CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Bugün 11 Eylül…
Yarın ise 12 Eylül… Her
ikisi de çok anlamlı. 11 Eylül Müslümanlar, 12 Eylül Türkiye açısından
ibretlik…Bugün bunları yazacaktım. Ama Minyeli Abdullah Türkiye’si daha ağır
bastı.
Çünkü…
Ülkemizde
gerçek anlamda bir paranoya yaşanıyor.
Ne yazık ki, sohbete katılanlar
gammazlamıyor, hem de Siyasal İslamcılar tarafından.Sonsuz Nur kitabını
evininde bulunduranlar, ihbar ediliyor ev sahipleri tarafından…
Farklı kavimlere
ve kabilelere oksijen olan Anadolu, Patagonya
Cumhuriyetine çevrildi adeta…
Yaşanan zulüm ve baskıları ancak Minyeli’nin
romanı anlatır.
Iki kitabıyla, muhafazakâr kesimi romanla barıştıran ve buluşturan
Hekimoğlu İsmail’in özellikle iki eseri benim için çok anlamlı: Minyeli Abdullah
ve Derdimi Seviyorum.
Hekimoğlu’nun ilk kitabı; ‘Minyeli’yi, ortaokul
yıllarımda okumuştum.
CHP eski
Milletvekili sanatçı Berhan Şimşek’in hakkını vererek başrolde oynadığı bu
filim, sınıf arkadaşım ve Minyeli’nin adını taşıyan dostum Abdullah ile beni, Emek Sineması’nda
ağlatan ilk eserdi.
Yazara olan sevgimi ve başroldeki Şimşek’e karşı ilgimi bu
eser tetikledi diyebilirim.
Aradan yıllar geçse de, maalesef inananlara karşı
yapılan zulüm ve iftiralar fazlasıyla güzel yurdumda her gün daha da
katmerleşerek devam ediyor.
Şimdilerde yaşanan baskı ve baskınlar, Minyelinin
döneminden daha acımasız ve vicdansız…
Türkiye’de
yaşanan insanlık dışı uygulamalardan dolayı, Minyeliyi bir kez daha izledim.
Herkesin de, yeniden bu bakışla izlemesini tavsiye ederim.
Çünkü zor şartlarda
okuyup, değişik meslek sahibi olanlar, türlü iftara ve uygulamalar sonucu,
cezaevine atılan 17 bin anne, 668 bebek, 55 bin farklı meslek ve iş
sahibinin yaşadığı dram, Minyeli
Abdullah’ın çektiğinden geri kalır tarafı yok.
Şimdi tarihin
niye tekerrür ettiğini Minyeli’nin özelinde Türkiye’yi okuyalım.
Filmdeki Abdullah,
Mısır Minye’de doğar.Küçük yaşta babasını kaybeder.
Annesi zor
şartlarda okutarak, memur olmasını sağlar.
Ortaokulda son sınıftayken tarih
öğretmeniyle kavga eden Minyeli, okulu yarıda bırakıp Kahire’ye gider.
Ortaokul
ve liseyi dışarıdan bitirip su işlerinde memur olur.
Sonra evlenir.
Bu dönemlerde
arkadaşlarıyla birlikte ev sohbetleri düzenlerler.
Bu sohbetlerin birinde
evlerine bir baskın olur ve Abdullah tutuklanır.Yaklaşık bir sene cezaevinde
kalır.
Hakkında idam kararı çıkartılır ama kralın devrilmesiyle serbest
bırakılır.
İngiliz idaresi döneminde Mısır’da yaşanmış olsa da benzer zulümler,
Türkiye’de bütün şiddetiyle halen devam ediyor.Türkiye’de bugün yapılan zulmün,
filme konu olan dönemden geri kalır tarafı var mı?
Bir röportajında
Hekimoğlu İsmail, Minyeli eserini yazma aşamasında çektiği sancıyı şöyle ifade
ediyor; “Ümraniye’nin çöplüğüne gittim.
Çöplüğü
dolaştım.Bir yüzü kullanılmış kâğıtları topladım.
Gizli yazıyordum
bu romanı.
O devirde
öyleydi.
