler” olarak buyuran Efendiler
Efendisi Hz Muhammed (sav) nazarları işin manevi tarafına yönlendirir.
Bediüzzaman ise, Risale-i Nurlar’ın yurt
içinde yurtdışında fütühatını hep bir bayram hediyesi olarak telakki eder.
Hocaefendi bayramları “Bütün insanî münâsebetlere en pratik bir vesîle, bütün
ledünnî zevklere en müsâit bir zemin, kitleler hâlinde sevişip-kaynaşmaya en
münâsip bir vasat ve ebediyetleri duyup-yaşamaya da en elverişli bir sahne
gibi…” görür.
Bu bayramda Hizmeti İmaniyye ve Kur’aniyye
erleri, onların eşleri ve çocukları çok garip kaldılar. Fakat gariplerin sahibi
Hz Allah’tır. Zindanlardakiler, boynu bükük çocuklar, gözleri yaşlı anneler,
babalar için bu bayram, dünyada en güzel bayramları olacak inşallah. Çünkü
onların hal dili ile yaptıkları dua ile Allah arasında bir perde yok.
Nasıl ki, zulüm altında inleyen Ahmet
İbn Hanbel evinden yiyecek bir şeyin olmadığı her günü bayram gibi telakki
etmiş, Hz Mevlana sofrasında bir şey olmayınca evimiz Peygamber evine benzedi
diye sevincinden cezbeye gelmiş, Hocaefendi üç dört metre karelik tahta
kulübesindeki günlerini hayatının en tatlı günleri olarak yâdederek “Hey
gidi gunler… ne güzel günlerdi” diye gözyaşı dökmüş ve döküyor ise, günümüzün
mazlum ve mağdurları, muhacir ve ensarı da gelecekte “Hey gidi günler
diyecek” ve bu zulüm dönemi, dünya ve ahirette en şirin anları olacak.
Bu zor günlerde hizmet eden 25-30
yaşındakiler Bediüzzaman’ın tabiri ile yetmiş yaşındaki evliyaların
mertebelerini kazanacaklar. Fakat bütün bunların bir şartı var. Allah yolunun
sadık yolcusu olmak ve hizmete fütür vermemek. Pek çoğuna Hz Peygamber veya
evliyaullahın rüyada veya yakeza halinde teşrif ettiği müesseler kapatıldı.
Gelin bizde biri yüz yapalım. Nasıl mı? Evlerimizi medreseyi nuriye çevirelim.
Belki üç dört bin müesseseye bedel, üç yüz dört yüz bin medreseyi nuriyemiz
olacak. Çoluk çocuğumuza hatta yeni doğan bebeklerimize dahi Kur’andan teraşşuh
eden Risale-i Nurları ve onun şerhleri olan “asrın dertilisi”nin
eserlerini okuyalım.
Göreceksiniz kapatılan müesselerin
yetiştirdiği insanın dört beş belki on katı daha fazla yiğit oğlu yiğitler
yetişecek. Bu ifadelerime tarih şahittir. 1925 yılından beri Nur hizmeti en çok
zulmün olduğu dönemlerde en fazla inkişaf etmiştir.
Gelin Rabiatu’i Adaviyya gibi sadece “O”,
bütün ehlullahın inleyerek tek kelimede meramını Sahibul Gurabaya arz ettiği
gibi “Hu” diye inleyelim. Nesimi gibi:
Bir cefâkeş âşıkem ey yâr senden
dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa
yarsalar
Başıma koy erre Neccâr senden dönmezem,
deyip
adanmışlığın zirvesine talip olalım. Bir başka dertlinin “Hoştur bana Senden
gelen. Ya gonca gül, ya da diken. Ya hilatu ya da kefen. Narın da hoş, nurun da hoş” deyip rıza makamının yolunun
yolcusu olalım. O zaman her gecemiz “kadir” her günümüz de bayram olur.
Zalimler bize işkence ederken âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendiler
Efendisi’nin Uhut’ta yaralandığı sırada ellerini açıp “Ya Rabbi kavmimi
affeyle. Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurduğu gibi, bize bilmeden zulmedenler
için af ve mağfiret diyelim.İşte o makamda bayramı kutlamak yerine
bütün zerrelermizle sevincini yaşarız. yucelsalih@yahoo.com