2014’ün Aralık ayında gözaltına alınmıştık. Neye rağmen? Dönemin İstanbul Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun yazılı ve sözlü beyanda bulunup “Hakkınızda herhangi bir soruşturma yapılmamaktadır” demesine rağmen. Oysa o açıklamadan bir gün sonra tantanalı bir gözdağı operasyonuyla nezarethaneye kapatılmıştık. Demek ki adliye başsavcının da bilemediği bir merkezden yönetiliyordu.
O güne dair anlatılacak çok şey var. Ama birini paylaşmanın zamanı şimdi geldi. Günlerce nezarethanede bekletildikten sonra bize dendi ki “Savcı ifade almak için Emniyet’e gelmiş”. Yadırgandı bu tavır. Adliye yerine silahların gölgesi altında ifade alınması çok alışılmış bir usul değildi. Neyse…
Akşamüstü bizi nezaretten çıkarıp ifade vereceğimiz kata götürdüler. Avukatlarımız bekliyordu. Akşam namazı vakti girince oradaki emniyet görevlisine namaz için bana uygun bir yer göstermesini istedim. Görevli memur gitti, bir müddet sonra dönerek “Savcı Bey namazını bitirsin; o seccadeyi size verelim” dedi.
İşte o gün tam kalbimin orta yerine bir ateş düştü. Bir nefret uğruna kimi kime kırdırıyorlardı!Bana, Hidayet Karaca’ya ve daha nice suçsuz insana terör suçlaması yapan adam ile aynı seccadeyi kullanacaktım birazdan. “İsmi neydi Savcı Bey’in?” diye sordum avukatlara. Adının Fuzuli olduğunu öğrendim. Onun adına o kadar üzülmüştüm ki! Kendi kendime şöyle düşündüm: “Terör gibi büyük bir insanlık suçuna asla tenezzül etmemiş kişilere terör örgütü suçlaması yapan, dünyasını da mahvetmiştir ahiretini de…”
Ben bu düşüncelere dalmış acılar içinde kıvranıyorken polis memuru bana namaz yerinin müsait olduğunu söyledi. Koridorun bir ucuna kadar yürüdük. Bir odaya girdik. Yerde seccade vardı. Biraz önce namaz kılan adamı tahayyül ettim. Ona çok ama çok acıdım. Hangi korkunç baskı ya da hangi yanlış motivasyon insanları bu kadar acımasız kılabilirdi? Seccadeye sarılıp ağlamak geldi içimden…
İfade için içeri girdiğimizde yaptığı sorgudan utanan, sıkılan ama tepeden gelen emrin altında ezildiğini hissetmemizi isteyen bir adam vardı karşımızda. Cevaplarımızı kesmedi, itirazlarımızı makul karşıladı. Adeta “Ne yapayım elimden gelen bu” der gibiydi. Ne var ki bu kişi daha sonra masum insanların mallarına el konması kurumlarının gasp edilmesi gibi işlemlere imza attı. Ve çok büyük bir vebal aldı. Yazık etti kendine…
İlk baştaki mahcubiyeti yargılanmamız sırasında hâkimlerde de bizzat müşahede ettim. Onlardan birinin özür dilercesine nazik ve mütevazı bir ses tonuyla “Sizinle başka şartlar altında görüşmeyi çok isterdim” demesini asla unutamam. Belli ki yaptığı işin ne kadar ayıp olduğunu, kanun dışı bir mecraya doğru sürüklendiğini biliyordu. Hayatını ve her türlü faaliyetini kanunların çerçevesinde yapan insanlara terör suçlaması yapmanın ne kadar çirkin bir iş olduğunu yargı mensubu bilmeyecek de kim bilecekti ki!
Bir adam emir veriyordu durmadan. “Taşları döşedik” diyordu utanmadan. Cezalar kesilmesini salık veriyordu yukarıdan. Tayinleri terfileri buna bağlamıştı. Yargı mensupları ilk defa karşı karşıya kalıyordu bu hukuksuz baskı ile. Yine de değmezdi hukuk katliamının parçası olmaya…
Ne acıdır ki ilk dönemde utana sıkıla yapılan haksız yargılamalar daha sonra arsızlığa ve kanıksamaya dönüştü. İlk başta mahcubiyet içinde yapılan hukuki hatalar, daha sonra kendi kendine telkinler ve teviller yapılarak bir ucube mantığa doğru evrildi. Yeni bir ‘düşman’ tipi oluşturuldu, yeni bir ‘tehdit’ kavramının arkasına sığınıldı, yeni bir ‘hain’ tarifi yapıldı. Bu, yukardan gelen emirler karşısında ezilip büzülen ama suç ve cezanın hukuki çerçevesini az buçuk bilenler için tevil ve tefsirlerle vicdanlarını rahatlatmak için kendi kendilerine aldatmaca yollar buldu. Kendilerinin de ‘İslami bir cemaat ‘ten geldiklerini ayni gözle bakıldığında kendilerine benzer suçlama yapılacağını görmezden geldiler.
