ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Eylül ayı, Türkiye ve dünya açısından çok önemli olayları barındıran, bize bakan yönüyle yürek sızlatıcı hadisenin hatırlatıcısıdır.
Eylül ‘Dünya Barış’ günü…
11 Eylül saldırısı…
12 Eylül, askeri darbesi…
16 Eylül, Ömer Muhtar’ın ipe götürülüşü…
Mesela, Türkiye’nin büyük ayıplarından biri olan ve
bir başbakanın asıldığı gündür 17 Eylül. 9. Başbakan Adnan Menderes, gözü kanlı
bir cunta tarafından bu ayda asıldı.
Bu gözü kan bürümüş anlayış, ülkemizi hiç terk etmedi.
Aynı gözü dönmüşlük Anadolu’da hala cirit atıyor
bugünlerde.
Gayri hukuki ve insanlık dışı…
Siyasal gelişmeler açısından Türkiye, tabir yerindeyse Melbourne’nin hava
şartları gibi; bir günde dört mevsim yaşanıyor.
Son bir asırda ne gibi zıtlıkları ve mantıksızlıkları barındırmadi ki…
Bu açıdan, Cumhuriyet tarihinde bazı dönemler çelişki, bazı
dönemler dramatik ve bazı dönemleri ise; ibretlik, hadiselerle doludur.
Mesela, cunta anlayışıyla mücadele de büyük emek
sahibi gazeteciler, “darbecilikle” yargılanıyor, günlerini zindanlarda
geçiriyorlar. 259 gazeteci bu zulmü
yaşıyor. 135 gazeteci hakkında ise; yakalama kararları var.
Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Ali Bulaç, Mehmet Altan,
Ahmet Turan Alkan, Şahin Alpay…
Darbe karşıtı olarak bilinen ve Zaman Gazetesi’nde
yazan bu aydınlar, içi boş, yalan, saçma, uydurma bilgi, “gizli tanıkların”
ifade ve iftiralarıyla dolu bir iddianame ile hâkim karşısına çıkarıldılar.
Her zaman, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü
savunduğuna şahit olduğumuz Nazlı Ilıcak’ın, 28 Şubat’ta Mecliste askeri cunta
anlayışına karşı mücadele verdiğini, ehl-i insaf ve vicdan sahibi herkes
biliyor. Tutuklu olan Nazlı Ilıcak’ın, tam da Menderes utancının yaşandığı ay
ve haftada, yargıcın karşısına çıkartılması sırasında; “Menderes’in başına
gelenle bizim başımıza gelen aynı şey” hazin gerçeğini dile getirmesi,
aldığımız utanç verici hukuki mesafe açısından düşündürücüydü.
Çünkü
ülkeye büyük hizmetler veren başbakanlardan biri, çok acı bir bedel ödedi.
Menderes’in savunduğu demokratik değerleri savunan Ilıcak, Bulaç, Altan
kardeşler, Ünal, Alpay ve diğer yazar ve meslektaşlarımız da bugün ağır bir bedel
ödüyorlar.
Geçmişten ders almayan, geleceğe ümit bağlayabilir mi?
Sadece biz değil, Müslüman başka ülkeler açısından da
bu böyle.
Aynı kaderi paylaşan iki ülkeyi ve iki figüranın kader
ortaklığını paylaşmak istiyorum, sizlerle.
Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve Efsanevi Lider Ömer
Muhtar…
İki önemli şahsın hazin kaderi, Eylül ayında bir gün
arayla darağacına götürüldüler,
30 yıl arayla…
İki ülke sembol isimlerinin mücadelesi, aslında çok
ibretamiz bir durum.
Ama geçmişten ders alınmadığı için, “ortak kadere”
dikkat çekmekte çok bir anlam taşımıyor.
Ölüm yıldönümlerinde, bir kez daha iki ülkenin bugünkü
siyasetçileri, demokrasiyi ve özgürlüğü vatandaşlarına fazla görüyorlar.
Bir tarafta Türkiye’de mahalleler, semtler hatta
ailelere kadar, toplum ruhen ve bedenen paramparça…
Diğer taraftan bölünmüş ve parçalanmış bir Libya…
Menderes, kurulan idam sehpasında kendi ülkesinin
celladı,
Muhtar ise; faşist ve sömürgeci devletin celladı
tarafından altlarındaki sehpalar çekildi.
