‘Ülkemize en büyük kötülüğü yaptılar.
Kaç zamandır koltuk değnekleriyle yürüyen, her gün biraz daha kırılganlaşan bir demokratik sistemi rayından çıkarmak için en uygun koşulları yarattılar.
Bu kanlı darbe teşebbüsü, Türkiye’nin yaralı bünyesine sırttan saplanmış bir hançerdir.
Ne düşünüyorlardı ki?
Bu çağda, üstelik dünyanın çivisinin çıktığı, akıl namına bir şeyin kalmadığı bu dönemde, inanılmaz bir maceraperestlikle Türkiye’yi demokrasi ayarlarına geri döndürmeyi mi?
Nereden nasıl ürediği belli olmayan niyetlerle düğün basıp komutan rehin almakla, gencecik erleri sokaklara sürüp taşlatmakla, zaten kutuplaşmış halkı birbiriyle iyice karşı karşıya getirmekle, gazete binası basmakla, başkente dehşet salmakla, bütün bunlar yetmiyormuş gibi seçilmişlerin Meclis binasına bombalar yağdırmakla mı olacaktı bu iş?
Olan sadece hayatını kaybeden, yaralanan yüzlerce insana olmadı.
Olan Türkiye’nin zaten paramparça olmuş imajına, zemini çatırdayan ekonomisine, en önemlisi demokrasi umutlarına, geleceğine oldu.
Toplum ruhunda, hafızasında açtıkları bu hasar ne akla sığar ne havsalaya.
Türkiye’de nerede, hangi pozisyonda, hangi kesimde ne kadar demokrasi düşmanı varsa, hepsinin eline birer tane ‘ez, yok et, temizle’ marka ruhsat teslim ettiler.
Hak ve özgürlükleri iyice tırpanlamak için kurnazca sipere yatmış fırsatçılara gün doğdu.
Darbeler dönemi bitti sanıyorduk.
Bu kabus ‘opsiyonu’nun Cumhuriyet’in hafızasından tümü ile silinmesi için, ne kadar sert ve yıpratıcı olursa olsun, köşelerde ekranlarda seminerlerde kıran kırana mücadelesini vermiştik.
Bir sergüzeşt güruhun kalkıştığı 2007 e-muhtıra günlerinde, o dönemin Sabah gazetesinde ‘Darbeye Hayır!’ manşeti atan yazıişleri ekibimizde demokrasi tutkusu belirleyiciydi.
AKP’ye karşı bir yargı darbesi formatında açılan kapatma davasının bertarafı için benim de aralarında olduğum bir avuç demokratın verdiği kavga da demokratik düzende devamlılık, denge ve istikrar sağlama umudundan feyz almıştı.
Boşa kürek çekmişiz.
Bu maceraperestliği bir kesim 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’la kıyaslıyor.
Oysa, farkına varın, çok daha derinlerdeki bir ruh hortladı.
15 Temmuz gecesi, bir anda yüz yıl öncesine, 1908 Anayasası’nın köküne kibrit suyu eken meş’um Bab-ı Ali baskını günlerine geri döndük. Malumunuz, Balkanlar’daki ricat ve yanlış politikalar nedeniyle (bunu günümüzün Suriye ve Kürt siyasetiyle kıyaslayabilirsiniz), Enver Bey’in başını çektiği bir grup İttihatçı, – Sapancalı Hakkı, Mithat Şükrü, Mustafa Necip, Talat, Filibeli Hilmi ve Yakup Cemil – 23 Ocak 2013’te adamlarını Bab-ı Ali çevresine yaymış ve binadan içeri dalıp çevreyi kurşun yağmuruna tutmuşlardı. Yakup Cemil’in Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı şakağından vurması ardından Sadrazam Kamil Paşa’ya silah zoru ile istifasını yazdırmışlardı. Sonra Mahmut Şevket Paşa kapkaranlık bir suikaste kurban gidiverdi. Örfi İdare devri başladı.
Gerisi malum: Kabus.
O nedenle şimdi ‘o yapı bu yapı’ diye anlatılanların çok ötesinde, hem arka plan hem aidiyet hem de dağılım bakımından karmaşık resim arzeden bu yeni serkeşlik, adını doğru koyun, özünde ‘benden sonra tufan’ diyen bir neo-İttihatçılıktır, başka hikayeye hiç gerek yok.