Ailemden bile
gizliyordum. Hanım ve çocuklar uyuyunca, ben kalkıp yazıyordum.
Evvela yazılarımı
saklayacak yerlerde hazırlardım.
Mesela helada su rezervinin kapağının altı.
Sonra buzdolabının yan kapağının vidalarını söküyor ve motorun oraya yazıları
yerleştirip vidaları yine takıyorum.
Bir de bahçedeki kuyuya iple
sarkıtıyordum.”
İşte o zifiri
karanlık günlerin halinin romanlaştığı kitapların temelinde, ıstırap olmamış
olsaydı okuyucuların üzerinde bu kadar tesir edemezdi galiba.
Yıl 1967.
Sıkıntılı
günler…
Cehaletin koyu
karanlığı içerisinde; kitap okuyanlara, hayatı anlamak, inandığı gibi yaşamak
isteyenlere tahammül yok! Minyeli kitaplaştı.
Sıkıntıları dile getirdi ve milyonların duygularına tercüman oldu.
Yıl 1987…
Minyeli Abdullah
yasaklandı. Yazarı yargılandı.
Bir yıl sonra beraat etti. Ona olan ilgi,
yıldan yıla katlanarak arttı. Ülkemizde en çok baskı yapan, en çok okunan
‘klasiklerden’ oldu.
Filmi yapıldı,
gişe rekorları kırdı. O günlerden bugüne nice on yıllar geçti ama zalimde zulüm
de bitmedi. Sadece yüz ve adres değiştirdi.
Çobanyıldızı, sabahın yaklaştığını gösterir.Güneşin
doğmasına çok zaman var ama o yıldız müjde verir ‘sabah oldu’ diye. Dertler,
sıkıntılar, ıstıraplar, hayatın acı gerçekleridir.
Dünyanın harap ettiği ruhumuz
çile merhemiyle tedaviyi gerektiriyor.
Adeta ümidin tükendiği, gözlerde fer,
dizlerde dermanın kalmadığı bir zaman diliminde yine Hekimoğlu İsmail,
“Derdimi Seviyorum” eseriyle adeta imdada koştu. Herkes derdinden şikâyetçiydi,
o derdini seviyordu veya sevdiriyordu.
Hekimoğlu şöyle diyor;
”Bahçenin suyunu kestiler, çiçekler soldu, meyveler döküldü ve yapraklar
sarardı, dünya dikenlere kaldı. Kapının önüne gül diktim, sarmaşık ektim,
gelip geçenlerin içi açılsın diye, insanlar gülleri kopardı.
Hayvanlar
sarmaşıkları yedi, geriye yine dikenler kaldı. Mahsul bol mu, boldu, bir gün,
bir sam yeli esti, yapraklar sapsarı oldu, meyveler buruştu, dikenler bayram
ediyordu. Yeşil yaprakların hepsi gitti, geriye sadece dikenler kalmıştı.
Yeşile düşman olanlar, dikenlere dost olmuştu.
Yemyeşil kültürümüzü sam yeli
aldı, son kalanları da kuzey rüzgârları dondurdu, dünya dikenlere kalmıştı.
Anladım ki “Derdimi sevmek”le işe başlamalıyım. Birdenbire iç dünyamı bir
çığlık dolaştı: ‘Çilesini çekmediğin şey senin değildir!’ dedi.”
Evet, Hekimoğlu’nun enfes
dillendirdiği gibi; bundan yıllar önce çile çeken, bu uğurda ruhunun ufkuna
yürüyen Seyyid Kutup’a özür diletmeye çalışan Cemal Abdülnasırla, günümüzde
Hizmet mensuplarına akla hayale gelmedik baskı, baskın ve zulüm yaşatan
ikiyüzlüler arasında ne farkı var ki?
Dün Kahire’de
Minyeli Abdullah’ın evine baskın düzenleyenlerle, İstanbul, Kayseri, Adana,
Manisa’da Sezaryanla doğum yapan kadınları kelepçeleyen, kadir gecesinde,
bayram gününde, iftar saatinde baskın düzenletenler arasında varı mı bir farkı?
e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au