Her ikisinin ortak özelliği; “minnet ve şükranla”
hatırlanıyor olmalarıdır.
Menderes, arkasında hizmet dolu 10 ‘altın yıl’
bırakarak, darbecilerin hışmına uğrayarak, aramızdan ayrıldı, 56 yıl önce.
Bundan tam 86 yıl önce ise, faşizm devriminin
9.yılında Mussolini liderliğindeki İtalya, Ömer Muhtar’ı idam etmişti.
Menderes, 10 yıl ülkeyi yönetti, Muhtar ise; yaklaşık 10 yıl at sırtında, zor şartlar altında,
sömürgeci ülkenin modern silahlı ordusuna karşı, ülkesini savundu.
Çölün Aslan’ı çarpışmada yaralanarak, İtalyanlara esir
düştü.
Üç günlük bir yargılamanın sonunda 16 Eylül 1931’de
idam edildi. Libya’yı işgal etmek isteyenlere karşı şöyle kükremişti Ömer
Muhtar: “Ben her isteyenin kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse
imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bana
gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” demişti.
Demokrasi şehidinin Türkiye’sinde ise; yıkımları
yıkımlar takip ediyor.
Gönüller viran, aile bağları her gün adeta idam
ediliyor. Kürd’ün, Türk’ün, Alevi’nin anası ağlamaya devam ediyor. Kürt şehirleri
yerle bir edildi, ediliyor, ilan edilen yasak bölgeler dipçiklerin gölgesinde.
34 yıl önce,
henüz ortaokul son sınıf öğrencisiyken, bugünlerde yerle bir edilen, Sur
sınırları içinde yer alan ve artık tatlı bir hatıra olarak kalan Hüsrevpaşa
Öğrenci Yurdu’nda Ömer Muhtar’ı ilk olarak izlemiştim. Ünlü aktör,
Anthony Quinn’in başrol oynadığı ve 1980 yapımlı ‘Çöl Arslanı’nı (Lion of The
Desert) gözyaşları içinde izlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Acı, tatlı, yakın, uzak gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanan tüm bu dramatik olayların fonunda, Ömer Muhtar’ı, bir kez daha Kıta Ülkesi’nin şehri Sydney’de, önceki gün izledim.
Sonuç
olarak, ne acıdır ki, aradan geçen onca yıla rağmen, hem ‘Çöl Arslanı Ömer
Muhtar’ın hem de Demokrasi Şehidi Adnan Menderes’in memleketinde, insanlar
huzuru mumla arıyor. Neredeyse aynı zalim çehre, aynı fişit anlayış, hakim bu topraklara. Yerinde sayan bir domekrasi. Hasılı huzurlu iklime ve memlekete sahip olmak
nasip olmuyor, bu çoğrafyanın mazlumlarına…Perişan, derbeder diyarlar, kan ağlayan
Müslümanlar…Zorbalardan yakasını sıyıramayan, sıyırma becerisi gösteremeyen
yığınlar, boş vaatlerle avutulan kitleler, çaresiz toplumlar, adalet arayışında olan masum ve mağdurlar…
Not: Menderes’i
ve Ömer Muhtar’ı rahmetle anıyorum…
ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Eylül ayı, Türkiye ve dünya açısından çok önemli olayları barındıran, bize bakan yönüyle yürek sızlatıcı hadisenin hatırlatıcısıdır.
Eylül ‘Dünya Barış’ günü…
11 Eylül saldırısı…
12 Eylül, askeri darbesi…
16 Eylül, Ömer Muhtar’ın ipe götürülüşü…
Mesela, Türkiye’nin büyük ayıplarından biri olan ve
bir başbakanın asıldığı gündür 17 Eylül. 9. Başbakan Adnan Menderes, gözü kanlı
bir cunta tarafından bu ayda asıldı.
Bu gözü kan bürümüş anlayış, ülkemizi hiç terk etmedi.
Aynı gözü dönmüşlük Anadolu’da hala cirit atıyor
bugünlerde.
Gayri hukuki ve insanlık dışı…
Siyasal gelişmeler açısından Türkiye, tabir yerindeyse Melbourne’nin hava
şartları gibi; bir günde dört mevsim yaşanıyor.
