ERMAN YALAZ /YORUM |TR724.COM
Gece yarısı 03.02’ydi. 45 saniyelik bir kıyamet sahnesiydi adeta. Yazın en bunaltıcı sıcakları yaşanıyordu. Gökyüzü adeta bir ateş topuydu. Güneş tutulmuştu daha 6 gün önce. Gece yarısı sarsılmaya başladık. Binalar kibrit kutuları gibi üst üste düştü. Çığlıklar, yalvarışlar, ağlayışlar ve ölüm… 18 sene geçti üzerinden. Resmi rakamlarla 17 bin 480 kişi ölmüş, 60 bin kişi yaralanmış, 350 bin ev ve işyeri hasar görmüş veya yıkılmıştı. Gayri resmi rakamlar ölü sayısı 50 bin, yaralılar yüz binler diyordu. Devlet ölenlerini bile sayamamıştı.
Türkiye’nin kalbi, Marmara, Sakarya, Yalova, Kocaeli, İstanbul yıkılmıştı. Adı 17 Ağustos depremi oldu. Evler milletin başına göçmüştü, ancak yıkımın altında devlet kalmıştı aslında. Kanun çıkarmayan, çıkarttığını uygulamayan, deprem haritaları bile olmayan bir devlet. Denetim yapmayan belediyeler, deniz kumundan yazlık satan müteahhitler, hazır olmayan ilk yardım kuruluşları, Kızılay… Aylarca çadır verilemeyen depremzedeler oldu. Sonra ‘depremle yaşamaya alışacağız’ sözü girdi hayatımıza.
Enkazın başında, çadır kuyruklarında, yağmurlu ve karlı kış günlerinde, prefabriklerde en acı bekleyişler yaşandı on günlerce. Hayatımıza girenler oldu o zaman vazgeçilmez şekilde. Sivil toplum kuruluşları yetişti enkazın başına. Çadırını kurdu, çorbasını dağıttı. Devletin ceberutluğu valilerde simgeydi. Erol Çakır’lar vardı mesela. 28 Şubat’tan kalma hastalıklarla yardım kuruluşlarını engellemeye kalkmışlar, derneklerin yardım toplamalarına izin vermemek için diretmişlerdi. Fatih’ten yola çıkan yardım kolilerini, yardımseverleri yolda jandarmalarla durduranlar vardı. Arama kurtarma ekiplerimiz yoktu, sivil savunma birlikleri Ankara ve İstanbul’da kurulmuştu. Ama kağıt üstündeydi her şey.
Kırmızı siyah renkleriyle Arama Kurtarma Derneği, AKUT girdi hayatımıza. Sesimi duyan yok mu, diye enkaz enkaz dolaştık. Komşumuza, canımıza, dostumuza su vermek, çorba vermek gerekti. Belediyeler, İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri sahadaydı. Türkiye seferber olmuştu. Kimse Yok mu, Cansuyu, Deniz Feneri dernekleri çıkageldi hayatımıza. Onlarca yardım kuruluşumuz, derneğimiz oldu. Sadece depremin yaralarını sarmadılar, 28 Şubat’ın ceberut devlet izlerini de onlar sildi aslında. Depremden çıkarılan dersler neler dendiğinde, sivil toplum en önde sıralanmıştı hep. Devletin bütün soğuk yüzüne karşın, sivil toplum boşlukları doldurmuştu.
ŞİMDİ KARŞIMIZDA BAŞKA BİR ENKAZ VAR
18 yıl geçti aradan. Şimdi, önümüzde başka bir enkaz var. Sanki 17 Ağustos’lar yaşanmamışçasına… Bu kez deprem daha kapsamlı; evler değil belki yıkılan. Ancak hukuk devleti, parlamenter rejim, demokrasi, insan hakları yok edildi-ediliyor adım adım. Sosyal, siyasal ve psikolojik bir deprem bu. Öncü sarsıntıları 17-25 Aralık’larda hissedilmişti. Yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara karşı olduğunu söyleyen bir siyasal iktidar, rüşvet ve hırsızlık depremini yaşattı Türkiye’ye. Herkes bekliyordu ki, istifası istenen bakanlar yargılanacaktı. ‘Hırsızlığı yapan kızım Fatıma da olsa cezasını veririm’ diyen bir medeniyetin temsilcisi olduğunu söyleyenler en yakınlarındaki yanlışın hesabını soracaktı toplum huzurunda. Öyle olmadı.
Aklı, vicdanı, ahlakı ve hatta insanlığı bir kenaraya koydu o irade. Çünkü kendisi de aynı suçun ortağıydı. Tek adamın hatası, hırsları, saldırganlığı kuşattı bütün ülkeyi yavaş yavaş. Sonra 7 Haziran 1 Kasım seçimlerinde siyasal depremler sürdü. 17 Ağustos’un sahtekar müteahhitleri Veli Göçer ise; 17 Aralık’ların, 7 Haziran’ların ehliyetsiz siyasetçileri de o oldu. Devlet Bahçeli, Mustafa Destici, Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş gibi alternatif zannedilenler kaos mimarının müteahhidi, yamağı oldular.
