Muhyiddin İbn-i Arabi, “Kitabü’l-Künh” isimli eserinde işte böyle diyor: “Sultanın kapısına yaklaşma!…”
“İbn-i Arabî, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde kitabının yazarı Claude Addas Hanımefendinin özetlediği şekilde meseleyi aynen aktaralım:
Kendinden önceki sûfîleri takip eden İbn-i Arabî’nin Kitabü’l-Künh’teki bu kesin ifadesi, iktidarla kurulan ilişkilerde, tıpkı selefleri gibi tavizsiz olmaya verdiği önemi göstermektedir.
Mürit, şu veya bu şekilde İKTİDARA BAĞLI OLAN HERŞEYİ MERDUT kabul etmelidir.
Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ilk defa Hicri 589 (Miladi 1193)’te Tarif’te tanışmış olduğu Şeyh Abdullah bin İbrahim el-Maleki el-Kalfat’a dair Ruhu’l- Kudüs’te anlattığı olay bu tavrın açık bir misalidir:
“Bu şeyhin İbn-i Tarif’le birlikte Septe’de bulunduğu bir sırada, Sultan Ebu’l-Âlâ, bana iki yük erzak gönderdi. Ben o esnada hazır değildim, beni görmek için gelmiş olan ihvan erzağı kabul etmiş ve yemiş, ama has talebelerim, bundan imtina etmiş. Sultan, ertesi akşam iki yük erzak daha gönderdi. Ben gönderilenleri ne kabul ettim ne de reddettim. Sultan’ın bana yiyecek gönderdiğini bilen ihvan, bu sebeple yanıma gelmişti. Ezan okudum ve namaza durdum. İhvandan, kendini şeyh olarak gören biri, ‘Sofra beklerken namaz kılınmaz’ dedi. Hiçbir şey söylemedim, ama sessizliğim onu kızdırdı. Bunu görünce, şöyle cevap verdim: ‘Bu yiyeceği, kabul etmemiştim ve ondan yemeye niyetim yok, çünkü bana göre o haramdır ve kendim için sevdiğimi sizin için de sevdiğim sürece, sizin yemenizi söylemem de mümkün değil.’
Sonra bu yiyeceği niçin HARAM gördüğümü izah ettim, ardından da şöyle dedim: “Bu yemek hazırdır, onu helal sayanlar yesin; diğerleri yemesin.”
Talebelerimi de alarak o sırada oturmakta olduğum eve döndüm. Ertesi gün, ihvandan bana itiraz etmiş olan o şahıs vezire giderek beni şikayet etti. (…) İş Sultan’a kadar çıktı. Ama o akıllı biriydi ve şöyle söyledi:
“Benim niyetim sadece iyilikti. Ama bu adam kendi haline daha vâkıftır. O yüzden de ona hiçbir şekilde ilişilmeyecek ve herhangi bir zarar vermeyeceğim.”
Bu hikaye dostum el-Kalfat’ın kulağına gidince, beni ziyarete geldi. Benim ve talebelerim için endişe duymaktaydı, durumun ciddiyetini biliyordu. Hareket tarzımı, eleştirdi. “Kendi namına güzel davranmışsın. Ama bu yaptığın bütün ihvana zarar verecek, zira insanlar böyle bir tavrı içine sindiremez.” dedi.
Ona, “Allah’ın hakkı önce gelir.” dedim ve ayağa kalkarak kendisini uğurlamaya hazır olduğumu gösterdim.
Daha sonra hikayeden haberdar edilmiş olan İbn-i Tarif’i gördüm, bana “Diplomasi önce gelir” dedi. “Esas muhafaza edildiği müddetçe doğrudur.’ diye cevap verdim.”
Bilindiği gibi “Kurb-u Sultan, âteş-i sûzan” yani “Sultana yakınlık, yakıcı ateştir.” denilmektedir. Bu söz çeşitli mânalarda ve maksatlarla söylense de, dünyalık arzusu ve hırsı ile onlara yakın olmak, hem dünyada hem âhirette insanları tehlikelerle karşı karşıya getirebilir demektir.
Muhyiddin İbn-i Arabî, Futuhat-ı Mekkiye’sinde şunları da anlatmaktadır:
“Tunus şehrinde, şehir eşrafından İbn-i Mu’tib isminde hatırı sayılan bir şahıs beni onurlandırmak üzere evine davet etmişti. Daveti kabul ettim. Evine vardığımda, yemek hazırlamaktayken, benden Hükümdar nezdinde kendisi için aracılık yapmamı ricâ etti. Zira, Hükümdarın saydığı bir kimseydim ve üzerinde belli bir etkim bulunuyordu. Ne yemeği yedim, ne de benim için hazırladığı hediyeleri aldım. Evinden çıkıp gittim. Ama ricasını da yerine getirdim ve gücüne kavuştu.”
Maalesef şimdi insanlara yapılan zulümleri durduracağız diye külli paralar da istiyorlar.
Çoğu zaman, hiçbir yardımları olmadığı halde o mazlumun ve mağdur insanların ellerinde ve avuçlarındaki beş on kuruşa da tamah edip çarpıyorlar.
Böylece günahları kat kat oluyor. Karınlarına ateş doldurdukları gibi Cehenneme de yük yük ateş olacak dünyalık çıkarlar taşıyorlar.
Vay hallerine!..