Son bir asırda ne gibi zıtlıkları ve mantıksızlıkları barındırmadi ki…
Bu açıdan, Cumhuriyet tarihinde bazı dönemler çelişki, bazı
dönemler dramatik ve bazı dönemleri ise; ibretlik, hadiselerle doludur.
Mesela, cunta anlayışıyla mücadele de büyük emek
sahibi gazeteciler, “darbecilikle” yargılanıyor, günlerini zindanlarda
geçiriyorlar. 259 gazeteci bu zulmü
yaşıyor. 135 gazeteci hakkında ise; yakalama kararları var.
Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Ali Bulaç, Mehmet Altan,
Ahmet Turan Alkan, Şahin Alpay…
Darbe karşıtı olarak bilinen ve Zaman Gazetesi’nde
yazan bu aydınlar, içi boş, yalan, saçma, uydurma bilgi, “gizli tanıkların”
ifade ve iftiralarıyla dolu bir iddianame ile hâkim karşısına çıkarıldılar.
Her zaman, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü
savunduğuna şahit olduğumuz Nazlı Ilıcak’ın, 28 Şubat’ta Mecliste askeri cunta
anlayışına karşı mücadele verdiğini, ehl-i insaf ve vicdan sahibi herkes
biliyor. Tutuklu olan Nazlı Ilıcak’ın, tam da Menderes utancının yaşandığı ay
ve haftada, yargıcın karşısına çıkartılması sırasında; “Menderes’in başına
gelenle bizim başımıza gelen aynı şey” hazin gerçeğini dile getirmesi,
aldığımız utanç verici hukuki mesafe açısından düşündürücüydü.
Çünkü
ülkeye büyük hizmetler veren başbakanlardan biri, çok acı bir bedel ödedi.
Menderes’in savunduğu demokratik değerleri savunan Ilıcak, Bulaç, Altan
kardeşler, Ünal, Alpay ve diğer yazar ve meslektaşlarımız da bugün ağır bir bedel
ödüyorlar.
Geçmişten ders almayan, geleceğe ümit bağlayabilir mi?
Sadece biz değil, Müslüman başka ülkeler açısından da
bu böyle.
Aynı kaderi paylaşan iki ülkeyi ve iki figüranın kader
ortaklığını paylaşmak istiyorum, sizlerle.
Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve Efsanevi Lider Ömer
Muhtar…
İki önemli şahsın hazin kaderi, Eylül ayında bir gün
arayla darağacına götürüldüler,
30 yıl arayla…
İki ülke sembol isimlerinin mücadelesi, aslında çok
ibretamiz bir durum.
Ama geçmişten ders alınmadığı için, “ortak kadere”
dikkat çekmekte çok bir anlam taşımıyor.
Ölüm yıldönümlerinde, bir kez daha iki ülkenin bugünkü
siyasetçileri, demokrasiyi ve özgürlüğü vatandaşlarına fazla görüyorlar.
Bir tarafta Türkiye’de mahalleler, semtler hatta
ailelere kadar, toplum ruhen ve bedenen paramparça…
Diğer taraftan bölünmüş ve parçalanmış bir Libya…
Menderes, kurulan idam sehpasında kendi ülkesinin
celladı,
Muhtar ise; faşist ve sömürgeci devletin celladı
tarafından altlarındaki sehpalar çekildi.
Her ikisinin ortak özelliği; “minnet ve şükranla”
hatırlanıyor olmalarıdır.
Menderes, arkasında hizmet dolu 10 ‘altın yıl’
bırakarak, darbecilerin hışmına uğrayarak, aramızdan ayrıldı, 56 yıl önce.
Bundan tam 86 yıl önce ise, faşizm devriminin
9.yılında Mussolini liderliğindeki İtalya, Ömer Muhtar’ı idam etmişti.
Menderes, 10 yıl ülkeyi yönetti, Muhtar ise; yaklaşık 10 yıl at sırtında, zor şartlar altında,
sömürgeci ülkenin modern silahlı ordusuna karşı, ülkesini savundu.
Çölün Aslan’ı çarpışmada yaralanarak, İtalyanlara esir
düştü.
Üç günlük bir yargılamanın sonunda 16 Eylül 1931’de
idam edildi. Libya’yı işgal etmek isteyenlere karşı şöyle kükremişti Ömer
Muhtar: “Ben her isteyenin kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse
imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bana
gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” demişti.