Nasıl ki onlar en büyük kötülüğü Osmanlı’ya ve halklarına ettiler, bunlar da bu kalkışmayla en büyük kötülüğü Türkiye’ye, özgürlük hak hukuk mücadelesini demokrasi sınırları içinde vermek için canını düşüne takmış aydınlarına, muhalefetine, huzur isteyen insanlarına yaptılar.
Buradan muazzam mağruriyet üretecek bir kesim şimdi öbürlerini daha fazla mağdur etmek için kolları sıvayacak, ucu açık bir cadı avı her yeri saracak.
İçim kan ağlasa da söylemek zorundayım:
Türkiye bundan sonra kolay kolay dikiş tutmayacaktır. Çok daha bulanık bir geleceğe kendimizi hazırlayalım.”
Bu yazı, basın düşmanlığı kurbanlarından, şimdi yerinde yeller esen Özgür Düşünce gazetesindeki köşemde, 17 Temmuz 2016’da yayınlanmştı.
Yani askeri kalkışmadan 36 saat sonra.
At izinin it izine karıştığı, koskoca ülkenin kendisine jilet atmaya başladığı, henüz başına geleceklerin farkına varamadığı o anda.
Ve ardından, gazetedeki son yazımı 19 Temmuz 2016’da gönderdim. Medya tam bir kuşatma altındaydı, 20 Temmuz’daki yazım, Özgür Düşünce’deki son yorumum oldu, kim okuyabildi ne kadar okudu hiçbir fikrim yok.
‘Ey Ahali, Karşı Darbe başladı, farkında mısınız?’ başlığını özellikle seçerek şunu yazmıştım, size tarif edemeyeceğim bir burukluk içinde:
”12 Eylül’ü aratacak günlere girildi, hayırlı olsun.
Dün sosyal medyada yapılan hesaplamalara göre (bu yazının yazıldığı ana kadar) devlet kurumları içinden tasfiye edilen kişi sayısı 31 bin ile 45 bin arasında değişiyor.
Belki sayı daha fazla.
YÖK dün bütün devlet ve vakıf üniversitelerindeki 1577 dekanın istifasını istedi.
Ey ahali!
Dünyanın en büyük ahmaklığına kalkışarak Türkiye’ye en büyük kötülüğü yapan, sırtına bıçak saplayan bir darbeci kliğin girişimini fırsat bilen iktidar ve ona hükmeden üst akıl topyekun karşı darbe başlattı, farkında mısınız?
Biz daha yüzlerce insanın ölümüne yol açan bu kanlı darbenin kim tarafından neden ve nasıl yapıldığını bilmiyoruz.
Otosansürle kontrol altına alınmış medya dört gündür ezberlerle halkımızı narkozlamaya devam ededursun, demokrasiye ya da demokrasiden şu kaç yıldır geriye kalmış ne varsa, göz göre göre darbe üstüne darbe indiriliyor.
93 yıllık Cumhuriyet’in işletim sistemi tek bir kişinin asla ve asla sorgulanamayacak ihtirası üzerinden değiştiriliyor.
Devlet elindeki bağımsız, çoğulcu, ehil ne kadar kadro varsa ayıklanıp tek tipleştiriliyor.
İnsan kaynağı yok ediliyor.
Devlete baştan aşağı yeniden format atılıyor.
Kimdi bu karşı darbeyi tetikleme vesilesini yaratan sergerde sürüsü? Ne yaptıklarını biliyorlar mıydı?
Kim ne oyunu oynadı ve oyun içinde oyunları başlattı?
Bilmiyoruz.
Bildiğimiz tek şey, Türkiye’nin, eğer bu karşı darbe devam ederse, Baas kodlarına göre düzenlenmiş, evrensel hak ve özgürlük kriterlerini çöpe atacak bir Orta Asya Nizamı’na geçiş yaptığıdır.
Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi izlerken acı acı güldüm.