İlk hukuk katliamlarının ardından militan savcılar ve hâkimler geldi. Artık ‘başka cemaat’ten gelme kişilere mahsus kalmıyordu zulüm. Perinçek ekibinden ülkücü diye bilenen kişilerin yargıda kurdukları ‘kızıl elma ittifakı’ Cemaat ile ilgili bütün davaları rayından çıkardı ve faşist bir yok etme projesine dönüştü. Bu feci yargı cinayetine bir de yeni ortaklar eklendi. Çoğu avukatlıktan devşirme militan ‘Reisçiler’ savcı koltuğuna oturmaya hâkim cübbesi giymeye başladı.
Tam bu hukuk katliamı yaşanırken bir de araya o korkunç ve planlı darbe girmiş oldu. Militan yargı zaten pusuya yatmış bekliyordu. Tek bir ölçü vardı: Reis. Ne anayasanın manası kaldı ne yasanın. Mesleğin izzetine onuruna aldırış eden kalmadı ortada. Tek bir amaç vardı artık: Siyasetin emrine girmenin bedeli ödenecek, toplumdaki bütün itirazlar (demokratik bile olsa) yargı yoluyla ezilip yok edilecekti.
Nitekim öyle de oldu. İşkence açıktan açığa yapılır hale geldi, adam kaçırmalar, faili meçhuller hortladı Türkiye’de. Başta toplumun bir bolumu birkaç yıldır karabasan gibi üstüne çöken uğursuzluğun farkına varamadı. Ne de olsa Cemaate yapılıyordu bütün zulümler. Oysa cemaate yapılan zulüm bütün zulümlerin başlangıcıydı. İşin ucu kendine dokundukça haktan adaletten nasıl kopabildiğimizi fark etmeye başladı o kitleler. Heyhat!
Hukuksuzluğun sinir tanımazlığı azıttıkça toplumun her kesiminden yükselen ‘Bu kadar da olmaz ki!’ serzenişi zalimleri hala rahatsız etmekte. 15 Temmuz’daki alçak darbenin arkasına da çok saklanamaz hale geldiler. Darbenin önceden bilindiği, hatta planlandığını ispat eden onlarca karine var artık. Soru işaretleri kendi tabanlarına doğru indikçe vaziyeti kurtarma telaşı gözleniyor zalimlerde.
Geçenlerde basına yansıyan bir fotoğraf iste o çaresizliğin teselli arayışlarıdır. Başörtülü bir hanimi gözaltına alan polis de başörtülü. Bu fotoğrafı medyaya servis etmelerinin bir nedeni var: “Demek istiyorlar ki bizim zulmümüz başörtüsüne değil; bak gözaltı işlemini yapan kişi de başörtülü.”
Tam bu fotoğrafın yanına Fuzuli Savcı basta olmak üzere diğer ‘muhafazakâr’ savcılar ve hâkimlerin de fotoğrafını koymak gerekiyor. Tepeden gelen hukuksuz emirlere boyun eğerek milyonlarca insanine hakkına tecavüz ettiler terörist olmayana terörist dediler. Terörle uzaktan yakından ilgisi olmayan masum insanların elleri yakalarında olmayacak mı? Dünyadan geçtik gittik diyelim Allah’ın huzuruna çıkıldığında bu insanların sebep olduğu mahkumiyetlere, mal gasbına, can kaybına, işkence ayıbına nasıl bir izah getirecekler.
Dindarmışlar!
Vallahi zulüm zulümdür; dindar da olsan değişmez: dinsiz de olsan değişmez. Başörtülü de olsan başörtüsüz de olsan zulmün parçası isen vay haline! Senin inancın bizi ne ilgilendirir. Aslolan adaletten ayrılmamak değil midir! Yazıklar olsun adalet dağıtmakla yükümlü olduğu halde zulmün aracı olanlara…
Ve sana!