Demokrasi şehidinin Türkiye’sinde ise; yıkımları
yıkımlar takip ediyor.
Gönüller viran, aile bağları her gün adeta idam
ediliyor. Kürd’ün, Türk’ün, Alevi’nin anası ağlamaya devam ediyor. Kürt şehirleri
yerle bir edildi, ediliyor, ilan edilen yasak bölgeler dipçiklerin gölgesinde.
34 yıl önce,
henüz ortaokul son sınıf öğrencisiyken, bugünlerde yerle bir edilen, Sur
sınırları içinde yer alan ve artık tatlı bir hatıra olarak kalan Hüsrevpaşa
Öğrenci Yurdu’nda Ömer Muhtar’ı ilk olarak izlemiştim. Ünlü aktör,
Anthony Quinn’in başrol oynadığı ve 1980 yapımlı ‘Çöl Arslanı’nı (Lion of The
Desert) gözyaşları içinde izlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Acı, tatlı, yakın, uzak gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanan tüm bu dramatik olayların fonunda, Ömer Muhtar’ı, bir kez daha Kıta Ülkesi’nin şehri Sydney’de, önceki gün izledim.
Sonuç
olarak, ne acıdır ki, aradan geçen onca yıla rağmen, hem ‘Çöl Arslanı Ömer
Muhtar’ın hem de Demokrasi Şehidi Adnan Menderes’in memleketinde, insanlar
huzuru mumla arıyor. Neredeyse aynı zalim çehre, aynı fişit anlayış, hakim bu topraklara. Yerinde sayan bir domekrasi. Hasılı huzurlu iklime ve memlekete sahip olmak
nasip olmuyor, bu çoğrafyanın mazlumlarına…Perişan, derbeder diyarlar, kan ağlayan
Müslümanlar…Zorbalardan yakasını sıyıramayan, sıyırma becerisi gösteremeyen
yığınlar, boş vaatlerle avutulan kitleler, çaresiz toplumlar, adalet arayışında olan masum ve mağdurlar…
Not: Menderes’i
ve Ömer Muhtar’ı rahmetle anıyorum…
ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Eylül ayı, Türkiye ve dünya açısından çok önemli olayları barındıran, bize bakan yönüyle yürek sızlatıcı hadisenin hatırlatıcısıdır.
Eylül ‘Dünya Barış’ günü…
11 Eylül saldırısı…
12 Eylül, askeri darbesi…
16 Eylül, Ömer Muhtar’ın ipe götürülüşü…
Mesela, Türkiye’nin büyük ayıplarından biri olan ve
bir başbakanın asıldığı gündür 17 Eylül. 9. Başbakan Adnan Menderes, gözü kanlı
bir cunta tarafından bu ayda asıldı.
Bu gözü kan bürümüş anlayış, ülkemizi hiç terk etmedi.
Aynı gözü dönmüşlük Anadolu’da hala cirit atıyor
bugünlerde.
Gayri hukuki ve insanlık dışı…
Siyasal gelişmeler açısından Türkiye, tabir yerindeyse Melbourne’nin hava
şartları gibi; bir günde dört mevsim yaşanıyor.
Son bir asırda ne gibi zıtlıkları ve mantıksızlıkları barındırmadi ki…
Bu açıdan, Cumhuriyet tarihinde bazı dönemler çelişki, bazı
dönemler dramatik ve bazı dönemleri ise; ibretlik, hadiselerle doludur.
Mesela, cunta anlayışıyla mücadele de büyük emek
sahibi gazeteciler, “darbecilikle” yargılanıyor, günlerini zindanlarda
geçiriyorlar. 259 gazeteci bu zulmü
yaşıyor. 135 gazeteci hakkında ise; yakalama kararları var.
Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Ali Bulaç, Mehmet Altan,
Ahmet Turan Alkan, Şahin Alpay…
Darbe karşıtı olarak bilinen ve Zaman Gazetesi’nde
yazan bu aydınlar, içi boş, yalan, saçma, uydurma bilgi, “gizli tanıkların”
ifade ve iftiralarıyla dolu bir iddianame ile hâkim karşısına çıkarıldılar.
