Milletvekilliği düşürülen ve cezaevine atılan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın kaleme aldığı makale Birgün gazetesinde yayımlandı.
Zulmün ömrünün direniş ile orantılı olduğuna dikkat çeken Demirtaş, ”Zulüm payidar olduğunda direniş olmuş, direniş olunca da zulüm bitmiştir. Direniş ne kadar erken ve büyük olmuşsa, zulmün ömrü o kadar kısa olmuştur. Bunun ülkemizde de böyle olacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Ancak insan bu karamsarlık halini görünce yine de hayret ediyor işte.” diye yazdı.
İşte o makale:
Tamam, çok da “neşeli günlerden” geçmediğimiz doğru. Ama bu gibi dönemlerde topluma öncülük etmesi beklenen aydın, sanatçı, akademisyen, siyasetçi çevrelerindeki yaygın karamsarlığı, kötümserliği anlamak da mümkün değil. Baskı ve zorbalık uygulamaları ile tarihte ilk kez karşılaşan insanın şaşkınlığını yaşamanın da alemi yok.
Yakın geçmişimiz dahil, insanlık tarihi bunun daha beterlerinin sayısız örnekleriyle doludur. Zulüm payidar olduğunda direniş olmuş, direniş olunca da zulüm bitmiştir. Direniş ne kadar erken ve büyük olmuşsa, zulmün ömrü o kadar kısa olmuştur. Bunun ülkemizde de böyle olacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Ancak insan bu karamsarlık halini görünce yine de hayret ediyor işte. Lazım olduğunda kullanmayacaksak ayrıca, bu kadar şiiri, romanı, tarihi, bilimi niye okuyoruz; bu kadar direniş geleneğini niçin öğreniyoruz?
Yürü üstüne üstüne
Tükür yüzüne celladın…
diyen Ahmed Arif’i;
Yani içeride on yıl, on beş yıl
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir
diyen Nâzım’ı ne diye okuyoruz peki? Zor günlere hazırlık olsun diye okuyorsak, tam da o günlerdeyiz işte. Enseyi karatmanın gereği yok. Mevcut faşizan düzene itiraz eden, isyan eden milyonların varlığından emin olmamıza rağmen, bu potansiyele öncülük yapmaktan imtina etmek “ilerici” duruşa sahip hiç kimseye yakışmaz.
1536 yılının İsviçre’sinde, dinde reform yapsın diye “papaz hatip” mezunu bir din adamı olan Calvin, Cenevre’ye davet edilir. Kilise meclisinin yaptığı bu davete uyan Calvin, daha sonra başlattığı “reform” hareketi ile Cenevre’de tam bir diktatörlük inşa eder. Onun döneminde çıkarılan “KHK”ler ile kadınların elbise boylarından elbise fırfırlarına, yenilmesi uygun olan “caiz yemekler” listesine; kutsal olmayan şarkıların yasaklanmasından, çerez-marmelat türü şeylerin günah ilan edilmesine kadar günlük yaşama dair birçok düzenleme kilise meclisince yayınlanır. Tiyatro, eğlence, halk şenlikleri, dans, buz pateni, papaz kıyafetine benzemeyen bütün kıyafetler; erkeklere uzun, saç kadınlara kabartılmış kıvrılmış saç, altın ya da gümüş takı, düğme, şerit, dantelli başlık, eldiven, açık ayakkabı; kümes hayvanları, yerli halkın lokantada yemek yemesi; her türlü sanat, azizlerin resim ve heykelleri, müzik, İncil’de geçmeyen çocuk isimleri, Paskalya ve Noel kutlamaları; Calvin’e yönelik her türlü eleştiri ve daha yüzlerce yasak için yeni “KHK”ler çıkarılır (Kış lastiğine dair KHK ise çok çok sonraları bir başka ülkede yayıMlanacaktır).
Reform yapsın diye kendi elleriyle getirdikleri Calvin 25 yıllık iktidarında Cenevrelileri tam anlamıyla karanlığa boğar. Calvin döneminin etkileri sonraki 2 yüzyıla da sirayet eder. Bu 2 yüzyılda, Cenevre’de üretilmiş neredeyse tek bir sanat veya edebiyat eseri yoktur. Çünkü Calvin’e karşı toplumsal bir direniş geliştirilememiştir. Aynı zamanda Calvin’in arkadaşları olan Michele Serveto ve Sebastian Castellio dışında kimse itiraz etmeye cesaret edememiştir. İtiraz tekil olunca Calvin, Serveto’yu diri diri yaktırmış, Castellio’yu ise ömrünün sonuna kadar sefaletle, açlıkla “terbiye etmeye” çalışmıştır.
Bizde ise halkın ekseriyeti mevcut baskı düzenine kesinlikle karşıdır ve kabul etmemekte, boyun eğmemekte kararlıdır. ‘Bu halktan bir şey çıkmaz’ diyenler, halkın gücünü hafife alanlar geleceği asla inşa edemezler.
1619 yılında Fransa’da patates yasaklanır (evet, bildiğiniz patates). Çünkü patatesin cüzzama neden olduğuna inanılır. Oysa cüzzam Avrupa’nın en eski hastalığıydı. Patates ise sadece bir asır önce, 1500’lü yılların başında Peru’dan gelmişti Avrupa’ya. İşte bu Fransızlar, yani kıtlıktan, açlıktan kırılırken bile patates yemeyen Fransızlar, 1789’da dünya tarihinin en büyük devrimlerinden birine imza attılar.
Her halükarda halka, özgücümüze güvenerek, her gün umudu büyütmek ve zulme karşı direnmenin öncüsü olmak zorundayız. Kötülük ve zalimlik ancak uygun ortamlarda yayılır. Bunlar için en uygun ortam da korku iklimidir. Korkuya teslim olmadan, bedel ödemeyi de göze alarak iyiliği, özgürlüğü her koşulda savunmak tarihi misyonumuz, borcumuzdur.
Mitolojiye göre yaratılan ilk kadın Pandora’dır. Prometheus ateşi çalıp insanlara verince, tanrıların tanrısı Zeus öfkeden çıldırır ve insanları cezalandırmak için güzel bir kadın yapılması emrini verir. Bu görevi ateş tanrısı Hephaistos yerine getirir. Tanrılar Pandora’yı yaratıp muhteşem güzelliklerle süsledikten sonra onu Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a eş olarak yeryüzüne yollarlar. (Plana bak!) Yani Pandora, Prometheus’un yengesidir artık. Bu arada tanrılar bütün acıları, kötülükleri bir fıçıya doldurmuş, fıçıyı da Pandora’ya vermişlerdir. İçini merak ettiği için Pandora fıçıyı açar (zaten açsın diye vermişlerdir ya) bütün üzüntüler, felaketler fıçıdan dünyaya yayılır. Fıçının içinde sadece “umut” kalır. Yerini biliyoruz en azından. Pandora’nın Kutusu’ndan kötülük yayıldı diye panikleyeceğimize, kutudaki umudu çıkaralım yeter. O da yayılıyor çünkü.
Siz kimsiniz de bu düzeni değiştireceksiniz diye soran olursa; “Fakiriz biz olum! Bir elimizle pantolonumuzu tutmazsak düşüyor. İki elimizi birden kaldıramıyoruz; teslim olmayı da bilmiyoruz o nedenle. Ayrıca Nâzım yazmış şiirimizi, Yılmaz çekmiş filmimizi zaten, halkız biz ulan!” deyiverin.
Bir de benden “selam” söyleyin, tanır beni.