Ülke terör ve şiddet sarmalına teslim edildi sonra. ‘400’ü verin bu iş huzur içinde çözülsün’ diyen zihniyet Türkiye’yi esir aldı. Barışı bir kenara bıraktı. Ölümü kutsadı. Şehit cenazelerinde tabuta yaslanıp ahkam kesti gözümüzün içine baka baka. Bir cumhurbaşkanlığı, bir yerel, iki genel seçim, bir referandum geçti üzerinden. Vatandaş siyaseten hesap sormadı. Belki aldatıldı. Sesini çıkaranlar, deprem geliyor diyenler değil; Türkiye’yi ötekileştirenler ve bu sahte müteahhitler kazandı maalesef. Şimdi ‘kendi devletimizi kuruyoruz’ diyorlar. Yeni bir devletten dem vuruyorlar. Karşımızdaki sosyolojik, siyasi, psikolojik bu yeni yıkımın; 7.4 büyüklüğündeki en büyük sarsıntısı, 15 Temmuz gecesi yaşandı kuşkusuz. Yine bir yaz günüydü. Bu kez gelen askeri darbeydi; trafiğin en yoğun saatinde köprüleri 150-200 askeri öğrenciyle tutan, sniperlar ile vatandaşını vuran bir deprem vardı… Müdahaleyi saatlerce, günlerce önce bildiği halde engellemeyen bir iradenin kontrollü darbesiydi yapılan. Yine halk sokaklarda sabahladı günlerce haftalarca. Adı demokrasi nöbetiydi, ancak diktaya alkış tutuluyordu.
YİNE ÇARE BELLİ: SİVİL TOPLUM
Yine bir enkaz var karşımızda. Bu kez devletin bütün sosyal, siyasal, bürokratik kurumları; demokrasi kültürü ve 90 yıllık cumhuriyet kazanımları yerle bir. Hak, hukuk, kanun yok; OHAL, KHK’lar, hapishaneler, işkenceler, zulüm var. 668 çocuk, 18 bin kadın, 60 bin masum. 260 gazeteci, binlerce hakim, savcı, avukat; aydın, akademisyen, eğitimciler tutuklu.
17 Ağustos’ta devletin olmadığı o günlerde ‘sesimi duyan var mı’ diye soranlara cevap olsun diye kurulan Kimse Yokmu gibi bin küsür sivil toplum kuruluşu kapatılmış. Sadece cemaatten değil; ayrımı yapılmadan her ses, her renk; Alevi, Sünni, Kürt, Zaza, sağcı, solcu… Televizyonlar, radyolar, gazeteler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, dernekler susturulmuş. Sokakta işini geri almak için açlık grevi yapmak, fişleme ya da bylock listesinde iseniz doğum yapmak yasak. Herkes suçlu bu iktidarın gözünde. Hatırlayalım şu Kimse Yok Mu’yu mesela.
11 yılda dünyanın 113 ülkesine ulaşan; deprem, sel felaketi, açlık dendiğinde bir eli Afrika’da diğer eli Asya’da yara saran kurumu. 70 ülkede 58 bin yetime bakıyordu o gönüllüler. On binlerce Suriyeliye, yüz binlerce aç-yoksula giden yardımlar durduruldu. Önce kamu yararı kaldırıldı, sonra 15 Temmuzla dernek tamamen kapatıldı. Neydi kapatılan aslında? Gazze’den, Afrika’nın en ücra köylerine 3 bine yakın kuyu açıp temiz su götüren, hastaneler, eğitim yuvaları, kurslar inşa eden bir dernek… Şimdi o derneğe yardım yapanlar ‘terörist’ diye tutuklanıyor. 18 yıl önce yeryüzünü sarsan fayların kazandırdıklarını, dayanışma ruhunu simgeliyordu o dernek ve kapatılan onlarca başkası.
Şimdi dünün yardım dernekleri, belediyeleri, başkanları, yara saranları; ihtiraslarıyla bir medeniyetin birikimlerini, 17 Ağustos’un öğrettiklerini; sivil toplum ruhu da dahil yıkıp viraneye çevirdi. Yetimler aç susuz kalmadı sadece. El olalım, göz olalım diyen doktorlar, yardım kuruluşu gönüllüleri, insan dostları hapiste… Hangisi daha büyük yıkım söyleyin Allah aşkına… 17 Ağustos mu daha büyük, yoksa 15 Temmuz ve sonrası sivil diktanın siyasal-sosyolojik, insani yıkımı mı?