Her zaman, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü
savunduğuna şahit olduğumuz Nazlı Ilıcak’ın, 28 Şubat’ta Mecliste askeri cunta
anlayışına karşı mücadele verdiğini, ehl-i insaf ve vicdan sahibi herkes
biliyor. Tutuklu olan Nazlı Ilıcak’ın, tam da Menderes utancının yaşandığı ay
ve haftada, yargıcın karşısına çıkartılması sırasında; “Menderes’in başına
gelenle bizim başımıza gelen aynı şey” hazin gerçeğini dile getirmesi,
aldığımız utanç verici hukuki mesafe açısından düşündürücüydü.
Çünkü
ülkeye büyük hizmetler veren başbakanlardan biri, çok acı bir bedel ödedi.
Menderes’in savunduğu demokratik değerleri savunan Ilıcak, Bulaç, Altan
kardeşler, Ünal, Alpay ve diğer yazar ve meslektaşlarımız da bugün ağır bir bedel
ödüyorlar.
Geçmişten ders almayan, geleceğe ümit bağlayabilir mi?
Sadece biz değil, Müslüman başka ülkeler açısından da
bu böyle.
Aynı kaderi paylaşan iki ülkeyi ve iki figüranın kader
ortaklığını paylaşmak istiyorum, sizlerle.
Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve Efsanevi Lider Ömer
Muhtar…
İki önemli şahsın hazin kaderi, Eylül ayında bir gün
arayla darağacına götürüldüler,
30 yıl arayla…
İki ülke sembol isimlerinin mücadelesi, aslında çok
ibretamiz bir durum.
Ama geçmişten ders alınmadığı için, “ortak kadere”
dikkat çekmekte çok bir anlam taşımıyor.
Ölüm yıldönümlerinde, bir kez daha iki ülkenin bugünkü
siyasetçileri, demokrasiyi ve özgürlüğü vatandaşlarına fazla görüyorlar.
Bir tarafta Türkiye’de mahalleler, semtler hatta
ailelere kadar, toplum ruhen ve bedenen paramparça…
Diğer taraftan bölünmüş ve parçalanmış bir Libya…
Menderes, kurulan idam sehpasında kendi ülkesinin
celladı,
Muhtar ise; faşist ve sömürgeci devletin celladı
tarafından altlarındaki sehpalar çekildi.
Her ikisinin ortak özelliği; “minnet ve şükranla”
hatırlanıyor olmalarıdır.
Menderes, arkasında hizmet dolu 10 ‘altın yıl’
bırakarak, darbecilerin hışmına uğrayarak, aramızdan ayrıldı, 56 yıl önce.
Bundan tam 86 yıl önce ise, faşizm devriminin
9.yılında Mussolini liderliğindeki İtalya, Ömer Muhtar’ı idam etmişti.
Menderes, 10 yıl ülkeyi yönetti, Muhtar ise; yaklaşık 10 yıl at sırtında, zor şartlar altında,
sömürgeci ülkenin modern silahlı ordusuna karşı, ülkesini savundu.
Çölün Aslan’ı çarpışmada yaralanarak, İtalyanlara esir
düştü.
Üç günlük bir yargılamanın sonunda 16 Eylül 1931’de
idam edildi. Libya’yı işgal etmek isteyenlere karşı şöyle kükremişti Ömer
Muhtar: “Ben her isteyenin kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse
imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bana
gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” demişti.
Demokrasi şehidinin Türkiye’sinde ise; yıkımları
yıkımlar takip ediyor.
Gönüller viran, aile bağları her gün adeta idam
ediliyor. Kürd’ün, Türk’ün, Alevi’nin anası ağlamaya devam ediyor. Kürt şehirleri
yerle bir edildi, ediliyor, ilan edilen yasak bölgeler dipçiklerin gölgesinde.
34 yıl önce,
henüz ortaokul son sınıf öğrencisiyken, bugünlerde yerle bir edilen, Sur
sınırları içinde yer alan ve artık tatlı bir hatıra olarak kalan Hüsrevpaşa
Öğrenci Yurdu’nda Ömer Muhtar’ı ilk olarak izlemiştim. Ünlü aktör,
Anthony Quinn’in başrol oynadığı ve 1980 yapımlı ‘Çöl Arslanı’nı (Lion of The
Desert) gözyaşları içinde izlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Acı, tatlı, yakın, uzak gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanan tüm bu dramatik olayların fonunda, Ömer Muhtar’ı, bir kez daha Kıta Ülkesi’nin şehri Sydney’de, önceki gün izledim.