En çok sana! Yazıklar olsun ki beş on günlük dünyanın bir kaç günlük iktidarı için insanları insanlara kırdırdın. Haset ve nefretinin altında ezildin…
2014’ün Aralık ayında gözaltına alınmıştık. Neye rağmen? Dönemin İstanbul Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun yazılı ve sözlü beyanda bulunup “Hakkınızda herhangi bir soruşturma yapılmamaktadır” demesine rağmen. Oysa o açıklamadan bir gün sonra tantanalı bir gözdağı operasyonuyla nezarethaneye kapatılmıştık. Demek ki adliye başsavcının da bilemediği bir merkezden yönetiliyordu.
O güne dair anlatılacak çok şey var. Ama birini paylaşmanın zamanı şimdi geldi. Günlerce nezarethanede bekletildikten sonra bize dendi ki “Savcı ifade almak için Emniyet’e gelmiş”. Yadırgandı bu tavır. Adliye yerine silahların gölgesi altında ifade alınması çok alışılmış bir usul değildi. Neyse…
Akşamüstü bizi nezaretten çıkarıp ifade vereceğimiz kata götürdüler. Avukatlarımız bekliyordu. Akşam namazı vakti girince oradaki emniyet görevlisine namaz için bana uygun bir yer göstermesini istedim. Görevli memur gitti, bir müddet sonra dönerek “Savcı Bey namazını bitirsin; o seccadeyi size verelim” dedi.
İşte o gün tam kalbimin orta yerine bir ateş düştü. Bir nefret uğruna kimi kime kırdırıyorlardı!Bana, Hidayet Karaca’ya ve daha nice suçsuz insana terör suçlaması yapan adam ile aynı seccadeyi kullanacaktım birazdan. “İsmi neydi Savcı Bey’in?” diye sordum avukatlara. Adının Fuzuli olduğunu öğrendim. Onun adına o kadar üzülmüştüm ki! Kendi kendime şöyle düşündüm: “Terör gibi büyük bir insanlık suçuna asla tenezzül etmemiş kişilere terör örgütü suçlaması yapan, dünyasını da mahvetmiştir ahiretini de…”
Ben bu düşüncelere dalmış acılar içinde kıvranıyorken polis memuru bana namaz yerinin müsait olduğunu söyledi. Koridorun bir ucuna kadar yürüdük. Bir odaya girdik. Yerde seccade vardı. Biraz önce namaz kılan adamı tahayyül ettim. Ona çok ama çok acıdım. Hangi korkunç baskı ya da hangi yanlış motivasyon insanları bu kadar acımasız kılabilirdi? Seccadeye sarılıp ağlamak geldi içimden…
İfade için içeri girdiğimizde yaptığı sorgudan utanan, sıkılan ama tepeden gelen emrin altında ezildiğini hissetmemizi isteyen bir adam vardı karşımızda. Cevaplarımızı kesmedi, itirazlarımızı makul karşıladı. Adeta “Ne yapayım elimden gelen bu” der gibiydi. Ne var ki bu kişi daha sonra masum insanların mallarına el konması kurumlarının gasp edilmesi gibi işlemlere imza attı. Ve çok büyük bir vebal aldı. Yazık etti kendine…
İlk baştaki mahcubiyeti yargılanmamız sırasında hâkimlerde de bizzat müşahede ettim. Onlardan birinin özür dilercesine nazik ve mütevazı bir ses tonuyla “Sizinle başka şartlar altında görüşmeyi çok isterdim” demesini asla unutamam. Belli ki yaptığı işin ne kadar ayıp olduğunu, kanun dışı bir mecraya doğru sürüklendiğini biliyordu. Hayatını ve her türlü faaliyetini kanunların çerçevesinde yapan insanlara terör suçlaması yapmanın ne kadar çirkin bir iş olduğunu yargı mensubu bilmeyecek de kim bilecekti ki!
Bir adam emir veriyordu durmadan. “Taşları döşedik” diyordu utanmadan. Cezalar kesilmesini salık veriyordu yukarıdan. Tayinleri terfileri buna bağlamıştı. Yargı mensupları ilk defa karşı karşıya kalıyordu bu hukuksuz baskı ile. Yine de değmezdi hukuk katliamının parçası olmaya…
Ne acıdır ki ilk dönemde utana sıkıla yapılan haksız yargılamalar daha sonra arsızlığa ve kanıksamaya dönüştü. İlk başta mahcubiyet içinde yapılan hukuki hatalar, daha sonra kendi kendine telkinler ve teviller yapılarak bir ucube mantığa doğru evrildi. Yeni bir ‘düşman’ tipi oluşturuldu, yeni bir ‘tehdit’ kavramının arkasına sığınıldı, yeni bir ‘hain’ tarifi yapıldı. Bu, yukardan gelen emirler karşısında ezilip büzülen ama suç ve cezanın hukuki çerçevesini az buçuk bilenler için tevil ve tefsirlerle vicdanlarını rahatlatmak için kendi kendilerine aldatmaca yollar buldu. Kendilerinin de ‘İslami bir cemaat ‘ten geldiklerini ayni gözle bakıldığında kendilerine benzer suçlama yapılacağını görmezden geldiler.