7 Haziran’da başlayan ve bu zevat sayesinde tepetaklak giden sürecin acıklı figüranları olmaya devam ediyorlar.
Dün Ergun Babahan’ın yazdığı gibi, ”Darbeye karşı durdukları için Erdoğan ve AKP ile yeni bir sayfa açacağını düşünen muhalefet partileri ne kadar yanıldıklarını kısa sürede anlayacak. Baskı ve sindirme politikası tırmanarak devam edecek. Ta ki Türkiye, diğer İslam ülkeleri gibi tek sesli, tek renkli ülke olana kadar. Silahlı Kuvvetler, yargı, medya, polis ve bürokrasideki büyük temizlik tamamlandıktan sonra sıra muhalefete gelecek. Önce dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri olmak üzere, belediye başkanları ve bağımsız duruş gösteren tüm siyasilerin tasfiye süreci başlayacak.”
Ah, bu talihsiz ülke!
Demek ki bin türlü badire ardından bunlar da yaşanacakmış.
Kendinize mukayyet olun.
En başta aklınıza.
Karşı darbe tam gaz gidiyor.”
Türkiye’nin medeni geleceğinin köküne kibrit suyu eken bir darbe/karşı-darbe sürecinin (henüz) birinci yıldönümündeyiz. Devlet bürokrasisini, yargıyı, medyayı, iş camiasını, akademi alemini ele geçiren lümpen bir yapının egemenliğindeki söylemle bugünlerde yalan rüzgarı bir fırtınaya dönüşürken, inanın içimden hiçbir yeni şey yazmak gelmiyor.
İçimde sadece bir sızı var.
Benim naçizane ta bir yıl önce öngörebildiğimi aklı başında görünen bir yığın insanın görememesi, görmek istememesinin; egemen lümpen gücün kabaca ürettiği resmi anlatımların üzerine atlayıp onları veri kabul edip tekrarlamasının; daha da önemlisi, yaşatılan onca zulme seyirci kalmasının derin sızısı.
Zihinlerde hiçbir şüphe yok.
Kim kimi düşman ve hasım bellediyse, ona eziyeti makul ve makbul görenlerin, kendisinde en ufak bir hata bulmayanların cehennemidir Türkiye.
Nazım yazmıştı.
”Bu cehennem bu cennet bizim…’
Cennet vatan, cehennem toplum…
Ve barbarlığı, zorbalığı, acımasızlığı bayrak edinmiş muktedirler.
Ne yazayım?
Neyi niye yazayım?
Sormuyorlar, sormak istemiyorlar ki.
Sanıyorlar ki bu kadar acı ve öfke tohumunun her gün tonlarca serpildiği bu topraklarda huzur bulacaklar.
Sanıyorlar ki sevmedikleri sosyal kimlikler ezilip aşağılanıp kovalandıktan sonra çocukları mutlu yaşayacak.
Sanıyorlar ki çözüm, kendilerini muaf kılan o zulmün devamındadır.
Aslında…
Bilmiyorlar ki, çürümenin son safhasını yaşıyorlar.
Gezi de, 17-25 de, Adalet Yürüyüşü de bu çürümenin ne kadar dar bir çevre tarafından anlaşıldığını; ne kadar geniş bir çevre tarafından anlaşılmak istenmediğini göstermedi mi?
Toplumsal çürüme, vicdanın iflas edişidir.
Öyle alışmışlar ki, pis kokuyu almıyorlar.
Damarlarına her gün artan dozda faşizm şırıngalanıyor, hissetmiyorlar.
Bu çöplük daha çok patlayacaktır.
Bakın, yazıyorum, medeni görünümlü veya barbar kılıklı, her kim ise bunlar, o siyasi lümpenlere ‘yeter!’ denmediği sürece bu ülkeye ne barış gelecektir, ne huzur, ne istikrar, ne güven, ne refah…
Hepsi bu kadar.
Demokrasi kelimesinin içinin tamamen boşaltıldığı; akım derken bokum diyenler gibi, ‘demokraaasi’ diye höykürenlerin aslında ‘faşizm’ demek istediği bu günlerde lafı daha fazla uzatmak, akla fikre sağduyuya hakaret olacak çünkü.
NBA yıldızı ve insan hakları aktivisti Enes Kanter Freedom, ikinci kez ABD Başkanı seçilen Donad Trump’ın ev sahipliğindeki kutlamaya...