Sonuç
olarak, ne acıdır ki, aradan geçen onca yıla rağmen, hem ‘Çöl Arslanı Ömer
Muhtar’ın hem de Demokrasi Şehidi Adnan Menderes’in memleketinde, insanlar
huzuru mumla arıyor. Neredeyse aynı zalim çehre, aynı fişit anlayış, hakim bu topraklara. Yerinde sayan bir domekrasi. Hasılı huzurlu iklime ve memlekete sahip olmak
nasip olmuyor, bu çoğrafyanın mazlumlarına…Perişan, derbeder diyarlar, kan ağlayan
Müslümanlar…Zorbalardan yakasını sıyıramayan, sıyırma becerisi gösteremeyen
yığınlar, boş vaatlerle avutulan kitleler, çaresiz toplumlar, adalet arayışında olan masum ve mağdurlar…
Not: Menderes’i
ve Ömer Muhtar’ı rahmetle anıyorum…
ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Eylül ayı, Türkiye ve dünya açısından çok önemli olayları barındıran, bize bakan yönüyle yürek sızlatıcı hadisenin hatırlatıcısıdır.
Eylül ‘Dünya Barış’ günü…
11 Eylül saldırısı…
12 Eylül, askeri darbesi…
16 Eylül, Ömer Muhtar’ın ipe götürülüşü…
Mesela, Türkiye’nin büyük ayıplarından biri olan ve
bir başbakanın asıldığı gündür 17 Eylül. 9. Başbakan Adnan Menderes, gözü kanlı
bir cunta tarafından bu ayda asıldı.
Bu gözü kan bürümüş anlayış, ülkemizi hiç terk etmedi.
Aynı gözü dönmüşlük Anadolu’da hala cirit atıyor
bugünlerde.
Gayri hukuki ve insanlık dışı…
Siyasal gelişmeler açısından Türkiye, tabir yerindeyse Melbourne’nin hava
şartları gibi; bir günde dört mevsim yaşanıyor.
Son bir asırda ne gibi zıtlıkları ve mantıksızlıkları barındırmadi ki…
Bu açıdan, Cumhuriyet tarihinde bazı dönemler çelişki, bazı
dönemler dramatik ve bazı dönemleri ise; ibretlik, hadiselerle doludur.
Mesela, cunta anlayışıyla mücadele de büyük emek
sahibi gazeteciler, “darbecilikle” yargılanıyor, günlerini zindanlarda
geçiriyorlar. 259 gazeteci bu zulmü
yaşıyor. 135 gazeteci hakkında ise; yakalama kararları var.
Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Ali Bulaç, Mehmet Altan,
Ahmet Turan Alkan, Şahin Alpay…
Darbe karşıtı olarak bilinen ve Zaman Gazetesi’nde
yazan bu aydınlar, içi boş, yalan, saçma, uydurma bilgi, “gizli tanıkların”
ifade ve iftiralarıyla dolu bir iddianame ile hâkim karşısına çıkarıldılar.
Her zaman, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü
savunduğuna şahit olduğumuz Nazlı Ilıcak’ın, 28 Şubat’ta Mecliste askeri cunta
anlayışına karşı mücadele verdiğini, ehl-i insaf ve vicdan sahibi herkes
biliyor. Tutuklu olan Nazlı Ilıcak’ın, tam da Menderes utancının yaşandığı ay
ve haftada, yargıcın karşısına çıkartılması sırasında; “Menderes’in başına
gelenle bizim başımıza gelen aynı şey” hazin gerçeğini dile getirmesi,
aldığımız utanç verici hukuki mesafe açısından düşündürücüydü.
Çünkü
ülkeye büyük hizmetler veren başbakanlardan biri, çok acı bir bedel ödedi.
Menderes’in savunduğu demokratik değerleri savunan Ilıcak, Bulaç, Altan
kardeşler, Ünal, Alpay ve diğer yazar ve meslektaşlarımız da bugün ağır bir bedel
ödüyorlar.
Geçmişten ders almayan, geleceğe ümit bağlayabilir mi?
Sadece biz değil, Müslüman başka ülkeler açısından da
bu böyle.