İlk hukuk katliamlarının ardından militan savcılar ve hâkimler geldi. Artık ‘başka cemaat’ten gelme kişilere mahsus kalmıyordu zulüm. Perinçek ekibinden ülkücü diye bilenen kişilerin yargıda kurdukları ‘kızıl elma ittifakı’ Cemaat ile ilgili bütün davaları rayından çıkardı ve faşist bir yok etme projesine dönüştü. Bu feci yargı cinayetine bir de yeni ortaklar eklendi. Çoğu avukatlıktan devşirme militan ‘Reisçiler’ savcı koltuğuna oturmaya hâkim cübbesi giymeye başladı.
Tam bu hukuk katliamı yaşanırken bir de araya o korkunç ve planlı darbe girmiş oldu. Militan yargı zaten pusuya yatmış bekliyordu. Tek bir ölçü vardı: Reis. Ne anayasanın manası kaldı ne yasanın. Mesleğin izzetine onuruna aldırış eden kalmadı ortada. Tek bir amaç vardı artık: Siyasetin emrine girmenin bedeli ödenecek, toplumdaki bütün itirazlar (demokratik bile olsa) yargı yoluyla ezilip yok edilecekti.
Nitekim öyle de oldu. İşkence açıktan açığa yapılır hale geldi, adam kaçırmalar, faili meçhuller hortladı Türkiye’de. Başta toplumun bir bolumu birkaç yıldır karabasan gibi üstüne çöken uğursuzluğun farkına varamadı. Ne de olsa Cemaate yapılıyordu bütün zulümler. Oysa cemaate yapılan zulüm bütün zulümlerin başlangıcıydı. İşin ucu kendine dokundukça haktan adaletten nasıl kopabildiğimizi fark etmeye başladı o kitleler. Heyhat!
Hukuksuzluğun sinir tanımazlığı azıttıkça toplumun her kesiminden yükselen ‘Bu kadar da olmaz ki!’ serzenişi zalimleri hala rahatsız etmekte. 15 Temmuz’daki alçak darbenin arkasına da çok saklanamaz hale geldiler. Darbenin önceden bilindiği, hatta planlandığını ispat eden onlarca karine var artık. Soru işaretleri kendi tabanlarına doğru indikçe vaziyeti kurtarma telaşı gözleniyor zalimlerde.
Geçenlerde basına yansıyan bir fotoğraf iste o çaresizliğin teselli arayışlarıdır. Başörtülü bir hanimi gözaltına alan polis de başörtülü. Bu fotoğrafı medyaya servis etmelerinin bir nedeni var: “Demek istiyorlar ki bizim zulmümüz başörtüsüne değil; bak gözaltı işlemini yapan kişi de başörtülü.”
Tam bu fotoğrafın yanına Fuzuli Savcı basta olmak üzere diğer ‘muhafazakâr’ savcılar ve hâkimlerin de fotoğrafını koymak gerekiyor. Tepeden gelen hukuksuz emirlere boyun eğerek milyonlarca insanine hakkına tecavüz ettiler terörist olmayana terörist dediler. Terörle uzaktan yakından ilgisi olmayan masum insanların elleri yakalarında olmayacak mı? Dünyadan geçtik gittik diyelim Allah’ın huzuruna çıkıldığında bu insanların sebep olduğu mahkumiyetlere, mal gasbına, can kaybına, işkence ayıbına nasıl bir izah getirecekler.
Dindarmışlar!
Vallahi zulüm zulümdür; dindar da olsan değişmez: dinsiz de olsan değişmez. Başörtülü de olsan başörtüsüz de olsan zulmün parçası isen vay haline! Senin inancın bizi ne ilgilendirir. Aslolan adaletten ayrılmamak değil midir! Yazıklar olsun adalet dağıtmakla yükümlü olduğu halde zulmün aracı olanlara…
Ve sana!
En çok sana! Yazıklar olsun ki beş on günlük dünyanın bir kaç günlük iktidarı için insanları insanlara kırdırdın. Haset ve nefretinin altında ezildin…