Aynı kaderi paylaşan iki ülkeyi ve iki figüranın kader
ortaklığını paylaşmak istiyorum, sizlerle.
Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve Efsanevi Lider Ömer
Muhtar…
İki önemli şahsın hazin kaderi, Eylül ayında bir gün
arayla darağacına götürüldüler,
30 yıl arayla…
İki ülke sembol isimlerinin mücadelesi, aslında çok
ibretamiz bir durum.
Ama geçmişten ders alınmadığı için, “ortak kadere”
dikkat çekmekte çok bir anlam taşımıyor.
Ölüm yıldönümlerinde, bir kez daha iki ülkenin bugünkü
siyasetçileri, demokrasiyi ve özgürlüğü vatandaşlarına fazla görüyorlar.
Bir tarafta Türkiye’de mahalleler, semtler hatta
ailelere kadar, toplum ruhen ve bedenen paramparça…
Diğer taraftan bölünmüş ve parçalanmış bir Libya…
Menderes, kurulan idam sehpasında kendi ülkesinin
celladı,
Muhtar ise; faşist ve sömürgeci devletin celladı
tarafından altlarındaki sehpalar çekildi.
Her ikisinin ortak özelliği; “minnet ve şükranla”
hatırlanıyor olmalarıdır.
Menderes, arkasında hizmet dolu 10 ‘altın yıl’
bırakarak, darbecilerin hışmına uğrayarak, aramızdan ayrıldı, 56 yıl önce.
Bundan tam 86 yıl önce ise, faşizm devriminin
9.yılında Mussolini liderliğindeki İtalya, Ömer Muhtar’ı idam etmişti.
Menderes, 10 yıl ülkeyi yönetti, Muhtar ise; yaklaşık 10 yıl at sırtında, zor şartlar altında,
sömürgeci ülkenin modern silahlı ordusuna karşı, ülkesini savundu.
Çölün Aslan’ı çarpışmada yaralanarak, İtalyanlara esir
düştü.
Üç günlük bir yargılamanın sonunda 16 Eylül 1931’de
idam edildi. Libya’yı işgal etmek isteyenlere karşı şöyle kükremişti Ömer
Muhtar: “Ben her isteyenin kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse
imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bana
gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” demişti.
Demokrasi şehidinin Türkiye’sinde ise; yıkımları
yıkımlar takip ediyor.
Gönüller viran, aile bağları her gün adeta idam
ediliyor. Kürd’ün, Türk’ün, Alevi’nin anası ağlamaya devam ediyor. Kürt şehirleri
yerle bir edildi, ediliyor, ilan edilen yasak bölgeler dipçiklerin gölgesinde.
34 yıl önce,
henüz ortaokul son sınıf öğrencisiyken, bugünlerde yerle bir edilen, Sur
sınırları içinde yer alan ve artık tatlı bir hatıra olarak kalan Hüsrevpaşa
Öğrenci Yurdu’nda Ömer Muhtar’ı ilk olarak izlemiştim. Ünlü aktör,
Anthony Quinn’in başrol oynadığı ve 1980 yapımlı ‘Çöl Arslanı’nı (Lion of The
Desert) gözyaşları içinde izlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Acı, tatlı, yakın, uzak gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanan tüm bu dramatik olayların fonunda, Ömer Muhtar’ı, bir kez daha Kıta Ülkesi’nin şehri Sydney’de, önceki gün izledim.
Sonuç
olarak, ne acıdır ki, aradan geçen onca yıla rağmen, hem ‘Çöl Arslanı Ömer
Muhtar’ın hem de Demokrasi Şehidi Adnan Menderes’in memleketinde, insanlar
huzuru mumla arıyor. Neredeyse aynı zalim çehre, aynı fişit anlayış, hakim bu topraklara. Yerinde sayan bir domekrasi. Hasılı huzurlu iklime ve memlekete sahip olmak
nasip olmuyor, bu çoğrafyanın mazlumlarına…Perişan, derbeder diyarlar, kan ağlayan
Müslümanlar…Zorbalardan yakasını sıyıramayan, sıyırma becerisi gösteremeyen
yığınlar, boş vaatlerle avutulan kitleler, çaresiz toplumlar, adalet arayışında olan masum ve mağdurlar…
Not: Menderes’i
ve Ömer Muhtar’ı rahmetle anıyorum…